31 Temmuz 2013 Çarşamba

AKLIMIN ALMADIKLARI !

Bugün sizlerden bir müddet izin isteyeceğim. Dolayısı ile biraz çeşitleme yapacağım. Öncelikle yazıyı yazmak için geç vakit balkona çıkmış ilham beklerken bahçeme gelen misafirlerimden bahsetmek istiyorum. Ki bu misafirler nerede ise çocukluğumdan beri görmediğim iki adet irice gelincikti. Oğlumla, beni umursamadan uzun süre bahçede oradan oraya, ağaçtan ağaca koşuşturarak , resmen bize dinlendirici bir oyun ziyafeti çektiler. Doğanın bu sevimli , o kadarda yırtıcı ve kinci yaratıklarının bahçede ağızlarının tadına göre bulamadıkları yiyecekleri aramak üzere uğurladıktan sonra, gecenin tüm çirkinlikleri örten karanlığında ve sessizliğinde devam edelim. * * * Sanal ortamda bir haber düştü bu günlerde. “Orucu bozmayan şeyler başlığı” ile ve bir maddesi var ki gerçekten çüşşşşşşşşşşş dedirtecek cinsten. -Kadına bakarken dokunmadan boşalmak. Ne fantezi imiş be ve bakar mısınız nasılda kendilerine pay çıkarıyorlar. Tabi böyle bir şeyin açıkçası asparagas (uydurma) olduğu düşüncesi ile biraz araştırayım dedim. Ve gözlerime inanamadım. Bunları yazan bir İslam Hukuku Profesörü idi. Bunu 2006’da yazmış. Bununla kalsa iyi, bu zat-ı muhteremin bu yıl yazdıkları ise şöyle. Orucu bozan ve hem kaza hem kefaret gerektiren şeylerden biri “kasten, bilerek cinsi temasta bulunmak” Orucu bozup yalnızca kaza gerektiren şeyler “Normalin dışında cinsi temas” “Öperken veya dokunurken boşalma” Ya bu yaştayım “normalin dışında cinsi temas”ı ben bilmiyorum ne demektir diye. Hayvanlarla cinsi münasebetimi, tecavüzümü, fantazileri mi kastediyor anlamadım.???? Lütfen, bilen biri varsa ve yazarsa sevineceğim. Bak sen ya nasılda işlerine geldiği gibi yorumluyorlar Kur-an’ı. Öpmek ve dokunmak sanki bilerek değilmiş gibi kefaret gerektirmiyormuş. Bakarak boşalmak ise hiç bozmuyormuş orucu. Zihniyet, kadın erkek tokalaşmasını da yasaklıyor ya demek ki el sıkışırken bile boşalacak adamlar. Nasıl bir ahlaksızlık, çarpık düşünce ben anlayamıyorum. O yüzden kimmiş bu zihniyet, nerede yazmış kaynak göstermeyeceğim çünkü önceki yazım da da yazdığım gibi insan olma onurumun zedelendiğini düşünüyorum. Ve uzun boylu araştırmayacağımda örnek verme adına, çünkü insan araştırdıkça tiksiniyor, yoruluyor. Ama biliyorum ki; Bakara Suresi’nin 183, 184, 185 ve 187 numaralı dört ayetinde oruçla ilgili tüm bilgiler verilmiş. Bunlara rastlamanız mümkün değil. Çünkü, tarikat şeyhlerinin, şıhlarının kendi mezheplerine göre yorumladıkları cinsel açlıklarının günümüze uzantısı hepsi. * * * Yaklaşan yerel seçimler için adaylar belirlenmeye başladı yavaş yavaş. Tabi şimdilik bu görevlere talip olanlar, talip olduklarını açıklıyorlar yavaş yavaş ve propagandalarına başladılar ön seçimler için. Bu konuda ben açıkçası şunu çözemiyorum. Özellikle parti örgütlerinde çalışan adaylar nasıl bir başarı gösterdiler de şimdi tüm kitlelere hizmet etme adına aday olarak halkın karşısına çıkabiliyorlar. Şunun için çözemiyorum, bu köşede olsun, diğer yayınları takip ettiğimizde de sık sık uyarılar yapıldığı halde halkın sesine kulak tıkayan, gelen konularda fikir dahi beyan edemeyen, parti başkanının söyledikleri dışında bu güne kadar hiçbir konuda düşünce üretmeyen, üretmekten korkan, halktan kopuk, iletilen sorunlarda çözümü bırakın yanıt bile verme zahmetine katlanmayan, halkın bilgilenmesi konusunda hiçbir çaba sarf etmeyen, bilgiye, sanata, bilime uzak örgüt kökenli adayların olması açıkçası şaşırtıyor. Birde çözemediğim bu hırs bu koltuk sevdası. Daha önce çeşitli siyasal görevler almış bu kişiler, bölgesi, yöresi için nasıl faydalı olmuşlar ki şimdide yerel yönetimlerde hizmet verecekler. Trakyamızın, Ergenemizin hali ortada. Şimdide HES’lerle, Termik Santrallerle, temiz sularımızı, doğayı katleden taş ocakları ile boğuşuyoruz. Daha etkili görevlerde bile bunlar konusunda destek verilemezken yerel yönetimlerin kısıtlı güçleri ile mücadele edeceklerine dair benim pek umudum olmadığı için koltuk ve iktidar gücü diyorum. Yanılıyor olmam beni mutlu edecektir. Umarım yerel seçimlerden sonra bu tür sorunları yazmayız. * * * Son bir notta Lüleburgaz’ımıza ait. Sık sık gelip kaldığım ve bir misafir olarak dahi olsa on yıllardır modern belediyecelik diye sunulan çöp toplama sisteminize son gelişimde bir yenilik eklendiğini gördüm. Modern görünen kağıt, metal, plastik ayrımı. Fakat çözemediğim vatandaşın ayırdığı bu parçalar toplanırken aynı araçta toplanması. Sorduğunuzda “atık yerinde bunların ayrıştırıldığı” söyleniyor. Ben toplayıcıların yalancısıyım. Madem ayrıştırma işlemi yapılıyor, vatandaş niye ayıracağım diye uğraştırılıyor? Zaten dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir çöp toplama sisteminiz var olması gereken ama sanki bir külfete dönüştürülen bu sistemle fatura yine halka kesilmiş gördüğüm kadarı ile. Bu da açıkçası şu fikri oluşturdu; şimdiki başkan sanırım yeniden aday olmayacak. Çünkü özellikle son gelişimde merkeze yakın olduğu halde evin içinde dahi bulut gibi sivrisinek sortilerinden kaçmak için zor attım kendimi Burgaz dışına. Gaz sıktıkça telef olan ön sıranın yerini artçı sinekler anında dolduruyorlardı. Modern çöp toplama sisteminin sonucumu yoksa yeterli ilaçlama yapılmaması mı çözemedim. Ama bu sıcak yaz günlerinin sizler için çok zor geçeceğini biliyorum. * * * Bu gün çözemediğim sorunlarla canınızı sıktım. Bunu da lütfen cahilliğime verin. Yeniden görüşünceye kadar esenlikler diliyorum.

29 Temmuz 2013 Pazartesi

ERKEK OLMA UTANCI

“Bunlar da din elbisesi giyiyorlar, ama ters çevirerek giyiyorlar.” Hz. Ali Gerçekten utanıyorum. Yoksa yeni bir din mi, tarikat mı doğmaya başladı bu ülkede. Bu kadar pervasızlık ya da gücü nereden alıyor bu zat-ı muhteremler anlamıyorum. Evet hedef şeriat eksenli bir din devleti kurma odaklı. Ama hangi din. Kendi mezheplerinin, tarikatlarının dini mi? Yoksa Kur-an kökenli bir din mi? 4. Halife Ali bunu daha o günlerden görmüş demek ki Emeviler hakkında söylediği yazımın başındaki cümle bugün içinde geçerli sanırım. “Din elbisesini ters çevirerek giyiyorlar.” Fen eğitimi almış biri olarak olayların neden, niçin ,nasıllarını sormadan edemiyor insan. Dolayısı ile son yazılarda tamda bunları irdelerken biri daha çıkıyor ve “hamile kadınların, hamileliklerinin son dönemlerinde sokağa çıkmaları terbiyesizliktir” diye bir şeyler yumurtluyor. Neymiş efendim akla cinselliği getiriyormuş. Sanırım amip gibi bölünerek çoğalıyor bunlar. Her gördükleri obje hemen beyinlerinde cinsellikle ilgili fikirler oluşturuyor. Kadının açık yada kapalı olması da durumu değiştirmiyor. Daha önce değinmiştik cinsel şiddetin en fazla olduğu bölgeler kadının kapalı olarak dolaştığı coğrafyalar. Peki neden böyle? Şöyle başlayalım isterseniz. Türkiye’nin % 99’u Müslüman söylemi var. Bu % 99 dini nereden öğreniyor.? Önce aile büyükleri. Onlar önceki büyüklerinden öğrenmiş.Hep düşünmüşümdür bu % 99 müslümanın kaçı hayatlarında merak edipte bir kez olsun Kur-an’ı anladıkları dilde okumuştur? Okullarda verilen din eğitimi ise o ülke hangi mezhepe inanıyorsa din olarak onu vermeye çalışmıyor mu? İşte sanırım asıl sorunumuz bu. Yüzyıllardır mezhep ve tarikatların öğretileri çoğu hadis kökenli bilgiler din diye empoze edilmeye çalışılmış. Hadis, Peygamberin ağzından Allah'a isnad edilerek rivayet edilen, ancak Kur'anda yer almayan sözleri ifade eder. Ki sunni hadis kitapları Peygamberden 200-300, Şii hadis kitapları 400-500 yıl sonra yazılmışlardır. Peygamber hadis yazdırmadığı gibi 4 halife döneminde de bu konuda sıkı tedbirler alınmış, bulunan hadis kitapları yakılmıştır. Hatta Peygamberi gören sahabalerde hadisler konusunda titiz davranmışlar en meşhur sahabelerden biri olan İbni Abbas’a “Hz.Peygamber bir şey bıraktı mı?” diye sorarlar o da “Sadece Kur-an’ın iki kapağı arasında olanları bıraktı” cevabını verir. Özellikle kadına bakış konusunda örnek birkaç hadis ve Ayet verecek olursak kadının erkeğine kayıtsız şartsız itaatini sağlamak olan ve bunu bir ibadetmiş gibi sunanın Kur-an değil de hadisler olduğunu göreceksiniz. İşte o hadislerden örnekler; “Eğer bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emretseydim, erkeklerin kadınlar üzerinde olan haklarından dolayı kadınların erkeklere secde etmelerini emrederdim.” Tirmizi, Rada 10/1159; Ebu Davud, Nikah 40/2140; Ahmed b. Hanbel, Müsned 6/76; İbn Mace, Nikah 4/1852 “Ey kadınlar topluluğu! Sadaka veriniz ve çok istiğfar ediniz. Çünkü ben, Cehennem halkının çoğunun sizler olduğunu gördüm.” Müslim, İman 34/132; İbn Mace, Fiten 19/4003 “Kadınların hayırlısı, erkeklerin yaramazlıklarına ve kötü huylarına sabredendir, bu sabır onların cennete girmesine sebeptir.” Kadınlara Dini Bilgiler “Namazı bozan şeyler kara köpek, eşek, domuz ve kadındır.” Müslim, Salat 265; Tirmizi Salat 253/338; Ebu Davud, Salat 110/720 “Kadın, kocasına itaat ettiğinden dolayı koyundur.” İmam Gazali, İhyayı Ulumuddin “Başlarına bir kadını geçiren bir kavim asla iflah olmaz.” Hanbel, Müsned 5; Tirmizi, Fiten 75; Nesai, Kudat 8; Buhari, Fiten 18 “Kadınlara yazıyı öğretmeyin. Dikişi ve Nur Suresi’ni öğretin.” İbnü’l Cevzi, Mevzuat 2 ”Kişi kadınını yatağa davet eder de kadın kaçarak eşi sinirli bir şekilde gecelerse, melekler o kadına sabaha kadar lanet eder.” Buhari 9/36 “Kadının yeri soğumadıkça erkek, kadının oturduğu yere oturmamalıdır.” Kadınlara Dîni Bilgiler Ve Kur-an kelamı; “Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır.” 9-Tevbe Suresi 71 “Müslüman erkekler, Müslüman kadınlar, mümin erkekler, mümin kadınlar, itaat eden erkekler, itaat eden kadınlar, özü-sözü doğru erkekler, özü-sözü doğru kadınlar, sabreden erkekler, sabreden kadınlar, korunup sakınan erkekler, korunup sakınan kadınlar, sadaka veren erkekler, sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler, oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah’ı çokça hatırlayan erkekler ve Allah’ı çokça hatırlayan kadınlar; bunlar için Allah bir bağışlanma ve büyük bir ödül hazırlamıştır.” 33-Ahzab Suresi 35 “Onlar sizin giysileriniz, siz de onların giysilerisiniz.” 2-Bakara Suresi 187 “Allah’ın bir kısmınızı bir kısmınızdan üstün kıldığı şeyleri isteyip durmayın. Erkeklere kendi kazandıklarından bir pay, kadınlara da kendi kazandıklarından bir pay vardır.” 4-Nisa Suresi 32 “Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim iyi fiiller gerçekleştirirse onlar cennete girecek ve onlar bir çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar bile haksızlığa uğramayacaklardır.” 4-Nisa Suresi 124 “Ben sizden erkek olsun, kadın olsun hiçbir çalışanın ürettiğini boşa çıkarmayacağım. Hepiniz birbirinizdensiniz.” 3-Ali İmran Suresi 195 “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra çekişmeye girip fırkalar (mezhepler) halinde parçalananlar gibi olmayın.” 3- Ali İmran Suresi 105 Fazla söze gerek yok artık sanırım.

26 Temmuz 2013 Cuma

Cinsel suç ve ceza 2

“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek, bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız ona karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.“49-Hucurat Suresi 13. Ayet (Diyanet İşleri Tefsiri) Yukarıdaki ayetten de görüleceği gibi Kur-an, üstünlüğü bir ırka, bir kabileye veya erkek, kadın gibi bir cinsiyete değil, O’na karşı gelmekten en çok sakınma (takva)’ya vermiştir. Peki nasıl oluyor da biz Kur-an’da olmayan bir şeyi, var diye kadını kayıtsız şartsız erkeğin kumandasına veriyoruz.? “Kadınların dinleri ve akılları eksiktir.” - Buhari “Çok lanet ediyor ve kocalarınıza karşı nankörlük ediyorsunuz. Aklı başında bir erkeğin aklını sizin kadar çelebilen, aklı ve dini eksik başka bir varlık görmedim.” Müslim, İman, 34/132; İbn Mace, Fiten 19/4003 Evet bir dahaki yazıda teferruatlı olarak inceleyeceğimiz yukarıda iki örneğini verdiğim hadisler’dir bunların kökeni. Hadis; bir rivayet zinciri ile Hz. Muhammed'e isnad edilen ve kendisinin değişik olaylar ve sorunlar karşısında veya Kur'ân'ın âyetlerini açıklamak için söylediğine inanılan söz, fiil ve takrirler bütünüdür. Bu kısa açıklamadan sonra kaldığımız yerden, İslam Hukuku’ndaki tecavüz olayı ve suçunu tamamlayalım. Tecavüz suçu Kur-an içerisinde ve diğer İslam’i kaynaklarda geçmez, İslam’a göre böyle bir suç da yoktur. Kur-an’da kavram olarak evlilik dışı ilişkinin zina olarak tanımlanması ve hadis ile diğer İslam kaynaklarında, zina’nın çeşitleri içerisinde tecavüz dahil her türlü evlilik akti olmayan cinsel ilişkinin zina olarak adlandırılıp ceza hadlerinin belirtilmeside, tecavüz’ün İslam şeriatı açısından suç sayılmadığını gösterir. Ömer’in iktidarı döneminde geçen bir hukuk olayı sanırım konuyu özetlemeye yetecektir; söz konusu olayda akıl hastası bir kadına tecavüz edildikten sonra, bu olayı gören kişilerin kadını hemen alıp Ömer’in yanına getirerek zina nedeniyle cezalandırılmasını isterler ve Ömer’de kalabalığın isteğine uyarak recm edilmesini emreder, olaya müdahil olan Ali ise Ömer’e, kadının akli yeterliliği olmadığı için yaptığı eylemden sorumlu tutulamayacağını ve zina ile suçlanamayacağını hatırlatır, kadın bunun üzerine serbest bırakılır. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi İslam açısından bir tecavüz vakası yoktur onun yerine evlilik akti olmadan yapılan bir cinsel birleşme yani zina vardır. Olayda erkeğe verilen ceza anlatılmıyor ama bu hukuki olay günümüz dincilerine ders niteliğindedir. Akıl hastalıklarıda Kur-an’da bulunmadığı halde Ali’nin, kadının hastalığı dolayısı ile yaptığı eylemden ötürü sorumlu tutulamayacağını belirtip cezaya çarptırtmamasını sağlaması, acaba onu günahkar mı yapmıştır.? Özellikle son yıllarda akıl hastalığı olan genç kızlarımıza/kadınlarımıza dini bütünlerin tecavüz etmesi ve bu çocukların sağlıklı bile olsa bu tür bir olaydan sonra akıl sağlıklarının bozulacağı düşünülmeden nerede ise cezalandırıldıkları bir ülkede yaşamıyor muyuz? Ve ne düşündürücüdür ki , bu hukuk skandalları modern hukuk dediğimiz sistemde gerçekleşmiyor mu? Özür dileyerek güncel bir anekdotu paylaşmak istiyorum. Israrla yazıldığı, çizildiği gibi dinsel açılımı türbanla sınırlı CHP yönetimi son zamanlarda da iftarların siyasi arenaya dönüştürüldüğünden şikayetçi. Peki sormazlar mı ülkemize has uydurulan ve hiçbir İslam coğrafyasında kutlanmayan, 23 Nisan Egemenlik Haftası’na denk getirilen kutlu doğum haftalarında Genel Başkanınızın işi ne? Barış ve kardeşlik mi? Bunu dini bir vecibe olarak gösterilmesinin kabulü mü ? Geçtiğimiz hafta İslami gazeteci yazar ve kişilere Genel Başkanınızın verdiği iftar yemeği siyasete girmiyor mu? Anlamı nedir ? CHP’li belediyelerin verdikleri iftarlar ne oluyor ? Tamam uzatmayacağım ama bu yüz küsur milletvekili danışmanları da, örgütleri katarsak dinsel açılım konusunda araştırma yapmaktan bu kadar mı acizler? Ya da verdiğiniz bu iftarlarda siyaset yapmayın da gittikçe, akıl sağlığı bozulan, gittikçe kadına şiddetin tırmandığı ve hukukun bile görmediği bu konularda bilinçlendirme yapıyor musunuz vatandaşa? Yoksa dini siyasete alet edenler gibi siz de mi bunu yapmaya çalışıyorsunuz? Bakın yakında ülkemizde de uygulanma yoluna gidilecek olan recm olayı’da Kur-an’da bulunmadığı halde hadislerle Hz. Muhammed zamanında uygulandığı iddia edilmektedir. Neyse gelelim konumuza. Bütün bu zina ya da başka bir suç şekli olarak kabul edilen tecavüz suçları dışında, birde hiçbir suç kapsamına sokulmayan tecavüz suçu vardır. Evli bir erkeğin gene evli olduğu karısına tecavüz etmesi, İslam şeriatında yer almayan ve bir başka suçun içerisinde değerlendirilmeyen bir suçtur. Kadın eğer ekonomik olarak güçlüyse, İslam'a göre ortada da bir zina vakası olmadığı için, konuyu mahkemeye taşır ve kocasının kötü davranması nedeniyle boşanma isteği olarak dava açılmasını isteyebilir, kötü davrandığını ispatlayıp boşanabilirse kurtulur, eğer boşanamazsa tecavüzlere katlanmak zorundadır. Günümüzde modern İslam hukukçuları bu suçu tanımlayıp şeriat içerisine alabilmek için, çareyi modern hukuk içerisinde yaptıkları yorumla taziren(cezası İslami idare tarafından belirlenen) çözmek istemişlerdir, fakat uygulamada İslam coğrafyası bu öneriyi red eder ve suçun taziren değerlendirilemeyeceğini çünkü Kur-an’da tanımlandığını belirtir, İslam da olmayan bir şeyin şeriata sokulamayacağını söylerler, bu yüzden son 50-60 yıldır tartışılan bu konu İslam hukukuna girmemiştir. Son dönemlerde ülkemizde de uygulamaya sokulan ve İslam coğrafyasında sıkça uygulanan tecavüzcü sapık kişi, tecavüz ettiği kadını/ kız çocuğunu, evlenerek cezadan kurtulmaktadır. Düşünebiliyor musunuz yaşanan tramva ve böyle sapık bir koca ile ömür boyu aynı çatı altında yaşamak ve tecavüzlere katlanmak. Bu hususu bilen kadınlar ise büyük oranda tecavüzü bildirmemekte ve sineye çekmektedir. Olayın bir şekilde duyulması durumunda söz konusu kadın töre cinayetine kurban gitmektedir. Afganistan, Pakistan, Sudan vb. bir çok İslam ülkesinde evli kadınlara tecavüz çok sık karşılaşılan bir vaka olarak karşımıza çıkıyor. Bu ülkelerde tecavüzün bildirilmemesinde esas neden zina nedeniyle recm edilme korkusu oluyor. Kadın recm korkusuyla dava açamazken, kocası bu durumun altında travmaya girerek ya kadını öldürüyor ya da intihar ediyor. Pakistan’daki erkek intiharlarının yarısını bu tip vakalar teşkil ediyor. Bu suçların büyük çoğunluğu basına yansımıyor, yansıyanlar ise olayı görüp konuyu adalete taşıyanlar vasıtasıyla oluyor. Konuyu özetleyen bir diğer örnek ise S.Arabistan basınından; 19 yaşında bir genç kız (bakire) 6 kişi tarafından zorla bir araca bindirilip, tecavüz edildikten sonra tekrar aynı araba ile şehre dönerken polis kontrolüne takılıyor. Yapılan sorgulamada kız tecavüze uğradığını söylüyor, 6 erkek aksi yönde yemin ediyor, kız zina suçundan 200 kırbaç cezası alıyor. Konunun bir diğer boyutunu da toplu tecavüzler oluşturuyor, mağdur 4 şahit getiremediği için tecavüzü yani zinayı ispatlayamıyor ama saldırgan tecavüzcüler 4 ve üzeri kişi olarak aksi yönde şahitlik yaptıkları için kurtuluyorlar. Tecavüze ve iftiraya uğrayan evliyse recm ediliyor, evli değilse zina nedeniyle 100 kırbaç ya da değnek cezasının yanında, bir de yalan yemin etmek ve iftira atmaktan dolayı üstüne en az 80 kırbaç ya da değnek cezası alıyor. Sanırım Cumhuriyet Dönemini dini baskı dönemi olarak sürekli öne sürenlerin gerçek amaçlarının ne olduğu ortaya çıkmaktadır. Yoksa Cumhuriyet döneminde kim hangi ibadetini yapamamış açıklanmıyor. Amaçları çağdaş hukuku yok ederek özgürce her türlü sapıklığı yapıp cezasız kalma isteğidir. Ki son yıllarda çıkarılan kanunlar ve kadınlara yönelik şiddet, taciz ve tecavüzlerin gittikçe artması bunun göstergesi değil mi?

24 Temmuz 2013 Çarşamba

CİNSEL SUÇ VE CEZA - I

Sokağa yalnız çıkan kadın oruç bozuyormuş. Ne mübarek? uçkurmuş bu be. Orucun aç susuz kalmak olmadığını, nefis hakimiyeti olduğunu bilmeyen, beyinleri belden aşağı olan beyinsizler. Hemen telaşa kapılmayalım bizim ülkenin mübarekleri henüz bu seviyeye ulaşmadı. Ama ulaşmak için son hızla gidiyorlar. Geçtiğimiz günlerde BBC Türkçe Servisinin Reuters Ajansı aracılığı ile verdiği bir haber bu. Olay Pakistan’ın aşırı muhafazakar Karak bölgesinde bir camide din adamları ve aşiret liderlerinin yaptığı bir toplantıda alınarak cami hoparlöründen halka duyuruluyor. Ki bu bölge de kadınların çoğu örtünüyor. Neymiş efendim karar erkeklerin Ramazan’da dikkatini dağıtmamak için alınmış. Ama yasağın Ramazan’dan sonra kalkıp kalkmayacağı belirtilmiyor. Sözde bir din adamı “, "Kadınların yanlarında bir erkek akrabası olmadan çarşıya çıkmamasını kararlaştırdık. Edepsizlik saçıyorlar ve Ramazan'da erkeklerin orucunu bozuyorlar. Yalnız alışverişe çıkan kadınları polise teslim edeceğiz" diyor. Hatta polisin bu karara destek vermesini ve esnafın yalnız gelen kadınlara hizmet vermemesini istiyorlar. Polis’te zaten destekliyormuş bu kararı. Son yıllarda bu bölgede binlerce kadının ailenin namusunu kirlettiği gerekçesi ile öldürüldüğü belirtiliyor haberde. Çok özür diliyorum yukarıda “neyse ki ülkemizde bu seviyeye ulaşmadık” demiştim ama rakamlar beni yalancı çıkardı. Son beş yılda çocuk tacizleri % 847, çocuk tecavüzleri % 986 arttı. Türkiye çocuğa cinsel istismarda dünya ikincisi. Sadece çocuk mu ? Tabi ki hayır. 2002-2008 yılları arasında 62 bin kadına kayıtlı tecavüz olayı var. Tecavüze uğrayan kadınların % 54’ü bunu 18 yaşına gelmeden yaşıyor. Mağdurların %40’ hiç şikayetçi olmuyor çünkü korku bunun yanında da suçun cezasız kalacağını biliyorlar. Kadına yönelik şiddet sadece tecavüzle kalmıyor. Adalet bakanlığına göre cinayete kurban giden kadınların sayısı son 7 yılda % 1,400 arttı. 2002 yılında 66 kadın öldürülürken 2009 yılında bu sayı 953’e çıktı. Bu köşede kadına yönelik şiddet, cinsel istismar, tecavüz, çocuk istismarı yine dünya ve ülkemiz olarak istatistiklerle dile getirilmekte, bunun nedenlerinden biri olarak ta dünya akıl sağlığının gittikçe bozulması gösterilmektedir. Tabi ki tek neden olarak bunu görmek bilimsellikten çok uzaklaşmak anlamındadır. Özellikle batıda özgürce giyinen kadınlara karşı işlenen bu suçlarda artma olsa bile kapalı toplumlarda bu suçların gittikçe artması çok daha düşündürücü sanırım. Arap baharından sonra Arap ülkelerinde sokak ortasında “Ya Allah Bismillah” diyerek Hristiyan kadınlarına tecavüz görüntüleri teknoloji sayesinde bize kadar ulaşmaktadır. Ve bu tür suçların gittikçe artması çok daha düşündürücüdür. Dolayısı ile İslam ile bu suçların artmasında bir bağlantı var mı diye düşünmeden edemiyor insan. Hele hele yazımın başında ki gibi haberler ; -çarşaf ve peçe ile kapalı bir kadın dahi oruç bozabiliyorsa- ulaştıkça konuyu irdelememek ülkemizin geleceği açısından da endişelerimizi arttırmaktadır. Özellikle son 11 yıldır gittikçe muhafazakarlaşan yönetimin bu suçlarda ki aşırı artışa karşı verilen cezaların hemen hemen olmaması, çıkarılan kanunlarla (31 Ocak 2013’te yürürlüğe giren ve 04.02.2013 tarihinde “Bilinçli Toplum” başlıkla makaleme de konu olan 6411 sayılı Denetimli Serbestlik Kanunu) nerede ise bu suçlar teşvik edilir hale getirilmiştir. İnceledikçe bakalım nelerle karşılaşacağız ? Irza karşı işlenen suçlar en eski hukuk sistemlerinde bile ağır bir şekilde cezalandırılmıştır. Asur’da sarkıntılık suçu şu şekildedir. “Eğer bir adam, bir adamın karısına elini götürüp (sarkıntılık edip), (ona) genç bir çocuk gibi muamele ederse, onu suçlarlar ve ispat ederlerse bir parmağını kesecekler eğer onu öperse (kadını) alt dudağını baltanın ucuna çekecekler ve keseceklerdir.” Aynı kanunda tecavüz suçu : “Eğer bir adamın karısı, meydandan geçerken, bir başka adam onu yakalar ve “seninle yatayım mı? derse kadın razı olmaz ve kendini korursa (direnirse) , zorla onu yakalar ve onunla yatarsa, ister adamı kadının üzerinde yakalasınlar, ister kadının yattığını şahitlerle ispatlasınlar o adamı öldüreceklerdir, kadın için ise suç yoktur.” Bu kanunlar evli kadınlara yönelik olsa da bekarlar içinde ağır yaptırımlar bulunmaktadır. Keza Hammurabi kanunlarında da tecavüz ölümle cezalandırılmaktadır. Roma Hukukunda cinsel suç olarak değil de şiddet suçu olarak algılansa bile cezası ölümdü. Ortaçağ Avrupasında ırza geçme, adam öldürme vatana ihanet suçu ile aynı görülmüş ve ölüm cezası ile cezalandırılmıştır. Eski Fransız Hukuku ırza geçmede mağdurun yaşını da dikkate alarak ölüme varan farklı cezalar vermiştir. İslam Hukukun’da ise Kuran yorumcuları ve Müslümanlar tecavüz suçu için, zina suçuna uygulanan hadleri (ceza şekli/ muiyyideleri) uygulamanın İslam şeriatı açısından doğru olduğunu söylerler. Çağdaş İslam hukukçularınında belirttiği gibi tecavüz suçu ve cezası ne Kuran’da ne de sünnet’te vardır. İslam tecavüz eylemini zina olarak değerlendirir ve cezalandırır. Günümüzde tecavüz ve zina kavramları farklı şuçları tanımlar, tecavüz eyleminde; bir kişinin/canlının rızası dışında cinsel saldırı sonucu isteği dışında cinsel ilişkide bulunmasıdır, zina ise (İslam şeraitine göre), evli olmayan kişi/kişilerin cinsel ilişkide bulunmasıdır. Sanırım işin püf noktasına geldik. Nedenlerini araştırmaya devam edeceğiz..

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Veronika, aydın ve siyasetçi

Bir kadın, aydın ve siyasetçi yan yana gelirse ne olur? Veronika Ölmek İstiyor Kim bu Veronika? Niye ölmek istiyor? Veronika’nın ölmek istemesi veya istememesinin aydın ve siyasetçilerle yada bizimle ne ilgisi olabilir ? Direkt olmasa da tüm toplumlar dolayısı ile bizimle de çok ilgisi var. Slovenya’da Veronika, bizde Ayşe, Fatma belki de. Veronika bir roman kahramanı. Brezilya’lı yazar Paulo Coelho’nun aynı isimli kitabının kahramanı. Coelho’nun diğer romanlarında, olaylar hep geçmiş dönemlerde geçiyor, oysa bu romanda olaylar günümüzde geçmektedir. Bu kitap çağımız insanını rahat bırakmayan “delilik” olgusunu işliyor. Toplumun normal kabul ettiği kalıpların dışına düşen insanları anlatıyor. Farklı oldukları için sık sık başka insanların önyargılarını, damgalamalarını göğüslemek zorunda kalanları irdeliyor. Yalnızlaştırılan, dışlanan insanları. İlk kez 2000 yılında Can Yayınları’ndan çıkan kitabın arka kapağında şöyle tanıtılıyor kitap; “Bosna ile sınır komşusu olan Slovenya'da geçiyor olay. Veronika, görünüşte, her istediğine sahip bir genç kadındır; renkli bir yaşam sürer, yakışıklı erkeklerle gezip tozar, ama mutlu değildir. Yaşamında bir şeylerin eksikliğini hissetmektedir. Bir gün ölmeye karar verir. Aşırı dozda ilaç alınca hastaneye kaldırılır. Orada kendisine birkaç günlük ömrü kaldığı söylenir. Akıl hastanesinde kaldığı sürece çeşitli insanlarla, çeşitli dünyalarla tanışan Veronika, yabancısı olduğu yeni duyguları keşfeder: Kin, korku, aşk, hatta cinsellik. Ölümü beklerken, çevresindeki insanları gözlemlerken, Veronika, varoluşunun her dakikasının yaşamla ölüm arasında bir seçim olduğunun farkına varır. Veronika Ölmek İstiyor, insanlığın temel sorunlarından birini içeriden bir yaklaşımla ortaya koyuyor.” Daha birçok ilginç kişilikle karşılaşırız kitapta. Bir dram olan kitabın finali beklenmedik ve mükemmel bir şekilde sonlandırılmış. Ve bu mükemmel kurgu yapılırken belki de en önemli kısım roman kahramanı psikiyatrın tedavi yönteminin masaya yatırılması. Final okur için bunu göz ardı edebilecek bir şekilde sonlandırılsa bile bence psikiyatri içinde tartışılması gereken bir son. Bizler gibi sıradan okurlar için bir anlam ifade etmese bile uzmanların gözünden kaçmayacağını düşünüyorum. Eeeee ne var bunda sonuçta bir roman. Evet ülkemiz aydınları için toplumu bilinçlendirme konusunda, ve sonuçları ile siyasetçilerimiz için ders niteliğinde bir roman. Aydın tanımı yapmanın bir anlamı yok sanırım. Ama aydınların toplum üzerinde ki etkisini yadsımakta düşünülemez. Bizlere köy gerçeğini öğreten köy enstitüleri kuşağı aydınlara ne yazık ki günümüzde rastlanmıyor. Özellikle dünya politik ve ekonomik gelişmeleri aydını, sınıfından kopararak sınıf üstü bir sırça köşk düşünürü haline getirdi. Bir davanın inatçı savunuculuğundan otoritenin sözcülüğüne, devrimcilikten mistikliğe, toplumculuktan içedönüklüğe evrildi. Edebiyat dünyamızda, damgalama haricinde delilik dediğimiz kavramı, ya da modern düşünce ile yazarsak beyinsel rahatsızlıklarla ilgili sorunları irdeleyen bir esere rastlamamız mümkün değildir. Hatta bunları sorguladığınızda size yanıt verecek bir aydında bulamazsınız. Çünkü , onların düşünceleri en doğrusudur. Aydınların en büyük rolünün toplumun bilinçlendirilmesi olduğunu düşünenlerdenim. Dünya edebiyatında aydın sorumluluğu ile hareket ederek bu tür sorunları irdeleyen tanınmış veya tanınmamış yazarın yazdığı yüzlerce kitap bulunduğu halde bizde olmamasının nedenlerini açıkçası anlamak mümkün değil. Anlamadığımız içinde yukarıda ki eleştirileri yazmamız çok normal sanırım. İktidarların teorisyenliğine soyunan ya da suya sabuna dokunmayan eserlerle bizleri avutmaya çalışan aydınlarımızla acaba sorunlarımızın bilincine nasıl varacağız? Bu tür sorunlara eğilen bir kitabı tanınmayan biri yazarsa yayınlatma sorunları ile karşı karşıya kalacaktır. Ama tanınmış bir aydının yazdıkları içeriğine bakılmadan yayınlanacaktır. Belki de bir başlangıç edebiyat tarihimizde bir çığır açacaktır. Gelelim siyasetçilerimiz için çıkarılması gereken derse. Bu ders kitaptan değil, kitabın yansımalarından çıkıyor. Onu da Paul Coelho’nun anlatımı ile görelim. “Veronika Ağustos 1998’de Brezilya’da çıktı. Eylül ayında ben 1.200’den fazla benzer deneyimlere ilişkin e-posta ve mektup aldım. Ekim ayında kitabımdaki bazı temalar –depresyon, panik atak, intihar- ulusal yansımaları olan bir seminerde tartışıldı. 22 Ocak 1999 tarihinde , Brezilyalı Senatör Eduardo Suplicy benim kitabımdan diğer senatörlere pasajlar okuyarak, son on yıldır çıkarılamayan “zihinsel kurumlara keyfi kabulü yasaklayan” yasa için onay almayı başardı.” Sanırım bu anlatım yoruma gerek kalmayacak şekilde açık ve net. Tabi ki anlayana. Okumak zor geliyorsa Sarah Michelle Gellar, Jonathan Tucker, Melissa Leo, David Thewlisve Erika Christensen'in oynayıp Emily Young'ın yönettiği 2009 yılı yapımı filmi de izleyebilirsiniz. Romanın özgün halinde hikâye Ljubljana, Slovenya'da geçmesine rağmen, film New York'ta geçmektedir.

19 Temmuz 2013 Cuma

Siyaset ve stigma(*)

14 Temmuz 2013 tarihinde; AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, MHP lideri Bahçeli'nin anayasaya ilişkin açıklamaları ve Başbakan Erdoğan'a dönük sözlerine çok sert yanıt verdi. Hayır hayır bir siyasal polemiğe girmek değil amaç. O yüzden sadece bu köşenin amacına dönük cümleleri almak istiyorum. Hüseyin Çelik “Sayın Bahçeli uçağa binmeye korkan, Ankara’da adeta kuluçkaya oturmuş bir zavallısınız ve Başbakan'a saldırıyorsunuz. Bütün yaptığınız iş budur" ifadesini kullanıyor. Diğer siyasal söylemlere MHP cephesi yine çok sert yanıtlar verdi fakat nedense bu damgalanma (stigma) konusunu es geçti. Bunun yerini Hüseyin Çelik’in “ruh hastası” olduğu söylemleri aldı. Çelişkiye bakın ki damgalama psikiyatrik hastaların yaşadığı önemli sorunlardan biridir. Bir diğer çelişkide siyasilerin önemli olan bu konuları ele alıp düzeltme yolları arayacaklarına bu hastalıklara yaklaşımlarının düzeyini çok iyi yansıtmaktadır. Aslında stigmatizasyon kendi güvensizliklerini gizlemek için geliştirilen bir savunma mekanizmasıdır. Ve işte toplumların sorunu olan damgalama, toplumu oluşturan bireyler tarafından, kişiye saygınlığını azaltıcı bir atıfta bulunulmasıdır ve bunu bu konuda mücadele etmesi beklenen bir hükümet vekilinin yapması, belki de damgalanmadan daha da tehlikelidir. Bu cümlelerden Sn.Bahçeli’nin “uçak korkusu” olduğu anlaşılmaktadır. Vardır veya yoktur burada sorun bu değil. Olması da kişinin saygınlığını azaltmaz. Çünkü kişinin özgür tercihi değildir bu. Yunan mitolojisinde dehşet tanrısı Phobos’tan adını alan Fobi, bir şeye karşı duyulan korkunun, bireyin gündelik yaşamını olumsuz yönde etkilemesi halidir. Her canlı, birey olarak varlığını tehdit eden ya da tehdit riski taşıyan varlık ve durumlardan içgüdüsel olarak kaçınır. İnsan bilincinde bu kaçınma, korku olarak algılanmaktadır. Korku bu haliyle, kişinin varlığını, yaşamını sürdürmesine hizmet eden savunma sistemlerinin bir ön-uyarı mekanizmasıdır ve yaşamın sürdürülebilmesi için gereklidir. Korkunun, "kontrolden çıkması", yaşamın sürdürülmesi için gerekli olan bir ön-uyarı sistemiyle uyum sağlanamaması anlamındadır. Kişi, o korkunun, onu kaçınmaya zorladığı durumlardan kaçınmayı sağlayamaz ya da bu kaçınma, onu duygusal olarak rahatlatmaz. Yine endişe ve korku içindedir ve bu anksiyete onun günlük yaşamını istediği tarzda sürdürmesine olanak vermez. Onun, sanki kendi dışında işleyen bir mekanizma gibi, kendi istencine hükmeden bir dış güç gibi işlev görür. Bu haliyle, yaşama hizmet eden korku, yaşama karşı olan fobiye dönüşür. Fobi toplumda sık görülen bir anksiyete bozukluğudur. Fobisi olan insanlar “fobik” diye adlandırılırlar. Yapılan araştırmalar toplumda %10 oranında fobi tespit etse de tahminen bu değer %25 dolaylarındadır. Fobiler halk arasında hastalıktan ziyade huy ya da kişilik özelliği olarak düşünüldüğünden tedaviye başvuranların sayısı azdır. Araştırmalarda fobi sıklığının beklenenden düşük çıkmasının en önemli nedeni budur. Kadınlarda erkeklere oranla iki buçuk kat daha fazla görüldüğü saptanmıştır. Fobinin nedenleri konusunda farklı ekollerin farklı açıklamaları vardır. Freud, fobiyi bilinçaltı çatışmaları olarak tanımlar. Watson'a göre ise fobi, şartlı reflekse dayanır. Korku yaratan obje, durum ya da aktivite ile karşılaşıldığında anksiyete belirtileri ortaya çıkar. Panik atakta görülen belirtilerin hemen hepsi fobik durumla karşılaşıldığında ortaya çıkabilir. Bu belirtilerden bazıları şunlardır: Çarpıntı, Yüz kızarması, Yüzde kaşınma ve yanma hissi, Titreme, Terleme, Bulanık görme, Nefes darlığı, Ağız kuruluğu, Yutkunma güçlüğü, Mide bulantısı, Bilinç kaybı, Ani tansiyon düşüşü, Bayılma vb. Aviofobi olarak adlandırılan uçuş korkusu yüzlerce çeşidi bulunan fobilerin en zor olanlarının başında gelmektedir. Uçak fobisi olan pek çok kişi de günlük yaşamlarında cesur, atik, başarılı kişilerdir. Ancak uçuş fobisi bir hastalıktır, tedavisi mümkündür. Tedavide öncelikle kişinin başka fobilerinin, depresyon, stresle ilgili bozukluklar, madde kullanımı gibi başka ruhsal sorunlarının bulunup bulunmadığı değerlendirilir. Sorunun sebebine, şiddetine ve doğasına göre ilaç tedavileri ya da psikoterapiler uygulanabilir. Psikoterapilerde hastanın uçuşla ilgili olumsuz algı ve yanlış düşüncelerinin değiştirilmesi, pozitif koşullanma, sistematik duyarsızlaştırma, gevşeme tekniklerinin öğretilmesi ve üstüne gitme ile fobinin yenilmesi mümkün olmaktadır. (*)Stigma ile ilgili olarak 15 Mayıs 2013 tarihli yazı http://www.gorunumgazetesi.com.tr/koseyazilari/damgalanma-korkusu-stigma.html http://ilhanvardar.blogspot.com/2013/05/damgalanma-korkusu-stigma.html Fobi konusunda ki bilgiler wikipedia’dan derlenmiştir.

17 Temmuz 2013 Çarşamba

KASDER, rant uğruna...

KASDER, Türkiye Kas Hastalıkları Derneği Ülkemizdeki kas hastalarının daha kaliteli yaşam sürmelerinin koşullarını yaratmak, hastalara ve topluma rehber olmak, çözüm önerileri geliştirerek uygulanmasını sağlamak amacıyla Prof.Dr. Coşkun ÖZDEMİR öncülüğünde mütevazi bir hekim odasında 1978 yılında temelleri atılan, 1991 yılında Yeşilköy’de, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden kiralanan arsa üzerine dernek üyeleri ve gönüllülerin destekleri ile birinci katı çıkılan, ardından 1992 yılında Bakırköy Belediyesi’nin katkıları ile iki kat daha çıkılarak şu anki üç katlı binasına kavuşan dernek, 1992 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile Kamu Yararına Çalışan Dernek statüsünü almıştır. 2004 yılında ise İzinsiz Yardım Toplama hakkı almıştır. Onlar, dünya dediğimiz bu gezegen üzerinde yaşayan yedi milyar insandan, genetik bir bozukluktan dolayı hücreleri distorfin (kasların her bir hücresinin zarında var olması gereken bir protein) üretemeyen milyonların ülkemizde yaşayan yüzbinleridir. Onlar, hücreleri distorfin üretemediği için kasları zayıf kalan ve zamanla yürüme yeteneğini kaybederek, bazen tekerlekli bir sandalye, bazen de başka yardımcı cihazlarla yaşamlarını sürdüren kas hastalarıdır. Onlar, türü iki yüzü geçen ve halk dilinde kas hastalığı olarak bilinen, çoğu genetik kökenli nöromüsküler hastalıklarla ilgili tanı ve tedavi yöntemleri üzerine çalışan, bilimsel araştırmalar yapan ve hayatlarını bu hastalıkların şifresini çözmeye adayan uzman hekimler, nörologlar, genetikçiler ve diğer sağlık insanlarıdır. Onlar, zayıf kalmış kaslarıyla çevresel engelleri aşamadığı için genellikle eğitimini yarım bırakmış, çoğu kez kendilerine eşlik eden bir tekerlekli sandalye ile yaşamlarını sürdüren, bazen hayatı bir trakeostomi (Nefes borusuna tıbbi amaçlarla gırtlak seviyesinin altından dışarı delik açılarak yeni bir nefes alma deliği elde etme işleminin adıdır.) ile soluyan, bazen iletişimini yalnızca kaşları ve gözleriyle gerçekleştirebilen; yine de yeri geldiğinde edebiyatta, sanatta, felsefede ve fizikte en büyük başarıları yaşayabilen kas hastalarının gönül dostlarıdır. Onlar, evrenin devasa sonsuzluğuna savrulmuş, bir toz zerresinden de küçük ve adına dünya dediğimiz bu gezegenin sevgiye, dostluğa, dayanışmaya ve fırsat tanınmaya muhtaç insanlarıdır. 35 yıldır ulusal ve uluslararası ölçekteki bilimsel ve sosyal faaliyetlerle saygın bir yeri olan dernek 2010 yılı mart ayında kiracısı olduğu arsasından, 1- Ülkenin Sivil Toplum Kuruluşu’na ihtiyacı olmadığı, 2- Derneğin üye bilgilerinin paylaşılmadığı, 3- Dernek faaliyetlerinin durdurulmasının kamu menfaatine olduğu, 4- Maddi ve parasal önceliklerin her şeyden önemli olduğu, 5- Kendi gibi düşünmeyenlere yaşama hakkı tanımayacağı gerekçeleri gösterilerek tahliye edilmek üzere iken idare mahkemesinin kararı ile tahliye önlenmiştir. Ne yazık ki İstanbul Büyükşehir Belediyesi ısrarla bu kurumu yok etmek istemektedir. 2010 yılında “yer gösterilmeden tahliye yok” diyen Başkan, kurum yöneticilerine randevu dahi vermemektedir. 2012 yılı şubat ayında ihtiyati tedbir kararı ile tahliyenin durdurulması sağlansa bile bu geçici bir karar olup kira sözleşmesinin yenilenmemesi durumunda yargısal olarak da yollar kapanmaktadır. 5 Temmuz 2013 günü CHP Tekirdağ Milletvekili Candan Yüceer durumu meclis gündemine, İçişleri bakanı Muammer Güler’in yanıtlaması istemi ile yazılı soru önergesi vererek taşıdı. Tabi ki bu soru önergelerinin hiçbir yaptırım gücü olmadığı için ilgili olmayanların da haberi olmuyor ne yazık ki. Hele hele yerel seçimler öncesi bu güne kadar bu tür toplumsal sorunlara kulak tıkayan siyasi parti örgüt yöneticileri siyasal rant sağlamak, siyasal arenanın üst basamaklarında bizlere daha böyyük hizmetler! vermek adına patır patır istifa ederlerken, işimiz zaten engellileri yok sayan ve onlar için hiçbir çaba harcamayan zihniyetin insafına terkedilmiş olacaktır. Bu tür rahatsızlığı olanların, özellikle ailelerinin işledikleri günahların cezasını çektiğine inanan zihniyeti temsil eden İBB, daha tedavisi mümkün olmayan bu tür rahatsızlığa yakalanmış insanların şarlatanların eline düşmemesi adına büyük bir çaba ve destek veren KASDER’i yok etmek istemesi çok doğal değil mi? Aynı zihniyetteki Sağlık Bakanlığı’nın bu tür tedavisi olmayan hastalıkları akapunkturla tedavi edeceğini söyleyen birine yetki vermesi sanırım yukarıdaki düşünceleri teyid etmektedir.

15 Temmuz 2013 Pazartesi

EĞER

Bugün sizlere bir şiirle seslenerek konumuzu bağlamak istiyorum. Vahabiliğin fikri olarak ortaya çıkması 1200’lü yılların sonlarına doğru Harran doğumlu İbn-i Teymiyye’dir. Ruh hali şöyle anlatılır. “Kibirli bir adamdı. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek ve büyüklerle alay etmek adeti idi.” 1700’lerin başında ise bu kişiden etkilenen Abdulvehhab ise kendisini, İslamın doğuşundan 400 yıl sonra yetişmeyen müctehid zannetmiştir. Müctehid dinin açıkça belirtilmiş ya da belirtilmemiş anlamlarını açıklayan, kitaba geçiren islam alimi demektir. Ki islamın kabul ettiği 4 mezhebin kurucu imamları müctehid idi. Abdülvehhab’ın kadı olan babası daha o devirlerde oğlunun bozuk fikirleri yaydığını görünce karşı çıkıp peşinden gidilmemesini var kuvveti ile halka duyurmaya çalışıyor. Ne yazık ki Muhammet bin Suud vasıtası ile siyasi bir cephe kazanan Vahabilik günümüze kadar gelerek bir mezhep hatta yeni bir din kimliğine kavuşturulmuştur. Bu kişilerin ruh hallerini incelemek tabi ki uzmanlara kalmış bir mesele. O yüzden insan olmanın erdemleri üzerine yazılmış bence en güzel şiirlerden biri olan Kipling’in EĞER şiiri ile seslenmek istiyorum. Bu şiir Bülent Ecevit dahil pek çok kişi tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Fakat ben Emre KONGAR’ın çevirisini tercih ediyorum. Eğer herkes çıldırmış seni suçlarken... Sen başını dik tutabilirsen, Eğer herkes senden kuşkulanırken... Sen kendine güvenebilirsen, Ama bu kuşkulara da hoşgörülü davranırsan, Eğer bekleyebilir ve beklemekten bıkmazsan, Veya hakkında yalan söylenirken... Sen yalan söylemezsen, Ya da senden nefret edilirken... Sen nefret etmezsen, Ve yine de insanlara tepeden bakmaz... Ukalalık etmezsen: Eğer düş kurabilir... Ve düşlerinin tutsağı olmazsan, Eğer düşünebilir... Ve düşünceleri ihtirasın haline getirmezsen; Eğer hem Zaferi hem de Felaketi göğüsleyebilir Ve bu iki sahtekâra da eşit davranabilirsen; Eğer söylediğin gerçeklerin... Üç kağıtçılar tarafından... Aptalları tuzağa düşürmek için çarpıtıldığını... Duymaya dayanabilirsen, Ya da yaşamını adadığın eserler yıkıldığında... İşe koyulup yıpranmış araç gereçlerinle, Onları yeniden yaratabilirsen: Bütün kazanımlarından bir yığın oluşturabilsen Ve hepsini bir yazı-turayla riske atabilsen, Ve kaybettiğinde yeniden baştan başlayabilsen Ve kayıpların hakkında tek bir söz bile etmesen; Eğer yüreğini, beynini ve kaslarını... Bütün yıpranmışlıklarından sonra bile Yeniden dönüş için zorlayabiliyorsan, Ve içinde, onlara "Dayan!" diyen... İradenden başka hiçbir şey kalmamışken... Dayanabiliyorsan Eğer erdemlerini koruyarak kalabalıklarla konuşabiliyorsan, Ya da insanlığını unutmadan krallarla birlikte yürüyebiliyorsan, Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitebiliyorsa; Eğer herkes sana güvenebiliyor ama yapamayacağın şeyleri beklemiyorsa, Eğer sen acımasızca geçen her dakikanın her saniyesini... Uzun bir maratonda gibi koşabilirsen, İşte o zaman Dünya ve içindeki her şey senindir, Ve daha önemlisi-sen artık Adam olmuşsundur oğlum! Joseph Rudyard Kipling, ( d. 30 Aralık 1865 Bombay, Hindistan – ö.17 Ocak 1936 Londra). İngiliz şair, roman ve hikâye yazarı. Çeviri : Emre KONGAR

ATATÜRK VE Hz. MUHAMMED’İN MEZARI

Son dönemlerde ülkemde yaşananlar açıkçası beni endişelendirmekte, ümitsizliğe sürüklemekte ve korkutmaktadır. Özellikle Din adına yapıldığı söylenen davranışlar daha öncede bir yazımda belirttiğim gibi bana Vahabi’liği çağrıştırmakta, hoşgörü dini olarak öğrendiğimiz İslam’ı yaşadıklarımız nerede ise inkar etmektedir. 39 ay Suudi Arabistan’da yaşayarak, döndükten sonra “eğer Türkler İslam’ı kabul etmese idi bugün İslam diye bir din kalmazdı” düşüncesi ile dönen biri olarak o kültürler mozağiyi Anadolu Müslüman’lığının götürülmek istendiği noktanın yavaş yavaş buraya kaydığını görmek gerçekten endişe ve korku verici. İslam’ı benden başka kimse bilemez mantığının, kendi fikirlerine zıt fikirleri İslam dışında kabul ederek, kanlarının mübah olduğunu, kafirlere yapılan muameleyi yapmanın onlar içinde mevzu bahis olduğunu söyleyen Vahabilerden ne farkları var. 1803-1806 tarihlerinde Taif, Mekke ve Medine’yi ele geçiren Vahabiler kadın çocuk demeden oradaki Müslümanları katlettiler. Önce Mekke’deki halifelerin evleri ve türbelerini yerle bir ettiler., alimleri astılar. Medine’de ise halkın galeyanı üzerine Hz.Muhammed’in mezarı üzerindeki Kubbeyi bırakarak diğerlerinin hepsini yerle bir ettiler. Ele geçirdikleri Tefsir, Hadis ve diğer birçok kitabı parçaladılar. Ve ne ilginçtir ki çok cahil olan bu Vahabi askerleri Kur’an-ı Kerim’leri diğer kitaplardan ayırt edemedikleri için paramparça yaparak cilt derilerinden çarıklar yaptılar. Burada bir anektod açarak ülkemde ki eğitim sisteminin neden bu kadar geriletilmek istendiğini, cahil toplumları birer ölüm fedaisi gibi kullanmanın ne kadar kolay olduğunu yaşananlar göstermektedir. Gezi eylemleri sırasında çeşitli şehirlerde ortaya çıkan palalıların, acımasızca insanlara saldırması, emir almasalar bile! bu askerleri ne kadar anımsatıyor. Ki “Onlardan bir kısmı okuma yazması olmayan ümmidirler, kitabı anlamazlar. Bir takım batıl şeyleri onlar sadece zanneder dururlar.” (Bakara:78) ayeti bu cahilliği önceden haber verdiği halde. Biliyorsunuz son olaylar da, sürekli dinlerine saldırıldığını ileri süren bu yönetimin halkın değer yargılarına, milli duygularına, hakaretler, aşağılamalar ile saldırması ile özellikle “iki ayyaş’ın kurduğu ülke” denilerek Ulu Önderimiz’e yöneltilen saldırı bir yerde fitili ateşledi. Medine’yi ele geçiren Abdulaziz bin Suud’un Medine’lilere hitaben yaptığı konuşmasında “Peygamber’in kabri başında önceleri olduğu gibi durarak, tazim için salat-ü selam getirmek çirkin bir davranıştır ve çirkin bid’atlardan olduğu için Vehabi diyanetince yasaktır.” diyor. “Şüphesiz Allah ve Melekleri Peygamber’e çok salat ve sena ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salat-ü selam getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun”(Ahzab :56) Ayeti ise bunun tam tersini söylemektedir. Dedelerinin yapamadığını gerçekleştirmek isteyen ve 1926 yılında sınırları içindeki tüm mezarlıkları yıkan, ve sıranın Hz. Muhammed’in kabrine geldiğini öğrenen Atatürk “Suudi Arabistan Kralı” olan II.Abdülaziz bin Suud’a bir telgraf çekiyor. Olayı ve belgeyi ilk kez 09.08.2008 tarihinde yazan Can Ataklı’dan okuyalım. “1981 yılında 12 Eylül askeri yönetimi Atatürk'ün 100. doğum yılı nedeniyle kapsamlı bir program hazırlamış.. Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim Kurulu'nun başına getirilmiş. Amaç Atatürk'le ilgili çeşitli kaynaklardan arşiv araştırması yapmak ve 'bilinmeyen Atatürk'ü' ortaya çıkarmakmış. Yalçıntaş, 'Dışişlerinde Münir Bey vardı.(Soyadını hatırlayamadı) İyi bir araştırmacı ve arşivciydi. Ona Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin araştırılması görevi verilmişti' diyerek anlatmaya başladı. Sonra da sürdürdü: 'Bir gün Münir Bey aradı. Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım başbakanlık binası ile dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı.'Prof. Yalçıntaş, Münir Bey'in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti: 'Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudi devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta 'Hazreti Muhammed'in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim' anlamına gelen cümleler vardı.'” Belge bulunduktan sonraki gelişmeleri yine Can Ataklı yazısında anlatıyor. “Nevzat Yalçıntaş'ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst amirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen'e geliyor. Tabii Evren Başkanlığı'ndaki Milli Güvenlik Konseyi'nin de haberi oluyor. Sorun şu: Bu belge ne yapılacak? Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor. Kısacası konu adeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde 'zevahiri kurtarmak' adına konuyor. Peki bu belge şimdi nerede? Kimin koruması altında? Bu da bilinmiyor. Bilinen tek şey, Atatürk'ün İslam aleminin peygamberi Hazreti Muhammed'in mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten saklanıyor.” Aynı yazıda Yaşar Nuri Öztürk’ünde bu belgeyi duyduğunu, Milletvekili olduktan sonra bu belgeye ulaşmak için çok çalıştığını anlatıyor. Gazi Mustafa Kemal ve İslam isimli kapsamlı çalışmasına koymak için Dışışleri Bakanlığın arşivlerinde olduğunu düşündüğü belge için Milletvekili sıfatı ile Bakan Ali Babacana’a başvurduğunu ama izin alamadığını belirtiyor. Belgenin açıklanmasını neden istemiyorlar sorusuna Öztürk’ün yanıtı ilginç. “: 'Atatürk'ü din ve İslam dışı göstermek isteyenler elbette bu belgeden rahatsız olacaklardır. Bu nedenle dini siyasete alet edenler emperyalistlerle iş birliği bile yapabiliyor. Dincilerle İslamı reddedenler bu noktada birleşebiliyor” 12.07.2013

KABE BASKINI

Temelleri 1744’te atılan Vahabi (Vehhabi)’lik emir Muhammed bin Suud ile anlaşarak siyasi bir güç kazanmış oldu. Ve Osmanlıya karşı ayaklanarak isyanlara başladılar. Vehabi’liğin kurucusu İbn-i Abdülvehhap sapık fikirlerini yaymak için sağlam bir maddi desteğe kavuşurken, Muhammed bin Suud da kendi nüfuzunu genişleterek Arap Yarımadasına sahip olmak için fırsat elde etmiş oldu. İşte 1932’de Suud krallığını kuran Vahabiler halen bu zihniyeti sürdürmekte olup gittikçe diğer Müslüman ülkeleri de etkisi altına almaya başlamıştır. Vahabilikte ölenler için dua etmek anlamsızdır, peygamberlerden şefaat dilemeyi şirk, türbe ve mezar ziyaretlerini puta tapmakla eş değer bir günah sayarlar. Bu yüzden yüzlerce sahabenin (ilk Müslümanlar) mezarını yok etmişler şimdide Hazreti Muhammet’in türbesini yok etmek için fırsat kollamaktadırlar. Dünyanın en acımasız teröristleri Vahabiler arasından çıkmaktadır, çünkü inançları hiçbir esnekliğe yer vermemektedir. Tartışmak bile kafirlikle eşdeğerdedir onlar için. Kendileri gibi düşünmeyenlere karşı içleri nefretle dolu, canlı bomba olmak onlara göre cennete giden en kestirme yol. Bunun en güzel örneğini Vahabi krallar, prens ve emirlerin ülkemize yaptıkları ziyaretlerde Anıtkabir’e gitmemelerinde görebiliriz. Ortadoğu’da ve ülkemizde son yaşanan olaylarda yönetenlerin kendi vatandaşlarına karşı olan acımasızca davranışlarında, özellikle iktidar gücünü pekiştirdikçe dini en iyi ben bilirim edası ile yaşam tarzlarına müdahele edilerek farklı düşünenleri kafir gibi görmek, açıkçası katı Vahabiliğin etkilerini düşündürmektedir. 20 Kasım 1979 tarihinde, sabah namazı kılındıktan sonra, kraliyet muhafız birliğinde görev yapmış biri önderliğinde ve farklı ülkelerden yaklaşık kimi kaynaklara göre 500 kimilerine göre 234 eylemci Harem-i Şerif’i ele geçiriyor.Bu sırada mabedin içinde 100 000’e yakın hacı bulunmaktadır. Eylemi gerçekleştirenlerin isteği mevcut monarşi rejiminin sona ermesi, batı ile olan ilişkilere son verilmesi, Amerika’ya yapılan petrol ihracatını durdurarak ülkenin ihtiyacı kadar üretim yapılarak milli servetin heba edilmemesi idi. Suud hükümeti ise ısrarla “bunlar islamiyetten çıkmış bir topluluk” diye lanse etmeye uğraşmıştı. Eylemden 5-6 yıl sonra anlatılanlara göre ise belli bir süre Harem-i Şerif’i elinde tutan grubun Mekke Yönetimini’de ele alacağı hükmünün bulunması olduğu söyleniyordu. Yani belli bir süre Kabe’de namaz kılınamazsa, Kabe’yi koruyamadığı için otomatikman o yönetimin düşmesi gerektiği konusunda bir hükümden bahsediliyor. Vahabi Suud rejimi çatışmalar sırasında ölenlerin veba salgınından öldüğü yalanına sığınıyor. Fakat günler geçtikçe isyanı bastıramıyor. Kutsal Topraklara 14 asır gayrı müslim giremediği içinde öncelikle Pakistan’dan destek istiyor. Buda işe yaramayınca önce Amerika’dan ardından da Fransa’dan gelen terör timleri ile 22 gün sonunda isyan bastırılıyor. Fakat bir handikap yaşanıyor. Amerikalı ve Fransız Hristiyan askerleri Kutsal Topraklara nasıl sokulacaktır.? İktidarlarını korumak için her tür hile ve yalana sarılarak dini kullanan yönetim buna da bir çözüm buluyor. Bir fetva ile daha önceden kağıda yazılan Kelime-i şehadet gelen Amerika’lı ve Fransız timlerine okutularak Müslüman olmaları sağlanmış? İsyanın bastırılmasında o güne kadar kullanılmayan zehirli gazlar kullanılıyor. Özellikle dışarıda bulunan eylemciler üzerinde deneniyor bu zehirli kimyasallar. Son darbe ise Mekke su inşaatı ile Kabe’nin resterasyonunu yapan o zamanlar 22 yaşında olan Usame Bin Ladin’in ailesinin şirketi kanalların planlarını vererek bu kanallardan önce su basılması ardından elektrik verilerek isyanın bastırıldığı söylentileri yaygın şekilde anlatılmaktadır. Hatta Batı’da, Kabe baskınının, 11 Eylül 2001’de ikiz kuleler saldırısı ile sesini iyice duyuran Radikal İslam şiddetinin, El Kaide’nin gelecek saldırılarına ilk ilham kaynağı olduğu tartışılmaktadır. 250 ölü ve binlerce yaralı ile bastırılan eylem Suudi rejiminin gayretleri ile tarihin unutulan sayfalarından biri haline getirilmeye çalışılmıştır. İsyancıların bir gün kolları, ertesi gün bacakları kesilerek ve daha sonraki günlerde de halka açık meydanlarda ya da gizlice idamları gerçekleştiriliyor. Bu olaydan sonra da Suud Rejimi’nin Kabe’de belli bir süre namaz kılınamazsa yönetim düşer maddesindeki süreyi çok uzun zaman dilimine çıkardığı söylenmektedir. Baskından 30 yıl sonra Arap Baharı ile çivisi çıkan bir Ortadoğu’yu anlatan Ali Çimen’in Kırık Heykel kitabı Mart 2013’te piyasaya çıktı. Hala aydınlanamayan bu esrarengiz baskın özellikle ülkemizde pek bilinmediğinden dolayı merak edenler için ilginç gelebilir. “Eğer gidip Araplarla yaşarsanız, özgürlük ve insan saygınlığı fikirlerimizi kesinlikle anlayamadıklarını görürsünüz. O ya da bu türde bir diktatörlüğün hakimiyeti altında o kadar uzun zaman yaşadılar ki onlardan özgür bir devleti başarı ile yönetmelerini nasıl bekleyebiliriz?” Soğuk Savaş döneminden beri Şam’dan Porto Rico’ya kadar bir güvenlik hattı için uğraşan ve bunun için gizli operasyonlarla hükümetleri kontrol etmeye çalışan Amerikan başkanı Eisenhower’ın 1957 lerde sarfettiği sözler bunlar. Tabi o diktatörlükleri kendilerinin besleyip büyüttükleri yıllar sonra anlaşılacaktı. 10.07.2013

YASAKLAR – II

“-Başınıza mahkemelik bir olay geldi mi? -Şirketteki arkadaşlarımın başına geldi. Mesele trafik cezası. Adam gelip arabanıza vuruyor ve suçlu siz oluyorsunuz. Gerekçesi de sen burada olmasaydın bu kaza olmayacaktı. İlginç bir saptama yapayım. Özellikle kadınlar mal gibi satıldığı ve çok pahalı olduğu için homoseksüellik oldukça yaygınlaşmıştır. Örneğin, şantiye ilk kurulduğu zaman çöplük bir alanmış. Bizim topograflarımız da Arapların bu tür ilişkilerine şahit olmuşlar. Benim de başıma böyle bir olay geldi. Alışveriş yapmak için arkadaşla şehre inmiştik. Daily Queen Fast Food’a gidiyorduk. Tam o sırada ezan okundu ve lokantacı bizi içeri almadı. Dönerken tekrar geri çağırdı. İçeri girdik, kapı arkamızdan kilitlendi. Arkadaş ‘Kadın-kız işleri nasıl burada’ diye sordu. Adam da ‘Erkek kadınlardan hoşlanmaz mısınız’ dedi . Lokanta da üç kişiydik. Bizi haremlik kısmına aldı. Peşimizde dolaşıyordu. Homoseksüel olduğu her halinden belliydi. Yanımıza geldi ve bana aniden saldırdı. Bende hayır dedim. Ayrıca dünyanın en büyük porno piyasası buradadır herhalde. -Nasıl satılıyor? -Sürekli elden ele dolaşıyor. -Yakalanırsa cezası ne? -Hapis. Arabistan’a giderken bir kaset götürdüğünüzde önce seyredilir. Birkaç gün sonra haber verilerek gelin kasetlerinizi alın denilir. Eğer yasak yayın varsa el konulur. Hakkınızda soruşturma açılır. Hatta ben de birkaç porno kaset getirmiştim Türkiye’ye. -Zinanın suçu ne ? Mesela böyle bir erkekle yakaladılar ? -Kadın evli ise kesin ölüm, erkek evli ise kırbaç cezası var. -Erkek de kadın da evli değilse ? -O zaman ailelerin anlaşmalarına bağlı. Yine de kadın ve erkeğe kırbaç cezası var. Fakat kadın evli ise recm olayı uygulanıyor. İlginç olan kısas hükmü var. Trafik kazasında birini öldürdüğünüz zaman aile sizden para alırsa davadan vaz geçiyor ve kurtuluyorsunuz. Vazgeçmezse siz de öldürülüyorsunuz. Bazen Kral da bayram ve özel günlerde böyle aflar yapıyor. -Yargılanmış tanıdığınız bir Türk var mı ? -Hapishaneler çok pis, homoseksüel ilişkiler çok yoğun. Özellikle polisler bu tür olaylarla, yani ırza geçerek işkence yapıyorlar. Bunları hep trafik cezasından içeri giren arkadaşlarımdan duydum. Orada ki din gerçek din değil, yani bizlere, Türklere öğretilen din değil. Ramazan ayında zenginler Avrupa’dadır. Uçak havalanır havalanmaz, çarşaflar ve peçeler atılır ve mini etekler giyilir. İnilen kente o şekilde girilir. Sahtekarlık var. Döndükten sonra Türkler olmasa dünya da Müslümanlığın yaşamayacağına karar verdim. Babam imam olduğu için küçük yaşlardan itibaren dini çok iyi öğrendim. Gördüklerim beni şaşkınlığa uğrattı. İbadetlere saygı yok. Sünnetleri kılmazlar. -Dini bağlılık konusunda Araplarla sohbetiniz oldu mu ? -Evet gelip vaaz verirler. Ruhlar dünyaya 7 sefer gelirmiş. Reenkarnasyonun dinimizde yeri yoktur. Fakat bende böyle bir izlenim doğdu. Ramazan ayında yemek veriyorlar diye şikayet olduğu için baskınlar düzenlenip camiye din görevlileri gelip vaaz veriyor. -Şirket size ne uyarılarda bulundu? -Şirket bir uyarıda bulunmadı. Önceden oraya giden arkadaşlar bizi uyarmıştı. “Kadınlara bakmayacak, namaz saatlerinde dışarı çıkmayacaksınız” diye. Servisler bile namaz saatlerine göre ayarlanmıştı. -Amerikalı kadınların örtünmeden dolaşabildiğini duydum. Doğru mu ? -Baskılar Hicaz bölgesinde. Cidde ve diğer kentlerde Müslüman olmayanlar başlarını örtmeden normal bir şekilde giyinerek gezebiliyorlar. Medine’nin liman kenti olan Yanbu’da denize mayoyla giren yabancı kadınlar bile var. -Peki şehirde Türk kadınları örtünmeden dolaşabiliyor mu? -Özellikle uyarılıyor ve çarşafla geziliyor. Cidde’de kontrol yapılmazsa dolaşılabiliyor. Amerikalılara çok bağlı oldukları için bir şey yapamıyorlar. Dini, iktidarı elde tutmak için kullanıyor ve yozlaştırıyorlar.” 25 Ağustos 1995 tarihli ve Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan yukarıda ki röportaj 39 ay kutsal topraklarda yaşamış olan şahsımla yapılmıştır. Konu dışı olduğu için o röportajda alkol konusu işlenmemiştir. Lakin daha o yıllarda dahi alkole ulaşmamak diye bir şey söz konusu olmuyordu. Dünyanın en katı şeriatını ve yasaklarını uygulayan bu ülkede paran ithal alkole, yoksa ev yapımı alkole ulaşmak mümkündü. Şarap gibi çok kolay yapılabilen ürünlerden bahsetmiyorum, damıtılarak yapılan daha sert içkiler söz konusu. Bizde merdiven altı üretim denilen ev atölyelerinde üretiliyor bunlar. Dolayısı ile yazıya başlarken anketlerin inandırıcılığının bulunmadığı itirazlarına karşılık orada yaşayanların gözlemlerinden yola çıkarak doğruluğu ve oranların son yıllarda artış göstermesinin normal olması yadsınamaz bir gerçek. Bu mantalite, ben iktidarda kalayımda vatandaş gizli gizli ne yaparsa yapsın sonucuna ulaşmamıza neden olmuyor mu ? Yasaklar ve cezaların caydırıcı olmadığı, bilimsel yaklaşımlar olmadan sorunun çözülemiyeceğinin en güzel kanıtı sanırım bu örnek. Yurtdışına din, daha doğrusu Vahabi milliyetçiliğini ihraç etmek için uğraşan Suud yönetiminin en yakın takipçisi olan bu ülkeyi yönetenlerin yapmak istedikleri de bu değil mi? “Akl-ı beşer nisyan ile malüldür” sözünü çok seviyor ve çok sık kullanıyorum çünkü insan aklı unutkanlıkla sakattır. 1980 faşist darbesinden sonra, ABD’nin uydurduğu -günümüzde ki Böyyük Ortadoğu Procesi -Türk-İslam sentezi ışığında Suud, Rabıta örgütü yurtdışında ki imamlarımızın maaşlarını ödemedi mi ? Yine dinin iktidarlarını pekiştirmek için kullanılmasına en güzel örnek 1979 Kabe baskını. Suud yönetiminin ısrarla unutturmaya çalıştırdığı bu olay bir kitapla yeniden gündeme geldi. Aslında Mısır’da günümüzde yaşananlar buna en güzel örnekte, Kabe baskını bir yerde Allah’ı Allah ile aldatmaya yönelik en güzel örneklerden birisi. Bu olayı bir sonraki yazımda irdeleyeceğim. 08.07.2013

YASAKLAR – I

Son beş altı yazımda din, insanı sevmek, alkol sorunu ve yasaklar konusu işlemeye çalışıyorum. Özellikle yasaklamaların çözüm olmayacağını, şeriatla yönetilen ülkelerde dahi yapılan çalışmalar ve anketler, yasak ve baskı arttıkça suç olarak görülen unsurların gittikçe arttığını göstermektedir. Hemen şu itirazları duyar gibi oluyorum. “Bu araştırmalar ve çalışmalar Batı, yani Hristiyanlar tarafından yapılmakta olup İslam’ı karalama politikalarının sonucudur. “ Acaba öyle mi? Yoksa dini kullanarak, yönetenlerin halk üzerinde ki egemenliklerini kolaylaştırmak için midir yasaklar. İsterseniz, ülkemizde yönetenlerin yaşam tarzlarına karışmadığı, yasakların daha olmadığı günlere götürmek istiyorum sizleri öncelikle. Ve ne yazık ki gelecek konusunda endişeli olanların uyarılarının göz ardı edilmesi ve güncelliğini koruduğundan dolayı da önemli bulduğum için aşağıdaki röportajla başlayıp devam etmek istiyorum tartışmamıza. Bu röportaj 1995 yazında Suudi Arabistan’da Türk Vatandaşlarının idam edilmesi olayından sonra 25 Ağustos 1995 tarihinde şimdiki Akil Adam Oral Çalışlar tarafından yapılmış olup Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanmıştır. “-Son günlerde Suudi Arabistan’da Türkler dahil birçok insanın kılıçla kesilerek idam edilmesi hakkında bir şey söylemek ister misiniz ? Siz bu havayı hissettiren olaylar gördünüz mü ? -İki olaya şahit oldum. Biri Medine’de diğeri de Medine’nin liman kenti olan Yanbu’da. Birincisinde, bayıltılmış olarak sürüklene sürüklene meydana getirilen kişiler gördüm. Fakat idamı izlemedim.İçim elvermedi. Burada önemli olan, halkın idamları sevinçle ve çığlıklarla adeta bir bayram havasında izlemesiydi. Yanbu’daki olay ise daha ilginçti. Bir otele gitmek üzere taksi görevi yapan bir “pick-up” a bindik. Yolda kalabalık bir insan kitlesinin toplandığını gören soför arabayı durdurarak ‘Araba bozuldu’ diyerek, bizi indirdikten sonra ‘Burada idam cezası var, sizde izleyin’ dedi. Bu infazı izleyebilmek için müşterisinden vazgeçmişti. İçimiz elvermediği için izlemedik. Başka bir arabayla olay yerinden uzaklaştık. -İdamlara ilişkin neler duydunuz, neler hissettiniz? Bu idamların yapılacağı önceden duyuruluyor mu ? Biliniyor mu ? - Ben Medine’deydim, yani kutsal topraklar sayılan Hicaz bölgesinde. Özellikle bu bölgeye Hıristiyanlar giremiyor. Biz burada inşaatlar yaptık. -Türk şirketleri neler yapıyor orada? -Genellikle inşaat. Ama kişisel olarak da çok Türk dükkanı var. Bu da, bir Arabın dükkanı vekil olarak bir Türk’ü tayin etmesi ile gerçekleşiyor. Pislikten bahsetmek gerekirse benim izlenimlerime göre pislik içlerine işlemiş. Yani, dinlerin Ortadoğu’ya indirilmesinin özellikle Müslümanlıkta namazın, abdestin getirilmesi bu yolla temizliği gerçekleştirebilmektir, bence. -Gündelik hayata ilişkin gözlemleriniz ? Mesela kadınlar nasıl yaşıyor ? -Bir kadın kaldırımdan adımını attığı zaman bütün arabalar durur. Fakat bu kadına saygıdan değildir. Ve özellikle namaz vakitleri erkekler camiye giderken kadınlar bir köşede oturup namazın bitmesini beklerler. Dükkanlar kapanır bu yüzden, alışveriş de yapamazlar. Burada ki kadınların hepsi çarşaflı. Peçeli olanlar da olmayanlar da var. Şurta denen din polisleri var. Bu kişiler namaz vakti dışarıda dolaşanları, kadınlara laf atanları yakalamakla uğraşan sivil örgüt aslında. Bunun yanında ayrıca polisler var. Bunlar ve halk da bu tür olaylara müdahale edebiliyor. -Medine de namaza gittiniz mi? -Evet -Onun dışında dışarıda dolaşamıyor musunuz? -Her işin kolayı bulunduğu için onun da kendi çıkarlarına göre kolaylığını bulmuşlar. Seferi olduğu zaman namaz kılınmaz. Namaz saatlerine rastlarsak arabaya atlayıp şehirde tur atmaya başlıyorlar. Arapların çoğu da aynı yöntemi izliyor. Veyahut, dükkanlarını kapatıp içeride oturuyorlar. Namaz kılıp kılmadığını Allah bilir. Yolda gördükleri zaman polis alıp götürüyor. Suudi Arabistanlı olmadığımız halde sokakta namaz vakti dolaşamıyoruz. Sokaklarda erkek kalmıyor, yalnızca kadınlar ve çocuklar kalıyor. -Diyelim dolaştınız, ne yapıyorlar ? -Camiye götürüyorlar ya da orada namaz kılmaya zorluyorlar. -İdama ilişkin başka duyduğunuz şeyler var mı ? - ‘Şu gün, şu saatte, şurada şu kişi idam edilecek’ denilerek haber veriliyor. Ve o akşamda ki haber bültenlerinde, örneğin ‘Yanbu şehrinde iki kişi şu suçtan idam edilmiştir’ diyerek idamlar halka duyuruluyor. İdamları cuma namazından sonra yaparlar. Bunun dışında pek idam yapılmaz. Taşlama, recm olayı denen kadın taşlama olayları da şöyle gerçekleşir: Mekke’den bir örnek vermek gerekirse, Kabe’nin önü mermer olduğundan buraya küçük taşlar getirilir, kadın toprağa gömülmeyip çarmıha gerilerek taşlar atılır. Ancak bunu, sadece duydum. Suçlular uyuşturularak cellatın karşısına geçiriliyor. Cellatlık, özel korumaları olan, babadan oğula geçen, çok iyi bir ücret alan, asil bir makam olarak yorumlanıyor. İdam sırasında cellatların yüzleri kapanıyor, fakat halk kimin ne olduğunu biliyor. Devam edecek….. 05.07.2013

YASAKLAR GERÇEĞİN GİZLENMESİDİR.

8 bin yıl önce Mezopotamyalıların arpayı ekmek yapmak için ilk ıslah etmesiyle bira yapımı başladı. 6 bin yıl önce Sümerler, Godin Tepelerinde (Batı İran ve Anadolu) bira ve şarap içiyorlardı. Paleolitik çağda fermente edilmiş meyve, tahıl ve baldan alkol yapılıyordu. Metanol, Yunanca Methy ve Sanskritçe Madhu kelimelerinden gelir ve bal, sarhoş eden madde anlamına gelir. Alkol kelimesi Arapçadan gelmektedir. Distilasyon,(damıtma) İS 8. yy’da Arabistan’da başlamıştır. İlk alkol tüketiminin başlamasından 8000 yıl sonra ,"Gece gündüz içen, kafa kıyak gezen bir nesil istemiyoruz. Uyanık olacak, diri olacak, bilgi ile mücehhez olacak. Böyle bir nesil istiyoruz. Bunun adımlarını atıyoruz.” denilerek bunu yasaklarla çözmeye çalışmanın bilimdışı bir yaklaşım olduğunu anlamak hiçte zor olmasa gerek. Çünkü, alkol kullanan insanların büyük çoğunluğu sınırlı düzeyde alkol kullanır. Alkol kullanımının oluşturduğu ciddi sosyal ve sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kalmazlar veya alkol nadiren yaşantılarında bir olumsuzluk teşkil eder. Tabi ki aşırı alkol kullanımı ile ilgili olarak ciddi sağlık sorunları yaşanmaktadır. Bu farklık nereden kaynaklanmakta dır ? Sosyal ve kültürel faktörler mi, psikolojik faktörler mi yoksa kalıtsal faktörler mi rol oynamaktadır. ? Bilimsel yaklaşım; alkolizmin, çoğunlukla genetik yoldan geçen, biyokimyasal bir bozukluk yada hastalık olduğunu kabul etmekten geçer. Bunun yanında yüksek dozda ve çok sık alkol tüketimine bağlı olarak geliştirilen alkol bağımlılığı da yoğunlukla görülmektedir. Bunların yanı sıra psikolojik ve sosyal baskılar hastalığı etkinleştirici sebeplerdir. Alkolizmi tanımlamak için en belirgin sinyal kişinin davranış şeklidir. Modern tıp; alkolizmi sebebi bilinmeyen, belirgin anatomik işaretleri olmayan ve alkol bağımlılığıyla ortaya çıkan bir hastalık olarak tanımlar. Ayrıca, hem psikolojik hem de fiziksel tıp, alkolizmin bir başka hastalığın, çoğunlukla da psikolojik bir bozukluğun, semptromu olabileceğini söylemektedir. Bu anlamda, alkolizm, kronik, ilerleyen bir hastalıktır ya da psikolojik veya fiziksel bir başka hastalığın belirtisidir. Hastalığın özeliği alkol bağımlılığıdır ve her alkol kullanımından sonra kişi kontrolünü kaybeder. Alkolizm hastası, fiziksel ya da psikolojik sıkıntısını gidermek için alkol tüketir ve sonunda alkollü içecek tüketimi hastanın fiziksel, zihinsel, sosyal ve ekonomik hayatını engelleyecek boyutlara ulaşır. Bu anlamda gittikçe artan psikolojik sorunları çözmeden alkol yasakları ile sorunun çözülebileceğini düşünmek inandırıcı olmadığı gibi gerçeği de yansıtmamaktadır. Dini anlamda ele alırsak Kahire nin etkili el-Ezher Üniversitesinden Enes Aboshady adlı bir bilim adamı, “Bazı din adamlarının Kuran’da belirtilen üzüm ve hurmadan yapılmadığı sürece içkiye izin verilebileceğini” öne sürüyor. Ama bu konuda fetva vermek için kimsenin cesaret edemediğini de ilave ediyor. Bunun yanı sıra The Economist’in, Humphrey Serjeantson adlı Pazar araştırma şirketinin bulgularına dayanarak verdiği bir habere göre Müslüman Orta Doğu’da 2001- 2011 yılları arasında ki alkol satışı % 72 oranında artmıştır. Bu dönemde ki küresel alkol satış ortalaması % 30 olduğu halde. Bu artışta gayrı müslimler ve yabancıları tek başına düşünmek mümkün değildir. Ki bu artış küresel içki şirketlerinin gözünü kamaştıracak cinstendir. Alkolün tehlikelerini görmezden gelmek ve gençlerde içkiyi teşvik etmek hiçbirimizin amacı olamaz. Ama yasaklarla da çözüm bulmak mümkün değildir. Ki Dünya Sağlık Örgütü verileri de ülkemizin alkol tüketimi konusunda dünya sıralamasının çok gerisinde yer aldığını göstermektedir.. “Çok sıkı dinsel baskı, kısıtlama ve yasaklamaların yapıldığı ülkeler Dünya Sağlık Örgütü istatistiklerinde yer almıyor. Çünkü ülkelerinde böyle bir problem bulunduğunu kabul etmiyorlar. Bu nedenle bilimsel araştırmalara ve yayınlara çok nadiren rastlanır. Böyle nadir araştırmalardan biri İran’ın Tebriz şehrinde 2005- 2006 yıllarında 16 yaşındaki gençler üzerinde yapılmış. Gençler, kendilerine yöneltilen yazılı soruları isimlerini bildirmeksizin kendileri cevaplamış. Buna göre gençlerin yüzde 10’unun alkol ve yüzde 2.2’sinin madde kullandığı anlaşılıyor.”(1) “Suudi Arabistan’da kesinlikle yasak ve günah kabul edilmesine rağmen alkol ve uyuşturucu-uyarıcı madde kullanımı ve bağımlılığının sorun niteliğinde olduğu uzmanlarca bildiriliyor İlk kez 1987 yılında sadece madde bağımlısı erkeklerin tedavisiyle ilgili olmak üzere Riyat’ta Al-Amal Hastanesi açılmış. Taburcu olanların dörte biri yine alkol ve maddeye başladıkları için üç kereden fazla sayıda hastaneye yatırılmışlar. Bağımlıların yüzde 24’ü alkol, yüzde 23’ü sedatif, geri kalanlar uyuşturucu- uyarıcı maddeler kullanmış. Kadın bağımlılar doğrudan Cidde’de psikiyatri hastanesine alınmışlar, kadınlarda bağımlılık oranı yüzde 2.7 bulunmuş.”(2) “Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki bağımlıların karşılaştırıldığı bir araştırmaya göre Suudi Arabistan’daki bağımlıların en büyük bölümü eroin, Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki bağımlıların en büyük bölümü esrar, alkol, sedatifler, uyarıcılar ve kokain bağımlısıdır. Araştırma iki gerçeği önemle vurgular. Esrar ve alkol her iki ülkedeki bağımlılar için de en çok tercih edilen maddelerdir. İkincisi, Birleşik Arap Emirlikleri’nde çok daha fazla sayıda kişi, tek maddeye değil, birden çok sayıda maddeye bağımlıdır” (3) Yine Mayıs 2013’te KONDA Firmasının anketine göre Sofuların % 9’u, dindarların % 11’i “inançlıyım” diyenlerin % 41’i inançsızların da % 65’i alkol tüketiyor. Son bir not Türkiye’de 2004 yılında yaklaşık 898 milyon litre alkollü içki satışı yapılmışken bu satış 2012 yılında 1.127 milyar litreye çıkmıştır. Yorum sizlerin (1), (2), (3) Prof.Dr.Aysel Ekşi-Psikiyatr ; 18 Temmuz 2011, CUMHURİYET 03.07.2013

ALKOL YASASI

Son dönemlerde gündemde olan alkol kullanımı ile ilgili “beceremiyorsam yasaklarım” mantığı ile çıkarılan yasanın handikapları konusunda bilimsel bir çalışmayı daha fazla kesime ulaştırmak amacı ile paylaşmak istiyorum. İşin kolayına kaçmak olarak yorumlayabilirsiniz. Fakat uzman olunmayan konularda bilimsellikten uzaklaşmamak adına sık sık bilimsel çalışmalardan faydalandığım yazılardan da anlaşılmaktadır. Ekteki çalışma Türkiye Psikiyatri Derneği “Alkol Kullanımında Sınırlamalara ve Yapılan Tanımlamalara ilişkin Gerçekler ve Bilimsel Değerlendirme” başlıklı raporudur. Tüm alkol kullananların alkol bağımlısı oldukları bilim dışı bir iddiadır. Alkol kullanımı ve alkol kötüye kullanımı ve bağımlılığı farklı olgulardır. Alkolün sosyal kullanımı bir ruhsal hastalık ya da bağımlılık şeklinde değerlendirilemez. Sağlık politikalarında amaç toplumu bilgilendirerek ve bilinçlendirerek aşırı alkol kullanımının, bağımlılık ve kötüye kullanımın gelişmesinin önüne geçilmesi olmalıdır. Bunun için risk altındaki grupların erişiminin kısıtlanmasına yönelik bazı düzenlemeler getirilmesi de gereklidir. Ancak bu kısıtlamalar risk analizleri, gereksinimler dikkate alınarak yapılmalı; başka ülkelerin kendilerine özgü gereksinimleri ve risk analizlerinin tercümesi ile yapılmamalıdır. Bu şekilde yapıldığında bu toplum tarafından “alkol yasağı” şeklinde algılanacak, alkol kullananların etiketlenmesine yol açacak, toplumda bölünmeye yol açacak ve alkol kullanımının denetim dışına çıkmasına yol açacaktır. Asıl bu durum gelecekte alkol kullanım bozukluklarının gelişmesine neden olacaktır. Sosyal düzeyde dahi alkol kullananlara yönelik bu damgalayıcı tutum, alkol bağımlısı ve kötüye kullanımı olan kişilerin saklı bir popülasyon olarak kalmasına neden olacaktır. Bu kişiler yardım aramaktan kaçınacak, fiziksel, ruhsal ve sosyal birçok sorunun yaşanmasını artıracaktır. Kısa müdahaleler ile önlenebilecek kötüye kullanım ve bağımlılığın gelişmesi, damgalanma endişesi ile gizli kalacaktır. 18 yaş altı gençler arasında alkol ve madde kullanımının önlenmesi önemli bir konudur. 18 yaş altı gençler arasında alkol kullanımının azalmasına karşın, yasadışı madde kullanımının arttığı tedaviye başvuran kişiler arasında göze çarpmaktadır. 2003-2005 yılları arasında yatarak tedaviye başvuran 18 yaş altı gençler arasında alkol kullanım oranı %19,3, esrar kullanım oranı %41,5 iken; 2012-2013 yılları arasında alkol kullanım oranı %1,9, esrar kullanım oranı %78,6 bulunmuştur. Bu sonuçlar 18 yaş altı gençler arasında yasadışı madde kullanımına bir kayma olduğunu göstermektedir. Alkol ile ilişkili düzenlemeler dikkate alınacak olursa: EVET Alkollü içkilere ulaşabilirlik azaldıkça alkol tüketimi azalmaktadır. Alkollü içki fiyatları arttıkça alkol tüketimi azalmaktadır. Alkollü içki reklamları azaldıkça alkol tüketimi azalmaktadır. Genç yaşta olan nüfusun alkollü içkilere erişiminin azalması yetişkinlikte alkol bağımlılığı riskini azaltmaktadır. Alkollü araç kullanımı risklidir ve bir halk sağlığı sorunudur. AMA Alkollü içki kullanan herkes bağımlı değildir. Alkollü içki kullanan herkes potansiyel suçlu değildir. Sorun yaratan alkolün kontrolsüz kullanımıdır. Alkollü içkilerin saklanması ve gizli tüketilmesi veya yasaklanması bu içkilere ilgiyi azaltmamakta, tersine arttırmaktadır. Alkollü içki fiyatları arttıkça, kaçak içki veya insan sağlığına zararlı üretim artmaktadır. Alkol sigara gibi değildir. Politikaları farklı olmalıdır. Sigara içen çevresine doğrudan zarar verir. Bu nedenle, sigaranın kısıtlanması toplumsal bir gerekliliktir. Ama alkollü içkilerden görülecek zararı kabul etmek veya etmemek daha çok kişisel tercih sorunudur. Alkolü sorun yaratacak tarzda kullananlar temel alınarak yani kötü örneklere dayanarak bir düzenleme getirildiğinde, bazı insanlar da bu durumu yaşam tarzlarına müdahale olarak algılamaya başlarlar. ÖTE YANDAN Ülkemizde gençleri korumak için var olan yasalar oldukça yeterlidir. Örneğin 18 yaşından küçüklere alkol satışı yasaktır. Ama bu yasa uygulanmamaktadır. Gençler alkollü okul partilerini kafeler gibi yerlerde rahatlıkla düzenlemekte, tekel bayilerinden hiç kimlik sorulmadan alkollü içki satın alabilmektedir. Bu durum engellenmediği sürece, alkollü içkileri toplumdan izole etmeye çalışan yöntemlerin etkinliği olmayacaktır. Ülkemizde alkollü içki satılan mekan sayısı çok düşük olan illerimizde alkollü içki tüketimi oldukça yüksektir. Bunun nedeni, o illerde alkollü içkilerin yol kenarlarında veya başka gizli mekanlarda kullanılmasıdır. Unutmayalım, sistem dışına çıkan davranışlar denetlenemez ve önlemez. Ülkemizde etkin, standardize ve bağımlılığı önlemeye yönelik bilimsel çalışmalar yok denecek kadar azdır. Önleme politikaları çeşitlilik göstermelidir.Devletin desteklediği, tekelden yapılan önleme politikalarının etkili olmadığı bir çok çalışmada gösterilmiştir. Farklı yöntemleri içeren, farklı kurumların geliştirdiği, etkinliği gösterilmiş programlar önleme (prevention) niteliği taşıyabilir. SONUÇ OLARAK Yasaklamak değil düzenleme getirmek gereklidir. Yasaklamalar, çoğunlukla inanç perspektifini temel alırken düzenleme, bilimsel temele dayalı bir önleme ve halk sağlığı politikasıdır. Yasak işe yaramaz ama düzenleme işe yarar. Alkol politikaları dediğimiz şey, bir yasaklar bütününden ziyade bir düzenlemedir. Alkol kullanımına dair yapılacak düzenlemelerin sadece yasa yapıcılardan oluşan kişilerce değil, bağımlılık alanında çalışan deneyimli bilim insanlarının katılımı ve önerileri doğrultusunda düzenlenmesi gereklidir. Bunun için Türkiye Psikiyatri Derneği Alkol Madde Kullanım Bozuklukları Çalışma Biriminden görüş alınabilir. Kullanımın yasaklanmasından ziyade: örneğin,erişkin olmayanlara alkol satılması, alkollü araç kullanımı, alkolle bağlantılı şiddet davranışlarına uygulanacak cezaların yeniden düzenlenmesi; ciddi yaptırımlara tabi kılınması; sonrasında da bu düzenlemelerin ödünsüzce takibinin yapılması tümden yasaklama ediminden daha makul ve gerçekçi bir adım olacaktır. Yasaklayınca insanlar bir yolunu bulur, yine içer. Alkol bağımlılığını önlemenin bilimsel yolları vardır, ama uygulamak için biraz emek harcamak gerekir. "Emeğe ne gerek var, emredersin içmezler!" bakışının her zaman hüsranla sonuçlandığını unutmamak gereklidir. Kolaycılık çözüm değil sorun getirir. Türkiye Psikiyatri Derneği, Alkol ve Madde Kullanım Bozuklukları Çalışma Birimi 01.07.2013

KLONLAMA ve BTK SİZİNDE BAŞINIZA GELEBİLİR………….

Geçtiğimiz günlerde cep telefonuma kullandığım operatörden “YASAL UYARI” başlıklı bir mesaj geldi. Aynen şöyle yazıyordu. “35530200xxxxxxx” IMEI nolu cihaz klonlu listesinde olduğu için xx.xx.2013 tarihinde kullanım dışı bırakılacaktır. Hattınız açık kalacaktır. Bilgi için 444 x xxx” İletişim benim için sadece haberleşmeden ibaret olduğundan ve telefonumda hala bu konuda iş gördüğünden değiştirme ihtiyacı hissetmedim. Fakat bu uyarıdan sonra yaptığım kısa bir araştırma küresel sermayenin bizleri nasıl kullandığını da öğretmiş oldu bana. Önce oradan başlamakta fayda var. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu Mobil Cihaz Kayıt Sistemine IMEI nosunu girdiğimde bu numaranın başka cihazlara kopyalandığı bilgisini verdikten sonra üretici firma ve marka model bilgilerinde, markasına güvenerek aldığım ve kullandığım telefonla alakasız bir firma ile karşılaştım. Daha da ilginci böyle bir model telefona rastlanmıyordu. Uluslararası standartlara göre 15 haneli IMEI numarasının ilk 8 hanesi üretici firma ile marka ve model bilgilerini içeriyor. Ve bu listeyi incelediğimde kullandığım telefonun markası ile bu güne kadar tek bir telefon dahi üretilmemiş olduğunu anladım. Küresel sermayenin taşeronlara mal ürettirerek ürüne kendi markasını bastığını biliyorduk. İlk kez Çin kökenli bir firmanın lisansı ile üretim yapan sözde güvenilir bir küresel sermayeye rastlıyorum. Aptal yerine konduğumu da telefonun içini açıp pili kaldırdığımda yazan modeli görünce anladım. Telefonun üzerinde yazan modelle hiç alakası yoktu. IMEI numarasında ki modelle tıpa tıp aynı idi. Şimdide gelelim ülkemizde ki uygulamaya. Telekomünikasyon sektörünü düzenleme ve denetleme fonksiyonunun bağımsız bir idari otorite tarafından yürütülmesi amacıyla 2813 sayılı Telsiz Kanununda değişiklik yapan 27.1.2000 tarihli ve 4502 sayılı Kanunla kurulan Telekomünikasyon Kurumu, 10.11.2008 tarihli ve 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu ile yeni bir düzenlemeye tabi olmuş ve adı Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu olarak değiştirilmiştir. 2813 sayılı Telsiz Kanunu yeni bir düzenleme ile Kanunun adı Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumunun Kuruluşuna İlişkin Kanunu olarak değiştirilmiştir. Ve bu kurum (BTK - Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu) Mobil Cihaz Kayıt Sistemi altında bir veri tabanı oluşturarak kayıp, kaçak, çalıntı, elektronik kimlik bilgisi değiştirilmiş cihazları tespit etmektedir. Ve sistemin kuruluş amacı şöyle açıklanmaktadır. “Dünyada benzer sistemler bulunmakla birlikte ilk ve tek olarak, kayıt dışı ve kaçak cep telefonlarını bloke etme özelliğine sahip bir sistem kurulabilmiştir. Böylelikle sadece çalıntı değil aynı zamanda vergi kaybına uğratan ve sektörde haksız rekabete neden olan kaçak cep telefonu pazarının da engellenmesi hedeflenmektedir. Yapılan çalışmanın hızlı ve verimli olabilmesi için paralel çalışan pek çok sistem bir araya getirilerek işlem gücü yüksek büyük bir sistem oluşturulmuştur. Özel amaçlı oluşturulan bu sistem ile milyonlarca veri doğru ve hızlı bir biçimde değerlendirilebilmektedir.” Şimdi yaklaşık 6-7 yıl önce yine ülkenin saygın bir teknoloji mağazasından fatura ile alınmış ve aynı operatörün hattı ile kullanılmış bir telefonun elektronik kimlik bilgisi kopyalanırsa bu dahiyane sistem bunu nasıl algılayamaz?. Ve belirtilen süre içinde benden fatura alıp ilgili yerlere vermem, telefonumun kullanım dışı kalmaması için kaçak olmadığını ispatlamam gerektiği söyleniyor. Vergi Usul Kanunu madde 253 faturaların 5 yıl saklanmasını zorunlu kılıyor. Ben faturayı buldum diyelim aldığım firma bulamayacak. Amaç ne anlaşılamamaktadır. Bu kurum özellikle Çin’den kaçak getirilen telefonlara özellikle kullanılmayan bu numaraların kopyalandığını bilmiyor mu.? Ve de şu an üretimden kalkan bir model için uluslararası standartlara göre tespit edilmiş bu numara yeni üretilen bir telefona kopyalandığında nasıl fark edilmez. Karşılaştırma kriterleri bu dahiyane ve dünyada ilk ve tek olan programda neden düşünülemedi… Üretici, ithalatçı, satıcı fatura bilgileri ile birlikte IMEI numaraları veri tabanına girilse o telefon hurdaya ayrılsa, kullanılmasa bile yeni kayıtlarda hangisinin gerçek hangisinin sahte olduğunu anlamak için dahi olmaya gerek yok sanırım. Programlayan, düşünebilen, üretebilen, kullanabilen insan faktörü olmadıktan sonra en muhteşem teknolojilerin dahi işe yaramayacağını bu basit olay dahi göstermektedir. O yüzden siz siz olun madur olmamak için kanunun öngördüğünü değil, uygulamaların ışığında bu tür cihazlarınızın faturalarını o cihazı kullandığınız sürece saklayın. Ve cep telefonunuzda *#06# tuşlarına bastığınızda ekranınızda beliren 15 karakterlik numara sizin IMEI numaranızdır. Bu numarayı ekte verdiğim adresten sorgularsanız telefonunuzun klonlanıp kopyalanmadığını anlayabilirsiniz. http://www.mcks.gov.tr/tr/imeisorgu.php? 28.06.2013

YARADILANI SEVMEK…..III

İki yazıdır dinsel içerikte teşkil eden Yaradan’dan ötürü “insanı sevmek” kavramını tartışıyorum. Aslında tartışma kavrama yönelik değil uygulamalara yönelik. Özellikle yöneten durumunda olanların samimiyetini yansıtıp yansıtmadığını tartışıyoruz. Ve de bir iktidar döneminde şiddet gittikçe tırmanıyorsa, o iktidardakilerin sevgiden, sevmekten hele hele “Yaradan’dan dolayı sevmekten” söz etmeleri hangi oranda samimi acaba. Burada, demokratik hak ve özgürlükler için yapılan eylemlerdeki polisin aşırı şiddet uygulamasından bahsetmiyorum. Hoş burada da emri insan sevgisi olanlar veriyor belki ama konumuz artan bu şiddet değil. Bir salgın boyutlarında küresel sağlık sorunu olarak “kadına yönelik şiddetten” bahsediyorum. Bu küresel şiddet öyle boyutlara ulaştı ki, ilk kez Hijyen ve Tropikal Tıp London School ve Güney Afrika Tıbbi Araştırma Konseyi işbirliği ile WHO (Dünya Sağlık Örgütü)’ü tarafında 20 Haziran 2013’te yayınlanan yeni bir rapora göre, fiziksel veya cinsel şiddet tüm kadınları etkileyen bir halk sağlığı sorunu haline gelmiş durumdadır. Rapor, kadınlara karşı şiddetin yaygınlığı ve sağlık üzerine etkileri konusunda ilk sistematik çalışmayı temsil etmektedir. Çalışma dünya çapında kadınların % 30’unu etkileyen kadına yönelik şiddetin en sık rastlanan tipinin yakınları tarafından uygulandığını göstermektedir. Kadın ve kız çocuklarının beden ve ruh sağlığı üzerine etkilerinin belli başlıları, kırık kemiklerden gebelikle ilgili komplikasyonlara, ruhsal sorunlar ve sosyal ilişkilerdeki bozulmaya kadar uzanmaktadır. Öldürülen kadınların %38’i en yakınları tarafından öldürüldü, en yakınları tarafından fiziksel ve cinsel şiddet yaşayan kadınların % 42’sinde kalıcı hasarlar ve yaralanmalar bulundu. Şiddet yaşamış kadınların, şiddet yaşamamış kadınlara göre depresyona girme oranı nerede ise iki kat daha fazla ve şiddet, kadın ruh sağlığı sorunları için önemli bir etkendir. Yakınları tarafından şiddete maruz kalan kadınların alkol kullanım sorunları diğer kadınlara göre iki kat artmaktadır. Cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar, fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kalan kadınlarda 1,5 kat daha fazladır. İstenmeyen gebelik ve kürtaj, fiziksel ve cinsel şiddet yaşayan kadınlar da , bu şiddeti yaşamayan kadınlara oranla iki kat daha fazla olduğu tespit ediliyor. Şiddet yaşayan kadınların düşük ağırlıklı bebek sahibi olmaları % 16 daha fazladır. Hijyen ve Tropikal Tıp London School’dan Profofesör Charlotte Watts “Bu yeni veri kadına yönelik şiddetin son derece yaygın olduğunu göstermektedir. Acilen bu küresel kadın sağlığı sorunu altında yatan nedenleri bulup önlemek için yatırım yapmamız gerekmektedir” demektedir. Ruhsal hastalıklarda olduğu gibi veri eksikliği ve stigma (damgalanma korkusu) ne yazık ki bu konuda da karşımıza çıkıyor. Damgalanma korkusu olmayan cinsel şiddet yaşamış bir çok kadının yakını olmayanlar tarafından cinsel şiddete maruz kalmayı önleyebileceği düşünülmektedir. Veri toplama konusunda ki en önemli engel bu şiddetin en yakınlar tarafından uygulanıyor olmasıdır. Bu engellere rağmen, küresel anlamda kadınların% 7.2 'i yakınları haricinde cinsel şiddete maruz kaldığını bildirmiştir. Yakınları tarafından şiddete maruz kalan kadınlara göre depresyon ya da anksiyete’ye girme olasılığı 2.3, alkol bozukluklarının 2.6 kat fazla olma olasılığı vardır. Rapor, sosyal ve kültürel faktörleri ele alarak kadına yönelik şiddetin her türünü önlemek için küresel çabaların arttırılması konusunda bir çağrı niteliğindedir. Bölgesel verilere göre yakınları tarafından şiddete maruz kalarak en kötü etkilenen bölgelerde görülme sıklığı şöyledir; Güney-Doğu Asya %37.7, Doğu Akdeniz %37, Afrika %36. Yakınları ya da yakını olmayan, 15 yaş ve daha yukarı kadınlara uygulanan cinsel şiddet yaygınlık oranları; Afrika % 45.6, Amerika % 36.1, Doğu Akdeniz %36.4 (Bu bölgede yakınları harici cinsel şiddet için veri yoktur- Ve bu bölge Afganistan, Bahreyn, Cibuti, Mısır, Iran, Iraq, Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Libya, Fas, Umman, Pakistan, Katar, Suudi Arabistan, Somali, Güney Sudan, Sudan, Suriye, Birleşik Arab Emirlikleri, Tunus, Yemen’i kapsamaktadır) Avrupa %27.2, Güney Doğu Asya % 40.2, Batı Pasifik %27.9, Yüksek gelirli ülkeler % 32.7’dir. Her ne kadar Türkiye, WHO’ü Bölgeleri içinde Avrupa’ya dahil görünse de son on yıldır kadına yönelik cinsel ve fiziksel şiddetin dozajının gittikçe artması Avrupa ortalamasının çok çok üzerinde olduğumuzu düşündürmektedir. Bunun için veri olmasa da basına yansıyan haberler en büyük veri kaynağımızdır. Ayrı bir yazı konusu olsa da alkol problemlerinin ruhsal hastalıklarla ilgisi ve bu son raporda da şiddet arttıkça alkol sorunlarının arttığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Dolayısı ile alkol yasaklanarak sorunun çözülemeyeceği, neden-sonuç ilişkisi irdelenerek bu tür sorunların üstesinden gelebileceğimiz aşikardır. “Yaradan’dan dolayı, yaradılanı sevmek” sözle, yasaklarla değil, uygulamalarla, sorunların kökenine inerek sorunları çözmekle mümkün olabilecektir. 26.06.2013

YARADILANI SEVMEK….II

Yaradılanı sevmek ayrım yapmadan sevebilmektir. Son dönemlerde moda olan bir deyim daha türedi. Marjinal. Kısaca toplumda görüş ve yaşayış biçimi ile uçlarda bulunan, çizgi dışı, aykırı kimselere diyebiliriz. Ve ne yazık ki ülkemizde bu deyim kendi gibi düşünmeyen, yaşam tarzı farklı olan, teröre yatkın, azınlıkta olan, aklınıza gelebilecek her türlü kötülük potansiyeline sahip, alkolik, olur olmaz yerde seks yapan, topluma aldırmayan, ötekileştirilen insanlar için siyasi rant sağlayıp toplumu bölmeye yönelik hangi kötü anlam varsa yüklenilmeye çalışılan bir deyim olmuştur. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde en marjinal grup, ruhsal ve psikolojik hastalığı olan kişilerdir. Ruhsal ve psikososyal(insan biyo-psiko-sosyal bir varlıktır. Beden sağlığı, ruh sağlığı ve sosyal sağlık insan sağlığını oluşturan üç öğedir. Bunlardan herhangi biri bozulacak olursa olumsuz yansımalara neden olur. Birçok ülke tarihinde psiko-sosyal boyutlu kişilik bozukluğu olan liderler nedeni ile milletlerini kaosa sürüklediği, acı çekmesi ve zulüm görmesine neden olduklarına dair birçok trajik örnek mevcuttur) hastaların ezici bir çoğunluğu, yoksulluk, kötü sağlık ve fiziksel yaşam, ayrıca insan hakları ihlallerine maruz kalmaktadır. Onlar ayrımcılığa maruz kalarak fiziksel ve cinsel mağduriyeti son derce yüksek oranlarda yaşarlar. Kalkınma faaliyetleri içinde birçok program bu savunmasız grubu görmezden gelerek dışlamaya devam etmektedir. WHO (Dünya Sağlık Örgütü) ‘nün hazırlayıp Birleşmiş Milletlerin 16 Eylül 2010’da piyasaya sürdüğü “Savunmasız bir grup olarak ruh sağlığı sorunları olan kişleri hedefleyen” rapora göre, Kalkınma ve yoksullukla mücadele programlarının çoğu ruhsal ve psikososyal engellilere ulaşamamaktadır. Örneğin %75 ve %85 arasında ruh sağlığı tedavisine erişmek için hazırlanan bir form dahi yoktur. Zihinsel ve psikososyal engelliler %90 gibi yüksek işsizlik oranlarına sahiptir. Ayrıca insanların potansiyellerini tam karşılamak için eğitim ve mesleki fırsatlar verilmemektedir. Meydan büyük. Ruh sağlığı bozuk kişilerin genel nüfusa oranla çok daha fazla sakatlık deneyimi ve zamanından önce ölme olasılığı vardır. Ruh sağlığı koşulları düşük ve orta gelirli ülkelerde genel sağlık koşullarının %8.8, toplam hastalık yükünün %16.6’sını kapsamaktadır. Depresyon orta gelirli ülkelerde ölüm ve sakatlıkla biten hastalık yükünün en yüksek ikinci nedenidir, düşük gelirli ülkelerde 2030 yılına kadar en yüksek üçüncü nedeni olacaktır. Ruhsal ve psikososyal hastaların özel ihtiyaçlarını karşılamak üzere nasıl bir yol izlenmelidir? Ruh sağlığı hizmetlerinin birinci basamak bakımı da dahil olmak üzere bütün sağlık hizmetleri içine sistematik olarak entegre edilmelidir. Ruh sağlığı sorunları daha geniş sağlık politikaları, programları ve ortaklıklara entegre edilmelidir. Ruh sağlığı acil durumlar sırasında ve sonrasında hizmetlere dahil edilmelidir. Ruh sağlığı sorunları, sosyal hizmetler ve konut geliştirme kapsamında dikkate alınmalıdır. Ruh sağlığı sorunları eğitimide içine katarak , ruhsal ve psikososyal engelli çocukların okullaşma sürecinin desteklenmesi gerekmektedir. İstihdam ve gelir getirici fırsatların ruhsal ve psikososyal engelliler için oluşturulması gerekir. İnsan hakları ruhsal ve psikososyal engelli insanlarında haklarını koruyan politikalar ve yasalar geliştirmek suretiyle güçlendirilmelidir. Hizmet kullanıcı liderliğindeki hareketlerin desteği de dahil olmak üzere halkla ilişkilere katmak için ruhsal ve psikososyal engelli insanların kapasitesini geliştirmeye yatırım yapılmalıdır, Kalkınma aktörlerinin karar alma süreçlerinde ruhsal ve psikososyal engelliler dahil etme mekanizmaları oluşturmalıdır. Zihinsel ve nörolojik bozukluklar dünya çapında oldukça yaygındır. Özellikle ruhsal ve nörolojik bozukluklar ölümlerin %11’inden sorumludur. Bu hastalıkların büyüklüğü ve yükünün çok büyük olması, küresel öncelikli sağlık sorunları olarak ele alınmasını gerektirmektedir. Hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde genel nüfusun yaşlanması sonucu nörolojik bozukluklarda dahil olmak üzere pek çok kronik ve ilerleyici fiziksel ve zihinsel koşulların yaygınlaşmasını arttırmaktadır. Nöropsikiyatrik bozukluklar nedeniyle toplam hastalık yükünün global oransal payı 2020 yılına kadar %14,7’ye yükselmesi beklenmektedir. Bu konudaki çalışmalarda başarılı olabilmek için, programın nörolojik hizmetleri sağlık sistemlerinin her düzeyinde özellikle hastanın tedavi ve bakım almasının sağlık ocaklarında verilmesi gerekliliği önerilmektedir. Eksikliklerin giderilmesi ve yeterli sağlık hizmeti sunumu için engelleri içeren nörolojik kaynakların değerlendirilmesi, insan kaynaklarının kestirimi, maliyet ve sağlık ihtiyaçlarının değerlendirilmesi, hizmetlerin organizasyonu, nörolojik hastalıkların halk sağlığı üzerindeki etkilerini azaltmak ve önlemek için epidemiyolojik (toplumdaki hastalık, kaza ve sağlıkla ilgili durumların dağılımını, görülme sıklıklarını ve bunları etkileyen belirteçleri inceleyen bir tıp bilimi dalıdır) veri toplama dahil tüm stratejiler benimsenmelidir. Bu tür rahatsızlıklarla uğraşan sağlık çalışanlarının eğitimi, hastalıkların kontrolü için programlar ve politikaların planlanması ve özel stratejilerin oluşturulması, uygulanması hastalıkların önlenmesinde etkili olacaktır. Bu konuda da ulusal ve uluslararası ilgili sivil toplum kuruluşları ile işbirliğine gidilmesinin önemi vurgulanmaktadır. Bunları ben yazmıyorum. Bu söylemler Dünya Sağlık Örgütünün üye ülkelerle paylaştığı çalışmalardan derlenmiştir. Ve bu öneriler tüm üye ülkelere yöneliktir. Ruhsal ve psikososyal engelli insanlar unutularak Yaradılanı sevmek eksik kalmıyor mu? 24.06.2013

YARADILANI SEVMEK……. – I

Son dönemlerde moda olan Yunus Emre’nin “Yaradılanı severim, Yaradan’dan ötürü” sözünü; bu sözü sık sık kullananlar gerçekten samimi ya da kalben destekliyorlar mı? Çünkü, Tasavvuf edebiyatının en büyük şairi olan ve Hacı Bektaş-ı Veli Dergahından geçen, Alevi-Bektaşi inancını zenginleştiren Yunus, insan olan herkese karşı; fakir, zengin, Hıristiyan ve Müslüman ayrımı yapmayan, engin sevgiyle bağlıdır. Ondaki insan sevgisi, insan'da Allah'tan bir parça, bir cevher bulunduğu inancındandır. Osmanlıdan günümüze kadar süregelen Kuyucu Murat Paşalar zihniyetinin bu kültürü ezmek için yaptıklarını tarih yazmaktadır. Daha da önemlisi, Tasavvufçular şeriat kalıplarının dışına taşan dini tutumları ve anlatımlarındaki hayal, sembolizm, gerçeklik karışımı ifadelerle değişik eleştirilerin hedefi olmuşlardır. Eleştirilerin en çarpıcı olanları ahlaki yozlaşma, müslüman din anlayışının bozulması, İslamın insana bakış açısının tasavvuf eliyle bozulması düşünceleridir. Tasavvufçuların şeriat kalıplarının dışına taşan din tutumlarını eleştiren ve “ben şeriatçıyım” diyen bir inananın Yunus’un sözüne sarılması ne kadar gerçekçi ve inandırıcı yorumunu sizlere bırakıyorum. * * * Bu hatırlatmadan sonra asıl insan sevgisinin hiçbir ayrım gözetmeden özellikle sağlıklı bireyler yetiştirilmesine, topluma ve insanlığa yararlı bireyler yetiştirilmesine yapılacak katkılardan geçeceğini düşünenlerdenim. Hele hele hükümetlerin özellikle bu yöndeki çabaları çok önemlidir. Bu köşede belgelerle sunulan insanlığın akıl sağlığının gittikçe bozulması konusu sürekli işlenmektedir. Yine WHO(Dünya Sağlık Örgütünün) “Ruh sağlığı üzerine gerçekler” adıyla hazırladığı bir broşür ile hatırlatma yaptıktan sonra devam edeceğiz “Yaradılanı sevme”ye. Gerçek1 : Ruhsal bozuklukların yaklaşık yarısı 14 yaşından önce başlar. Dünyandaki çocuk ve ergenlerin, kültürler arasında rapor edilen ruhsal bozukluk ve sorunların %20 civarında benzer türde olduğu tahmin edilmektedir. Ancak 19 yaş altındaki nüfusun büyük bir yüzdesi ruh sağlığı kaynaklarından yoksundur. En düşük ve orta gelirli ülkelerde her 1 ila 4 milyon kişiye tek çocuk psikiyatrı düşmektedir. Gerçek2 : Depresyon psikolojik, davranışsal ve bedensel belirtiler ile birlikte sürekli üzüntü ve ilgi kaybı ile karakterizedir. Dünya çapı sıralamasında en önde gelen rahatsızlıktır. Gerçek3 : Her yıl, ortalama olarak 800 000 kişi intihar etmektedir ve bunların %86 sı düşük ve orta gelirli ülkelerde yaşanmaktadır. Yarısından fazlası ise 15-44 yaş arasında kendilerini öldürmektedir. En çok intihar oranları Doğu Avrupa ülkeleri arasında erkekler arasında bulunur.İntiharların en önemli ve tedavi edilebilir nedenlerinde biri ruhsal bozukluklardır. Gerçek4 : Savaş ve diğer büyük afetlerin ruh sağlığı ve psikososyal refah üzerinde büyük bir etkisi vardır.Bu gibi durumlarda ruhsal bozukluk oranları iki kat artmaktadır. Gerçek5 : Ruhsal bozukluklar bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklar için risk faktörleri arasındadır. Ayrıca kasıtsız ve kasten yaralamalara katkıda bulunabilir. Gerçek6 : Ruhsal bozukluğu olan, hasta ve aileleri için ruh sağlığı bakımı arayan insanları engellemek Stigma (Damgalamaya)’ya neden olur. Güney Afrika’da yapılan bir kamuoyu araştırmasında insanların çoğunun, ruhsal hastalıkların irade eksikliği ile ilişkili olduğunu düşündüğünü göstermiştir. Beklenenin aksine, stigma düzeyleri kentsel alanlarda ve eğitim düzeyi daha yüksek olan kişiler arasında daha yüksektir. Gerçek7 : Psikiyatrik hastalık ihlalleri birçok ülkede rutin olarak rapor edilmiştir. Ancak çok az ülke ruhsal bozukluğu olan kişilerin haklarını yeterince koruyan yasal bir çerçeveye sahiptir. Gerçek8 : Dünya çapında ruh sağlığı için nitelikli insan kaynaklarının dağılımında büyük eşitsizlik vardır. Psikiyatrislerin, psikiyatri hemşireleri, psikologlar ve sosyal hizmet uzmanlarının eksikliği, düşük ve orta gelirli ülkelerde tedavi ve bakım sağlamanın başlıca engelleri arasında yer almaktadır. Düşük gelirli ülkelerde 100 000 kişiye 0.05 psikiyatrist, 0.42 hemşire düşmektedir. Yüksek gelirli ülkelerde bu oran psikiyatristlerde 170 hemşireler için 70 kat daha fazladır. Gerçek9 : Ruh sağlığı hizmetlerinin kullanılabilirliğini arttırmak amacıyla aşılması gereken beş temel engel vardır. Ruh sağlığının halk sağlığı gündeminden sayılmaması, finansman üzerindeki etkileri (tedavinin pahallı olması), ruh sağlığı hizmetlerinin mevcut organizasyon içine enteğrasyon eksikliği, ruh sağlığı için yetersiz kaynaklar, kamu ruh sağlığı için organizasyon eksikliği. Gerçek10 : Ruh sağlığı çalışanları, hastalar ve aileleri temsil eden hükümetler, bağışçılar ve gruplar özellikle düşük ve orta gelirli ülkelerde, ruh sağlığı hizmetlerini arttırmak için birlikte çalışmaları gerekmektedir. Gerekli mali kaynaklar çok mütevazi; düşük gelirli ülkelerde yılda kişi başına 2 dolar, alt orta gelirli ülkelerde 3-4 dolardır. İşte insan sevgisinin, bu bilimsel gerçeklerin iyileştirilmesi yönünde ki çabalardan kaynaklanması gerekiyor sanırım. Çünkü; ruhsal hastalıkları da Yaradan insanlara verdi. Onları görmezden gelmek samimi olmamak demektir. Daha doğru bir deyimle dünyevi çıkarlar için işine gelenleri alıp, bütünü görememektir. 21.06.2013

İNANCIMIZI SORGULAMAK

Ben gibi yaşı geçkince olanlar bu ülkede siyasilerin güven sıralamasında en güvenilmez kişiler olduklarını çok iyi bilirler. Hele hele hükümet olanların bir dedikleri ertesi gün yalan olur. En güzel örnekte zamlarla ilgilidir. Yetkili Bakan’a veya sorumluya sorarlar “zamlar ne zaman” yanıt “zam yok”. 3 gün sonra zamlar gelmeye başlar. Son Gezi Parkı olaylarında bu konu bürokratlara kadar sıçramış olup “bugün söylediklerini” yarın unutarak kendi kendilerini yalanlama konusunda yarış etmişlerdir. Siyasetçilerin bu durumunu artık kanıksamıştık. Zam yok dediklerinde 3 gün sonra bekliyorduk zamları. Ama gittikçe dozajı artarak yaşanan son on yıl bizi öyle bir hale getirdi ki artık inançlarımızı dahi sorgular olduk. İmam olan rahmetli Babam’dan din ile ilgili ilk öğrendiğim “dürüstlük” olmuştur. “Sonuçları kendi adına çok vahim olsa dahi kesinlikle yalan söylemeyin” derdi bizlere. * * * Ekonomist değilim ama basit bir benzetme yapmak istiyorum. Bakkal, kasap, manav, ev kirası, elektrik, su, giyim derken sürekli boçlanarak yaşıyoruz. Borçlarımızı ya öteliyor ya da yeni borçlarla kapamaya çalışıyoruz. Bir gün geliyor bakkala borcumuzu sıfırlıyoruz. Evde düğün bayram edip borçlarımız bitti. Der misiniz ? 14 Mayıs 2013 tarihinde nerede ise bayram yapıldı. Tek tuşa basarak son taksidini ödediğimiz IMF borcu yüzünden günün anısına yetkililere hatıra paralar hediye edildi, bazı yerlerde “IMF” yazan tabutların arkasından temsili cenaze namazları kılındı. 2002’de 129.6 milyar dolar olan Türkiye’nin toplam dış borcu 2013’e gelindiğinde 336.9 milyar dolara çıkmış durumda , özel sektörün dış borcu aynı dönemde yüzde 425 artarak 43.1 milyar dolardan 226 milyar dolarlara çıkmış, iç borç stoku yüzde 163 artmış, kamu ve özel sektörün dış borcu birlikte hesaplandığında Türkiye’nin toplam borç yükü 1 trilyon’a yaklaşmış biz düğün bayram yapıyoruz. Burada Cumhuriyet tarihinin bütün kazanımlarının kamuya yük oluyor diye yok pahasına satılması ve bu gelirlerin hükümet adına iç kaynak oluşturmasına değinilmemiştir bile. Unutmadan bu IMF borcu öyle geçmişten bu hükümete kalan bir borçta değil. 2005 yılında IMF ile imzalanan 19. Stand-By antlaşması karşılığında çektikleri 10 milyar doları ödemişlerdir. * * * Ekteki Kamuoyu Duyurusu olmasa belki bu yazı kaleme alınmayacaktı. 7 Haziran 2013 tarihinde T.C Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı Basın ve Halkla ilişkiler Müşavirliği 2013/92 sayı numarası ile bir Basın Duyurusu yapmıştır. “Ülkemiz tarafından, iş ortamı ve rekabetin geliştirilmesi, yurt içi tasarrufların artırılması ve mali sektörün derinleştirilmesi alanlarında gerçekleştirilen reformların desteklenmesi amacıyla, Dünya Bankası’ndan Rekabet ve Tasarruflar Kalkınma Politikası Kredisi (Competitiveness and Savings Development Policy Loan - CSDPL) adı altında 624,1 milyon Avro tutarında bir kredi sağlanmıştır. Kredi Anlaşması, 7 Haziran 2013 tarihinde (Bugün) imzalanmıştır. Anılan kredinin toplam vadesi 20 yıl, geri ödemesiz dönemi 3,5 yıldır. Kamuoyuna duyurulur.” Hani borçların bitişi şenlik havasında kutlanmıştı. Bir ay önce 421 milyon dolar öde borç bitti diye şenlik yap bundan 3 hafta sonra 624,1 milyon Avro borç senedini sessiz sedasız imzala. İşin ilginç yanı yandaş medyanın bunu “Türkiye’ye Dev Kredi” olarak duyurması. Bitti mi dersiniz.? Bu anlaşmadan 3 gün sonra 2013/95 sayı ile bir Basın Bildirisi daha “Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları İşletmesi (TCDD) Genel Müdürlüğünce yürütülmekte olan Ankara - İstanbul Hızlı Tren Projesi’nin ek finansmanı amacıyla Avrupa Yatırım Bankası’ndan (AYB) sağlanan 200 milyon Avro tutarındaki krediye ilişkin Anlaşma 10 Haziran 2013 tarihinde (Bugün) imzalanmıştır. Kamuoyuna duyurulur” 2002’de dünyanın 16.cı büyük ekonomisi idik 2012’de yine 16. Büyük ekonomi olarak yerimizde sayıyoruz. 1987 yılında Dünyanın en büyük 14. ekonomisi 1999 yılında Dünyanın en büyük 16. ekonomisi 2002 yılında Dünyanın en büyük 17. ekonomisi 2010 yılında Dünyanın en büyük 16. Ekonomisi Son dönemde siyasi alanda olduğu gibi ekonomik alanda da milletimizin sabrının tükendiği noktadayız. Gezi Parkı eylemlerindeki devlet terörü, şiddet, geri adım atılmaması Yunus Emre’nin dediği gibi “Yaratılanı severim, Yaradan’dan ötürü” hoşgörüsünün bir sonucu mu yoksa ekonomik gidişatın gündeme yansımaması isteği mi? 19.06.2013