29 Kasım 2014 Cumartesi

“BÜYÜLEYİCİ BİR ŞEKİLDE HUZUR BOZUCU”

Astrofizikçi Prof.Dr. Rennan Pekünlü’nün hapse girdiği bu günlerde; Amerikalı Astrofizikçi Neil deGrasse Tyson’un bir televizyon programında ki yaşamın dünyada başlaması ve evrende yaşam konusunda sorulan soruya verdiği yanıtı aktarmak istiyorum bu yazıda. “Tamam sadece birkaç düşünce. Birisi son derece kozmik, diğeri ise büyüleyici bir şekilde huzur bozucu. Bence kararını siz verin. Son altmış yılda öne çıkan birkaç belli başlı gerçeği ele alalım. Eğer 50 yıl önce kimya öğretmeninize sorsaydınız sınıfta asılı olan o gizemli kutucuklarla dolu olan tabloya bakıpta – elementlerin periyodik tablosu- bu elementler nereden geldi. Kimya öğretmeninizin size verecek bir cevabı olmazdı. Derdi ki “işte topraktan kazıyorlar” hayır geldikleri yer orası değil. Kimyasal elementlerin kaynaklarını modern astrofizik sayesinde tespit edebildik. Yıldızları inceledik merkezlerinde ne olduğunu biliyoruz, infilak ediyorlar, içeriklerini açığa çıkarıyorlar, ve keşfettik ki, bu periyodik tabloda ki elementler – aynı zamanda bizlerde bu elementlerden yapıldık- yıldızların bu hareketlerinden elde ediliyor. Bu yıldızlar, elementleri ürettiler, infilak ettiler, bu zengin içeriklerini galaksi boyunca saçtılar, etraflarında ki gaz bulutlarını kirlettiler, daha doğrusu zenginleştirdiler ve daha sonra yeni nesil yıldızları oluşturdular. Etraflarına yerleşmiş gezegenler ve muhtemelen yaşam ve evrenin içindeki elementlere baktığınızda bir numaralı bileşen hidrojen, bir sonraki helyum, sonraki oksijen, karbon, nitrojen,. Bunlar evrendeki başlıca elementler. Derler ki tamam bu ilgi çekici ve dünyaya bakarız “çünkü biz özel olduğumuzu düşünmeyi severiz” deriz ki hey biz özeliz. Eeeeeee bizlerin hammaddeleri ne. Vücutlarımızda ki bir numaralı molekül nedir. Su… eeee suyun ham maddesi nedir .Hidrojen ve oksijen. Aslında eğer insan vücudundaki elementleri sıralarsak, kimyasal olarak etkisiz olan helyum hariç, -soluyupta Mick Mouse gibi sesimiz olması dışında sizlere faydasızdır- bu arada tek başına teneffüs edilmedikçe helyum yüzünden ölmezsiniz. İnsan vücudundaki 1 numara hidrojen evrenle uyuşuyor, 2 numara oksijen evrenle uyuşuyor, 3 numara karbon, 4 numara nitrojen evrenle uyuşuyor ve hepimiz için 5. Element –diğerleri- de iki taraf için aynı. Geçtiğimiz 50 yıl içinde öğrendik ki bizler bu evrenin bünyesinde yer alıyoruz. Ancak aynı zamanda evrende bizlerin bir parçası. Eğer bizmutun nadir bir izotopundan meydana geliyor olsa idik o zaman – biz özeliz- düşüncesini savunabilirdiniz. Ama bu fikir bazı insanları üzüyor. Diyorlar ki, - yani bu özel olmadığımız anlamına mı geliyor- bence özeliz ama başka bir şekilde. Gece gökyüzüne baktığınız zaman sadece biz buradakiler ve onlar oradakiler değil de aslında biz oradakilerin bir parçasıyız. Ve işte bu ilişki benim için gerçekten aydınlatıcı, yükseltici ve yüceltici bir duygu. Nerede ise manevi…. Öğrendiklerimiz sayesinde gece gökyüzüne bakmak ve bir ait olma hissi bulmak …… Ve şimdi kendimize soruyoruz. “evrende yalnız mıyız” orada bulunan en yaygın malzemeden yapılmışız ve kimyamız karbona odaklı. Karbon periyodik tablodaki bütün elementler içinde kimyasal olarak en aktif olandır. Eğer yaşam gibi kompleks bir şey için gerekli kimyayı oluşturacak olsa idiniz bunu karbonu baz alarak yapardınız. Ve karbon evrende en çok bulunan 4. Element. Biz nadir bulunur değiliz. Karbon kullanarak yapabileceğiniz molekül sayısı diğer bütün moleküllerin toplamından daha fazladır. Bu yüzden kendimize sorarsak – evrende yalnız mıyız- UFO lar hakkında ki sert eleştirilerime rağmen aynı inançla söylüyorum ki kozmosta yalnız olduğumuzu savunmak çok yersiz bir şekilde bencillik olur. Kimya yalnız olmadığımız ilan etmek için çok zengin. Evren çok muazzam, evrende bulunan yıldız sayısı dünyadaki bütün sahillerdeki kum tanelerinin toplamından daha fazla. Evrende bulunan yıldız sayısı dünyada yaşamış bütün insanların mırıldandıkları seslerin ve kelimelerin toplamından fazla. Evrende yalnızız demek için hayır henüz dünya dışında yaşam bulmadık araştırıyoruz. Fazla uzağa bakamadık galaksimiz bu kadar biz ancak küçük bir kısmına bakabildik. Ama araştırıyoruz. Peki dünya üzerinde ki yaşam… neden oluşması zor olsun ki. Bizim bir laboratuvarda oluşturamıyor olmamız doğanında sıkıntı yaşadığı anlamına gelmez. Belki de bu bilgi ile beraber, ve her yerde bulunabilen doğru malzemeler ile belki de yaşam kaçınılmazdır. Kompleks kimyanın kaçınılmaz bir sonucu. Eğer öyle ise kendi güneş sistemimize bakıyoruz, Marsa bakıyoruz oradaki bütün kanıtlar gösteriyor ki Mars bir zamanlar ıslak verimli bir yerdi. Bir vaha. Kurumuş ırmak yatakları var, taşkın ovaları, nehir deltaları, menderesler… Hepsi köküne kadar kurumuş. Marsta kötü bir şeyler olmuş. Onun ortamında bir şeyler ters gitmiş ve şu anki haline getirmiş. Venüs tede bazı şeyler ters gitmiş. Sera etkisi. Venüs 464 derecelik bir yüzey sıcaklığına sahiptir.. İnsanlar diyorlar ki burada yerde para harcamak yerine neden yukarıda para harcıyalımki. Çünkü yukarıdan burası hakkında bir şeyler öğrenebiliriz. Burada ki sera etkisini incelemek istemiyorum. Venüs bizim güneş sistemimizde ki kötüye giden gezegenlerin en iyi örneği. İlk önce onun hakkındaki bilgileri öğrenelim. Öğrendik ki bir gök taşı çarptığında etrafa kaya parçaları saçabiliyor. Uzaya doğru kaçış hızıyla. Yani fırladığı gezegen geri dönmemek üzere. Eğer Mars bulgularınında doğruladığı gibi dünyadan daha önce ıslak ve verimli bir yerse ve eğer mars dünyadan önce yaşam barındırıyorsa bu uzaya fırlayan kaya parçalarının çatlaklarında bazı kaçak bakterilerin bulunması muhtemeldir. Dünyada hali hazırda bildiğimiz bazı dirençli bakteriler var. İnanılmaz sıcaklıklarda, basınç altında, kupkuru donmuş ortamda, radyasyonda ayakta kalabiliyorlar. Uzayda ki ölümcül ortam bu bakterilerin bazılarına dokunmaz bile. Belki de dünyadaki hayatın tohumları bu Marstan gelen kaya parçasındaki kaçak bakteriler tarafından ekildi. İşte bu “panspermi” diye akla yatkın bir senaryodur. Yaşamın bir gezegenden diğerine transfer olması. Eğer böyle olduysa bu hepimizin atalarının Marslılar olduğu anlamına gelir. Şimdi izin verin sizi rahatsız edici bir fikir vereyim ve orada bırakayım. Genetik olarak insanları en yakın akrabalarımıza, şempanzelere bakarsak %98 in üzerinde özdeş DNA’yı paylaşıyoruz. Şempanzelerden zekiyiz. İnsanları özgün kılacak bir zekilik ölçüsü icat edelim ve diyelim ki zekilik ; şiir ve senfoni yazabilmek, sanat yapabilmek, matematik ve bilim yapabilmek olsun. Bunu zekiliğin anlamı olarak kabul edelim şimdilik. Şempanzeler bunların hiçbirini yapamıyor. Yine de onlarla DNA’larımız %98, % 99 ortak. Yaşamış en parlak şempanze belki biraz işaret dili yapabiliyordu. Bizim bebeklerimizde bunu yapabilir. Beni çok derinden endişelendiren şey şu: Bizi şempanzelerden ayıran her şey DNA’ larımızdaki %1 farktan doğuyor. Öyle olmak zorunda çünkü fark bu kadar. Hubble Teleskobu bu %1 in içinde. Belki de bizlerde olupta şempanzelerde olmayan her şey şempanzelere göre düşündüğümüz kadarda zeki değil. Belki de bir Hubble teleskobunu inşa etmek ve fırlatmak ile bir şempanzenin işaret dili olarak iki parmak hareketi yapabilmesi arasında ki fark belki de aradaki bu fark o kadarda büyük değil. Biz kendimize büyük olduğunu söylüyoruz. Kitaplarımıza optik illizyonlar diye isim verdiğimiz gibi. Farkın çok olduğunu kendimize söylüyoruz. Belki de nerede ise hiç yok. Buna nasıl karar verebiliriz. Başka bir yaşam biçimi düşleyin. Bizden %1 farklı olan bizim şempanze ile olan farkımızla aynı yönde düşleyin. Onlardan %1 farkımız var ve biz Hubble teleskobunu inşa ediyoruz. %1 daha ilerleyin biz onlara göre neyiz? Onların yanında salya akıtan tam birer aptal gibi görünürdük. Stefan Hawkink’i alır ve araştırmacı öğrencilerinin önlerine geçirip “bu onların arasında en parlak olanı çünkü astrofiziğe benzer bir şeyler yapabiliyor.” Ayyyy çok tatlı bizim ufaklık John’da yapabiliyor. Hatta John’i geçenlerde yapmıştı dur getireyim buz dolabına asmıştık. Bunu ilkokulda yapmıştı. Bir düşleyin ne kadar zeki olurlardı. Kuantum mekaniği onların bebekleri için içgüdüsel olurdu. Çocukları senfoniler yazabilirdi ve dediğim gibi buzdolabı kapılarına asarlardı. Tıpkı bizim makarna kolajları gibi. Zeki bir yaşam formu bulacağız ve onlarla iletişim kuracağımız düşüncesi. En son ne zaman durdunuz ve bir solucanla muhabbet ettiniz. Ya da bir kuşla. Tamam belki muhabbet etmişsinizdir ama bir cevap beklediğinizi düşünmüyorum. Dünyada ortak DNA’larımız bulunan bir canlı türü ile iletişim kuramıyoruz. Ve bir zeki yaşam biçiminin bizimle iletişim kuracak kadar ilgilendiğine inanıyoruz. Hubble teleskobuna bakıp diyecekler ki “aaaaaa bak ne yapıyorlar ne kadar ilginç değil mi” geceleri uyanık yatıyorum ve düşünüyorum. Acaba araştırdığımız evreni anlayabilmek için bir canlı türü olarak çok mu aptalım. Belkide %1 daha zeki bir türe ihtiyaç vardır ki sicim teorisi sezgisel olsun, evrenin bütün gizemi kara madde, kara enerji, yaşamın başlangıç noktası ve düşüncelerimizin temellerini onlar sezgi ile algılasın. Bu olasılığı kıskanıyorum çünkü bütün bu buluşlar yapıldığında bende bulunmak istiyorum.

26 Kasım 2014 Çarşamba

ROSETTA, CÜBBELİ AHMET, Prof. RENNAN PEKÜNLÜ

"İnandıklarını görenler, görmediklerine inananlar arasından çıkar " T. H. Aldous Huxley Bir uzay aracı ismi, bir isim ve yan yana gelmesi mümkün olmayan bir bilim adamı nasıl bir araya gelebiliyor. Gelebilir efendim gelebilir. Rosetta bilimin zaferini, ikinci isim din tüccarlarını, yani engizisyonu, son isim haksızlığa uğrayan bir bilim adamını ifade ediyor. Galileo gibi engizisyonda yargılanan bir bilim adamı. Bugün engizisyonun değil, Galileo’nun haklı olduğu biliniyor. Galileo cezasını çekti , Pekünlü’de hapsedilerek geçirecek haklı iken haksız durumda bulunmasını, ama ülkemin gidişi sırf evrenin sonsuz ve eş dağılımlı olduğunu söyleyen Giordano Bruno gibi sapkın ilan edilip diri diri yakılan bilim adamları çağına bir adım sanki. Geçen yazımda anlattığım, Avrupa Uzay Ajansı (ESA) tarafından 10 yıl önce fırlatılan ve 67P/Çuryumov-Gerasimenko Kuyruklu Yıldızı'na "Rosetta" adlı uzay aracı tarafından indirilen "Philae" sondası tüm bilim çevrelerini heyecanlandırırken, kendisini her konuda otorite ilan eden Cübbeli Ahmet Hoca ise meseleyi 'gereksiz iş' olarak gördü. Yolculuğun 1,3 milyar avroluk maliyetini 'masrafa değmez' diye yorumlayan Cübbeli Ahmet, "Hâlâ birinci kat semanın aşağısında olan gezegenler ve yıldızlar hakkında; "Mars'ta su var mı?" "Et var mı-but var mı" manyak manyak işler.. Ben sana söyleyeyim, sen oraya çıkamadan dünya kopacak" diyor. Ayrıca Cübbeli Ahmet, kendisine 100 bin dolar vermeleri halinde uzaya ilişkin her şeyi söyleyeceğini de açıklıyor. Kendini otorite olarak gören bu tür din tüccarlarının özellikle bilim hakkında ki yorumlarını okuduğumda aklıma imam olan rahmetli babamın anlattığı bir hikaye gelir. Hikaye şöyle; Eski zamanlarda bir köye 3 adet gezici vaiz gelir. Birinci vaiz başlar anlatmaya. “Ben Peygamberimizin gezdiği yedi kat semayı görebiliyorum. Birinci katta Adem, ikinci katta Yahya ve İsa’yı, üçüncü katta Yusuf’u, dördüncü katta İdris’i, beşinci katta Harun’u, altıncı katta Musa’yı, yedinci kattı İbrahim’i görebiliyorum.” Sazı ikinci vaiz alıyor ve başlıyor anlatmaya. “Ben, yedi tabaka olan cehennemi görebiliyorum. En yukarısı cehennemdir ki; orada müminlerin en asilerini görüyorum. Bunun azabı, diğerlerinden hafiftir. 2.si Lezadır. Burada Nasara(Hristiyanları) görüyorum. 3.sü Hutamedir. Burada Yahudileri, 4.sü Sairdir. Burada Sabileri görüyorum. 5.si Sakardır. Burada Mecusileri, 6.sı Cahimdir. Burada müşrikleri, 7.si Haviyedir. Burada da münafıkları görüyorum. Bir de Allahlık davası güdenleri görüyorum. (Firavun, Nemrut gibi)” Üçüncü vaiz altta kalır mı. O da başlar anlatmaya; “ Cennetü’n-Maim’de refah, huzur, mutlu hayatı görüyorum. Rabbinden korkan O’na saygı gösterenleri Adn cenettinde görüyorum. İçinde üzüm bulunan, iman edip güzel amel işleyenleri Firdevs cennetinde görüyorum. Allah’ı görme şerefine nail olacakları Hüsna’da (daha güzel karşılık) görüyorum. Ebedi ikamet olan Darü’l-Mukame’dekileri görüyorum. İman edip amel işleyenleri de Cennetü’l Me’va da görüyorum.” Vaazları dinleyen köyün akıllı ve zeki muhtarı vaizlerden akşam yemeği hazırlığı yapmak üzere izin ister ve evine giderek hanımından tavuklu bulgur pilavı yapmasını ister. Ama karısına, üç tepsiye alta tavukları koyarak üzerlerini pilavla örtmesini, diğer tepsilere ise önce bulgur pilavını üzerlerine tavukları koymasını söyler. Akşam olur sofraya oturulur tepsiler gelir ve muhtar tavukların pilavla örtülmüş olduğu tepsileri vaizlerin önüne, tavukların pilavın üzerine konulmuş tepsileri de ailesi ve köylülerinin önüne koyar. Vaizlerin yemeğe başlaması beklenir ama onlar şaşkın şaşkın birbirlerine bakarak bir türlü yemeğe başlamazlar. Sonunda biri dayanamaz; -Muhtar, muhtar biz gibi alimlere tavuksuz, cahil köylüne tavuklu pilav sunman revamıdır” diyerek patlar. Zaten bunu bekleyen muhtar kaşıkla pilavları aralar ve alttaki tavukları göstererek, -Sizi gidi mendeburlar, burnunuzun ucunda ki tavukları göremiyorsunuz da yedi kat semayı, yedi kat cennet ve cehennemi görebiliyorsunuz. diyerek bunları aç bilaç kapı dışarı koyarak köylüsü ile afiyetle yemeklerini yerler. İşte Cübbelinin bunlardan ne farkı var. Dünyadaki haksızlıkları görmüyor da tüm kainatı görebiliyor. 30 Kasım’da hala yürürlükte olan türban kanunu hatırlattığı için öğrencilerine, hapse girecek olan Astronomi ve Uzay Bilimleri emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Rennan Pekünlü’ye yapılan haksızlığın yeni bir boyutunu İstanbul barosu başkanı Ümit Kocasakal çarpıcı bir şekilde açıklıyor. Pekünlü'ye verilen cezanın 2 yıldan 1 ay fazla olması nedeniyle CMK'ya göre hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına tabi olamadığını vurgulayan Kocasakal şöyle devam ediyor: “Bazı şeyler gizlenmeye çalışılsa da olmuyor. Eğer Pekünlü'ye verilen ceza 2 yıl olsaydı kanunen hükmün açıklanması geri bırakılabilir ya da ertelenebilirdi. Mahkeme ne ilginçtir ki 2 yılın bir ay üzerine çıkarak bu yolları kapatmış. Bu kimsenin dikkatinden kaçmış değil. Ben ceza hukukçusuyum. Haklı olarak bir şüphe taşırım. Pekünlü'nün cezaevine girmesi için özellikle 2 yılın üzerine çıkılmış.”

22 Kasım 2014 Cumartesi

“İNSANLIK İÇİN DEV BİR ADIM”

Bu sözler 20 Temmuz 1969 yılında aya ilk ayak basan insan olan Neil Armstrong’a aittir. Bizler Amerika’yı kim keşfetmiş tartışmaları ile uyutulurken, 12 Kasım 2014 günü insanlık için dev bir adım daha atıldı. İnsan yapımı bir araç ilk kez bir kuyruklu yıldızın yüzeyine indirildi. Bu proje neden insanlık için önemli idi.? Dünyadaki yaşamın geçmişte dünyaya çarpan kuyruklu yıldızlar sayesinde başladığı hakkında ki teoriyi test etmek. Çünkü; kuyrukluyıldızlar güneş sistemimizin oluştuğu zamanlardan kalan ve yapılarını oldukça iyi koruyan gök cisimleridir. RNA ve DNA’larımızın yapıtaşı olan nükleik asitler ile proteinlerin yapıtaşı olan aminoasitlerin kaynağı olduğu düşünülmektedir. Kuyruklu yıldızlar buz, toz ve gazdan oluşmuş gökcisimleridir. Aynı gezegenler gibi bir yörüngesi olup belli bir periyodta bu yörüngede güneşin etrafında dönerler. Güneş sistemimizin oluşumu sırasında dışarı itilen kalıntılardan oluştuğu düşünülen ve sistemimizi saran kuşaklardan gelirler. Bu iki kuşak Oort Bulutu ve Kuiper kuşağıdır. Oort bulutundan gelenler, bir yıldız sisteminin ya da Samanyolu’muzun gelgit etkisi ile koparak güneşin çekim gücüne girdikleri, periyodları 200 ile bir milyon yıldır arasındadır.. Kuiper Kuşağı ise Neptün’ün yörüngesinden sonra gelen bölgedir. Gezegenimsiler, (ki gezegenlikten alınan Pluto’da bu kuşaktadır) buzlu cisimler ve taşları barındırır. Büyük gezegenlerin çekim etkisi ile de bu kuşaktan kopup gelirler. Periyotları 200 yıldan azdır. Kuyruklu yıldızlar, güneşe en yakın konuma geldiklerinde en parlak gözlemlenirler. Buz, toz ve donmuş gazdan oluştukları için güneşe yaklaştıkça bunlar buharlaşır ve güneş rüzgarlarının etkisi ile de artlarında bir iyon ve gaz kuyruğu oluşur. Kuyruklu yıldız araştırmaları 1970’lerde hız kazanmaya başladı. İlk kuyruklu yıldız görevi 1978 yılında fırlatılan ICE uydusuyla gerçekleşti. Uydu 1985 yılında Giacobini-Zinner kuyruklu yıldızının 7860 km yakınına gelmişti. Bu gözlemler kuyruklu yıldızın üzerinde zengin karbon, hidrojen, oksijen ve nitrojenden oluşan organik moleküllerin olduğunu gösterdi. 1993 yılında gözlemleri daha da geliştirmek adına ESA (Avrupa Uzay Ajansı) Rosetta projesini onaylandı. Rosetta adı verilen uydu 2004 yılında 67P/Churyumov-Gerasimenko kuyruklu yıldızına doğru fırlatıldı. Yüzeye inerek sondaj yapacak kimyasal analizlerle bu teoriyi ya kesinleştirecek ya da teorinin geçerli olmadığını ortaya çıkaracaktı. Neden bu kuyruklu yıldız seçildi? Genelde kuyruklu yıldızlar onu keşfedenin adı ile adlandırılır. Bilimsel kataloglarda ise kodlanır. 1969 da Kiev ve Alma Ata’dan iki bilim adamı keşfettiği için bu şekilde adlandırılmıştır. Bu kuyruklu yıldızın yörüngesinin iyi biliniyor olması, güneşe yaklaştıkça aktifleşen yapısının Rosetta aracının ömrü dahilinde gözlemlenebilecek olması seçimde en büyük etkenlerdir.. Güneşe en yakın olduğu mesafe 185 milyon km. Ve güneş etrafında ki bir turunu 6,5 yılda tamamladığı bilindiği için bir sonraki yaklaşımın 13 Ağustos 2015’te olacağı hesaplandı. Bu kaya parçasının ağırlığı yaklaşık 10 milyar ton, boyutları ise 4,1 kilometreye 4,5 kilometre. Rosetta fırlatıldıktan sonra yol aldığı yaklaşık 7 milyar kilometre içinde enerjiden tasarruf için 31 ay uyutuldu. Bu yolculuk sırasında yine enerjiden tasarruf etmek adına 1 kez Mars 3 kez de Dünyamız yörüngelerine yaklaşarak onların itme gücünde faydalanılıp hızlandırıldı. Geçtiğimiz Ocak ayında uyandırılarak kuyruklu yıldızın 30 Km’lik yörüngesine yerleştirilerek tüm yüzey haritalandırılıyor. Alınan fotoğraflar analiz edilerek Rosetta’nın taşıdığı yüzeye inecek Philae Sondasının ineceği bölge tespit ediliyor. Philae sondası yaklaşık bir çamaşır makinası ebatlarında olup 100 kg. ağırlığındadır. Bunun 27 kilogramlık kısmını bilimsel görev yükleri teşkil etmektedir. Ve 12 Kasım 2014 günü Türkiye saati ile 10:30’da kuyruklu yıldıza 22,5 km uzaktaki Rosetta, Philae sondasını fırlatıyor. Çok yavaş hareket etmeli idi çünkü çekim gücü (0,5 km/sn) çok az olan kuyruklu yıldızdan sekerse sonsuza kadar uzay boşluğuna fırlayabilirdi. O yüzden 7 saatlik bir süre sonunda Philae kuyruklu yıldız yüzeyine erişiyor. İlk denemede sabitleme zıpkınlarının açılmaması sonucu zıplayarak hedeflenenden farklı bir noktaya sabitlenmiştir. Enerjisini güneşten alması planlanan sonda bu sabitlendiği konumda gölgede kalarak ömrü 60 saat olan bataryaları güneşi göremediği için enerjisiz kalmış vaziyettedir. Şu an derin uyku moduna giren sonda kendini geçici olarak kapatmıştır. Bu 60 saatlik sürede gönderdiği bilgilerde çok değerli olup incelenecektir. Ama ne yazık ki yüzeyde 23 cm’lik sondaj şimdilik ertelenmiştir. Şu an güneşe 500 milyon km uzakta olan kuyruklu yıldız güneşe yaklaştıkça sonda yeniden enerjisine kavuşarak çalışmalara devam edecektir. Ki önümüzde ki Ağustos ayında güneşe en yakın mesafe olan 185 milyon km’ye gelene kadar güneşten enerji alarak pillerini şarj edebilir. Çünkü bu görevini tamamladıktan sonra belki de sonda bir başka kuyrukluyıldıza yönlendirilecekti. Kuyruklu yıldızın şekli hakkında ise hayal ötesi tanımı kullanıyor Proje mühendisi. “Çünkü kimse plastik bir ördeğe benzeyeceğini beklemiyordu” diye de ekliyor. Amerika’yı yeniden keşfeden ülkemde, benim ülkemin Astrofizikçileri (Prof.Rennan Pekünlü) türban yüzünden hapse atılırken, 1492’de Kolomb’un keşfettiği ABD’li Astrofizikçiler insanlık için dev adımların peşinde özgürce.

19 Kasım 2014 Çarşamba

PERİNÇEK’TEN ÇAĞRI : 6 OK PROGRAMINDA BİRLEŞELİM

İşçi Partisi seçim programına Trakya’dan start aldı diyebiliriz. İP Genel Başkanı Doğu Perinçek bir dizi etkinliklerde bulunmak üzere geçtiğimiz günlerde Trakya’da idi. Toplantının Lüleburgaz ayağından aldığım notları paylaşarak bir değerlendirme yapmak istiyorum. Perinçek konuşmasına “AKP’nin tüketim, borçlanma ekonomisinin iflas ettiğini, bunun yerine üretim ekonomisine mecburuz” diyerek başladı. “Bizim ekonomik programımız 6 ok’un programıdır, Atatürk yazdı bunları” açıklamasından sonra programın ana hatlarını çizdi. “- Paranın giriş çıkışı kontrol edilecek - Gümrükleri dikeceğiz. Kendi ürettiğimizi tüketeceğiz. - Tarımı destekleyerek yeniden üretici olarak saman ithal eder duruma düşmeyeceğiz. Yüksek taban fiyat vererek çiftçi desteklenecek. Bunun içinde hesaplarımızı yaptık. 20 Milyar dolarlık destekle bunlar başarılabilir. - Sanayi desteklenecek.” Ardından dış politikanın iflasını anlattıktan sonra, PKK’nın Türk Silahlı kuvvetleri aracılığı ile yok edileceğinden, komşularla teröre karşı işbirliği yapılacağından bahsederek “onlar Şam’da Cuma namazı kılamadı ama biz onların cenaze namazını kılacağız” diyerek yapılan yanlış dış politika konusunda hükümete gönderme yaparak komşularla ticari ilişkilerin de geliştirileceğinden bahsetti. “Toplumsal yozlaşma, ahlaksızlık, hırsızlık, ahlaklı üretim ekonomisi ve Cumhuriyet ahlakımızla, bilime dayalı Cumhuriyet felsefemizi yeniden canlandıracağız.” Sözlerinden sonra “sizi göreve davet etmek için geldim.” Diyerek ABD bizden dostluk istiyorsa şartların olduğunu bu şartların ise “Vatanı bölemezsin, Cumhuriyetimizi yıkamazsın” olduğunu belirtip sözlerine son vererek soru – yanıt bölümüne geçildi. İlk söz alan vatandaş bir şikayet te bulundu. “Ulusal kanal CHP’yi son zamanlarda çok eleştiriyor” diyerek. Bu şikayet üzerine Perinçek, “Şimdiye kadar CHP adını ağzıma almadım. Ulusal Kanal bir haber kanalı, Haber vermek onların görevi. Şimdi ben Dersim’li Kemal’im diyen Kılıçdaroğlu haberini yapmamalı mı. Tunceli’ye Dersim demesinin haber değeri yok mu. Orası Tunceli, Dersim değil.” Sözlerinin ardından CHP’lilere seslenerek Genel Başkanınızı ikna edin diyerek Kılıçdaroğlu’na çağrı yaptı. “6 ok programında birleşelim Dersim’de Seyit Rıza’nın heykeli altında değil, Tunceli’de Atatürk Heykeli altında birleşelim. Birleşmenin yeri çok iyi tanımlanmalı. Atlasın uçağa Lüleburgaz’a gelsin 1 saat içinde, Lüleburgaz Atatürk Heykelinin altında birleşmeye hazırız. Ya da ben Ankara’ya gideyim” Yeni sorulara geçilirken sanırım trafoya bir kedi kaçtı ve o mahallenin elektrikleri kesildi. Jeneratörün devreye girmesi ile kitapların imzalanması faslına geçildi. Aslında kafamda bir yığın soru vardı. Evet anlatılan programın ana hatlarında tüm ulusalcılar hemfikir. Ama İP niye kendini ifade edemiyor.? İmzalar bittikten sonra Sn. Perinçek ile 5-10 dakika ayaküstü sohbet imkanı buldum. Öncelikle siyasi partilerin programında “insan”a ait hedeflerin olmadığını, bedensel ve ruhsal sağlık olmadan hiçbir hedefin gerçekleşemeyeceğini, özellikle akıl sağlığımızın gittikçe kötüleşmesinin bu hedefleri daha da zorlaştırılacağını, programlarında bu konunun da olması gerekliliğinden bahsederek destek talebinde bulundum. Yaklaşım oldukça iyi idi ve inceleneceği söylendi. Ardından Trakya sorunları konusunda kısaca bilgilendirme yapıldı. Son olarak ta edindiğim izlenimlerden biri olan İP’si ve yayın organlarında son dönemlerde Milliyetçi zihniyet taşıyan kişilerin çoğalması ve bu konuda partinin anti pati topladığı şeklinde idi. Konunun önemi daha da belirginleşiyor yanıtla. Çünkü aldığım yanıt “bu farklılığın iyi bir gelişme olduğu ve kişilerin değişebileceği” yönünde idi. Özellikle son yıllarda yapılan beyin araştırmaları kişilikle ilgili yeni boyutları ortaya koyuyor. İnsan belli bir hareketi yaparken, belli bir şey düşünürken veya hissederken beynin hangi bölgeleri aktivite gösteriyor, gözlemlenir oldu. Bu araştırmalar neticesinde kişiliğin gelişimindeki etmenler, genler, birleşmeden sonra aktif hale gelmesi, ana rahminden doğup büyüyünceye kadar ki çocuk, anne ve baba, yakın çevre, okul ilişkileri ve hayat tecrübeleridir. Ve kişiliğin tutarlı hale gelmesi yani oturması 20 li yaşları bulmaktadır. “yedisinde ne ise yetmişinde de odur” az çok kişiliğin değişemeyeceği konusunda dilimize yerleşmiş bir atasözüdür. Evet, aşık olmak, ağır bir hastalık, psikolojik travmalar, hapis, işkence, ırza geçme, taciz gibi olaylarda kişilik yapılarını değiştirir. Ama bu değişimler genellikle geçicidir. Ağır ruhsal travmalar sonucu az da olsa kalıcı kişilik değişiklikleri olabilir. Bu durum artık kişilik bozukluklarına girmekte ve belki de psikiyatrinin en zor problemlerinden biridir. Kısacası düşünce ve fikirlerdeki değişimler çok zaman ister ve çok zahmetlidir. Hele hele herkesi düşman gören paranoid, militer, dinci bir ortamda, milliyetçi bir eğitimle büyüyen insanlarda ki davranış ve düşünce tarzlarının değişimi çok çok zordur. Bilime dayalı Cumhuriyet felsefesi ve demokrasiyi kurmak istiyorsak, gelecek nesillerin demokratik toplumda tutarlı kişilikler geliştirmesini istiyorsak, ülkeyi karanlıktan kurtarmak istiyorsak akıl sağlığı konusu tüm oluşumların programlarında olmalıdır.

15 Kasım 2014 Cumartesi

ÇAĞDAŞ(!) ENGİZİSYONUN HEDEFİ: Prof.Dr.Rennan PEKÜNLÜ

ah, güven içinde olan dostlar neden böyle düşmanca tavrınız? biz, haksızlığın düşmanlarını, düşman mı görüyorsunuz kendinize? haksızlığa karşı savaşanlar yenildiyse haklı değildir haksızlık gene de! biz alçaklığa karşı savaşanların bozgunları azlığımızın kanıtıdır. ve seyirci kalanlardan beklediğimiz en azından utanmalarıdır! Bertolt Brecht Bilim ve aydınlanmanın beşiği olan Üniversitelerimiz ne yazık ki gericiliğin ilk hedefleri haline gelmiş, üniversitelerin ortaçağ medreselerine dönüştürülme yolu açılmıştır. Bu yolda ilerlerken de ilerici, aydınlanmacı değerli bilim insanları hukuksuz baskılara maruz kalarak, hapis cezalarına çarptırılmıştır. 1948’lerde solcu ve kominist yaftası ile ilerici öğretim üyeleri üniversitelerden uzaklaştırılmış, 12 Eylül cuntası üniversiteleri anarşi merkezleri olarak görüp buldozer gibi üzerinden geçerek liseleştirme faaliyetlerine başladı. Bu dönemde meşhur 1402 sayılı yasa ile yüzlerce öğretim üyesi üniversitelerden uzaklaştırıldı. Bu da yetmezmiş gibi üniversitelerin üzerinde bir baskı aracı olarak YÖK (Yükseköğretim Kurulu) kuruldu. Artık bilgi piyasa için üretilmeliydi. Günümüzde ise Engizisyon hukukuna (gücün, dini kullanarak keyfi uygulamalar yapması) dönüştürülen ülkemiz hukuk sisteminin de ilk hedefi bilim insanları olmuştur. Bunun son örneği Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri bölümü öğretim üyesi (emekli)Prof. Dr. E. Rennan Pekünlü’dür. Ve önümüzde ki günlerde cezaevine girecektir. Ne yapmıştır Rennan Hoca? 2011 yılında türbanla üniversiteye gelen öğrencilere AYM ve AİHM kararlarını anımsatıp (YÖK’ün bir genelgesi ile başlatılan fiili türban serbestliği dayatmasına karşı) bunlara uymaya davet ederek öğrenim özgürlüğünü ihlal etmiş miş(!) Ve bu büyük suçundan(!) dolayı davada en üst sınırdan kesilen ceza ile 2 yıl bir ay hapis cezasına mahküm edilmiştir. Pekünlü’yü şikayet eden öğrenciler kendi bölümü öğrencisi olmayıp Matematik bölümü öğrencileridir. Ve öğrenim özgürlüklerinin ihlal edildiğini öne süren bu öğrencilerin derse alınmayıp devamsızlıktan sınıfta kalma gibi bir durumda söz konusu değildir. Evet, Pekünlü’nün suçu yasalara uymak. Çünkü, AYM’nin türban serbestliği getiren yasayı laikliğe aykırılık nedeniyle bu gün hala geçerli olan iptal kararını hatırlatmıştır. Türk Hukuk Kurumu Başkanı Sabih Kanadoğlu konunun hukuksuzluğunu açıklayarak, açıklamasını şöyle sonlandırıyor. “Eğer bir suç varsa, AYM kararlarını bir genelgeyle uygulanmadan kaldıran YÖK başkanı ve bu genelgeye uyan Üniversite Rektörleri değişik kararlarla buna yardımcı olan Ege Üniversitesi Rektörlüğü ve olup bitene sessiz kalan siyaset adamlarına aittir. Türkiye’de zor yetişen onurlu, ilkeli, gerçek bir BİLİM ADAMI ve adalet duygusu, DİNİ her zaman olduğu gibi SİYASETE ALET EDENLERE KURBAN EDİLMEKTEDİR. Adalet umudu, artık ne yazık ki Türk yargısında değil, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndedir.” Pekünlü’nün kesinleşen infazının durdurularak yeni deliller çerçevesinde yeniden yargılanması konusunda Prof.Dr. Atilla User’in başlattığı imza kampanyasına destek vermemizi Cumhuriyet ve Hukuktan yana olan hepimizin görevi diye düşünüyorum. “BUGÜN DE HALEN YÜRÜRLÜKTE OLAN ANAYASA MAHKEMESİ VE AİHM KARARLARINI UYGULADIĞI İÇİN HAPSE MAHKUM EDİLEN PROF. DR. RENNAN PEKÜNLÜ İNFAZ DURDURULARAK YENİDEN YARGILANMALIDIR. "Bilindiği gibi bugün de halen yürürlükte olan Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına karşın üniversitelerde YÖK'ün dayatmasıyla başlatılan fiili türban serbestliğine karşı, öğrencilere AYM ve AİHM kararlarını anımsatıp bunlara uymaya davet eden Prof. Dr. Rennan Pekünlü, türbanlı bir öğrencinin şikayeti üzerine "Öğrenim özgürlüğünü engellediği (!)"gerekçesiyle yargılandığı davada en üst sınırdan kesilen ceza ile 2 yıl bir 1 ay hapis cezasına mahkum edilmiştir. Prof. Pekünlü bu mahkumiyeti onaylayan Yargıtay kararından sonra “Anayasa'ya aykırılık ve adil yargılama hakkının engellendiği" gerekçesiyle AYM'ne başvurmuş, fakat türban serbestliği getiren yasalar hakkında laikliğe aykırılık nedeniyle bugün de hâlâ geçerli olan iptal kararlarını veren aynı AYM ne yazık ki bu başvuruyu reddetmiştir. Türkiye’deki hukuk yollarının bu şekilde tükenmesi üzerine Prof. Pekünlü AİHM’ne başvurmuş, ancak AİHM’den bu konuda henüz bir karar çıkmamıştır. Kesinleşmiş bu mahkumiyet kararının infazı, Pekünlü’nün sağlık sorunları nedeniyle iki kez ertelenmiştir. İkinci erteleme süresi 20 Kasım 2014’de dolacak, Pekünlü’nün bu tarihten itibaren 10 gün içinde cezaevine girecektir. Ancak hal böyle iken PROF. PEKÜNLÜ GEREK HAPSE MAHKUM EDİLDİĞİ DAVANIN ŞİKAYETÇİSİ OLAN, GEREKSE AÇILAN YENİ DAVADAKİ ŞİKAYETÇİ ÖĞRENCİLERİN ÖĞRENİM HAKLARININ ENGELLENDİĞİNİ İDDİA ETTİKLERİ ÖĞRETİM DÖNEMLERİNDE DEVAMSIZLIKTAN KALDIKLARI TEK BİR DERS BULUNMADIĞINI GÖSTEREN BELGeLERE ULAŞTIĞINI AÇIKLAMIŞTIR (*). ORTAYA ÇIKAN VE DAVANIN SEYRİNİ ETKİLEYECEK NİTELİKTEKİ BU YENİ KANIT KARŞISINDA YÜRÜRLÜKTEKİ YASALARA GÖRE DAVANIN YENİDEN GÖRÜLMESİ GEREKİR. SONUÇ OLARAK BÜYÜK BİR ADALETSİZLİK VE HAKSIZLIK SÖZ KONUSUDUR. BU ADALETSİZLİĞE KARŞI ÇIKMAK ve PROF. PEKÜNLÜ’NÜN KASIM 2014 SONUNDA BAŞLAYACAK İNFAZIN DURDURULARAK YENİDEN YARGILANMASINI TALEP ETMEK BAŞTA EGE ÜNİVERSİTELİLER OLMAK ÜZERE HUKUK DEVLETİ VE LAİKLİK CUMHURİYET'TEN YANA OLAN HERKESİN GÖREVİDİR ! Prof.Dr.ATİLLA USER (*)” http://www.change.org/p/change-org-prof-dr-rennan-pek%C3%BCnl%C3%BCn%C3%BCn-infazinin-durdurulmasi?recruiter=34109582&utm_campaign=signature_receipt&utm_medium=email&utm_source=share_petition

12 Kasım 2014 Çarşamba

ABD’nin AK Saray’ının Faturası

Sürekli düşünmüşümdür, tarihe baktığımızda yöneticilerin şaşaa ve gösterişe dayalı hayatlar yaşamasının nedeni nedir diye? Bu sorumun yanıtını tıp dünyasının önemli dergilerinde biri olan Brain dergisinde 2010’da yayınlanan bir makale yanıt vermiş. İlk olarak, Psikiyatrist David Owen ve Jonathan Davidson tarafından dile getirilen bu sendrom, “tanrısal ego” olarakta bilinen Hubris (kibir) hastalığı imiş. Özellikle diktatörlerin Hubris Sendromuna özel bir eğilim taşıdığı gözlemlenmiş. Bu hastalarda; kriz dönemleri, savaşlar ve ekonomik felaketler daha fazla kibire yani hubrise neden oluyormuş. Amacım bu hastalığı tanıtmak olmadığı için makalede bahsedilen bulguları vermem gereksiz sanırım. Konuyu gündeme getirmemin nedeni ise geçtiğimiz günlerde Başbakanlık'tan yapılan açıklama. "Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık hizmet binalarına ilişkin yanlış yönlendirmeler" başlığıyla yapılan açıklamada "Tüm bu imkânların gerçek sahibi sadece millettir. Emanetin kime verileceğine de yine sadece aziz milletimiz karar verecektir" denildi. Acaba öyle mi ? Kişi başına 46.000 dolar milli geliri olan ABD’nin Beyaz Evin’de ki yaşamı Cemal Tunçdemir’in kaleminden öğrenelim.(AmerikaBulteni.com) “1981 yılında yemin ederek ABD Başkanlığına göreve başlamasından yaklaşık bir ay sonra dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ve eşi Nancy Reagan, Beyaz Saray’da akşam yemeğini yedikten sonra hiç beklemedikleri bir sürprizle karşılaşırlar. Görevli garson yemeğin hesap faturasını getirmiştir. Baş kahyanın bir garsonla gönderdiği hesap faturasında sadece o akşamın değil son bir ayın bütün yemeklerinin hesabı da yer almaktadır. Sadece yemekler de değil… Ağırladıkları kişisel misafirlerin, bir aydır kullandıkları kuru temizleme hizmetinden, diş fırçası, diş macunu, temizlik ve parfümeri malzemelerine kadar bütün kişisel malzemelerin ücreti de miktarlarıyla beraber kaydedilmiştir. Ronald Reagan, hesabın büyüklüğüne şaşırsa da görevlinin getirdiği faturayı gülümseyerek alır ve muhasebeye maaşından ödenmesi talimatı verir. Kocasının aksine Nancy Reagan’ın şaşkınlığı çok daha büyüktür. Anılarında, ‘kimse bize Başkan ve Eşinin Beyaz Saray’da yaşarken yedikleri yemeklere ve kullandıkları günlük malzemelere para ödemek zorunda olduklarından bahsetmemişti’ diye anlatıyor o şaşkınlık anını. Aslında, ABD kamuoyunun büyük çoğunluğu da pek bilmiyordu. ABD eski Başkanı Bill Clinton’un eşi ve birinci Obama döneminin dışişleri bakanı Hillary Clinton‘ın, bu yıl yayınlanan “Hard Choices” kitabının Haziran ayındaki tanıtım ve imza gezilerinden birinde, Beyaz Saray’dan ayrıldıkları zaman, ‘borç içinde ve beş parasız olduklarını’ söylemesi, sosyal medyada büyük yankı yapmıştı. Hillary Clinton, sekiz yıl kaldıkları Beyaz Saray’dan taşınınca Washington DC’de ve New York’ta mortgage kredisiyle iki ev aldıklarını, bu kredi ile kızları Chelsea’nin Stanford Üniversitesi parasının kendilerini, 2001 kışında 12 milyon dolar borcu olan olan bir aile haline getirdiğini anlatacaktı. Borç batağından, Bill Clinton’ın art arda yayınlanan kitaplarının, ücretli konuşmalarının gelirleriyle düzlüğe çıkacaklardı. Son borçlarını da 2004 yılında ödeyerek borçlarını temizleyeceklerdi. Peki, 8 yıl boyunca yıllık ortalama 500 bin dolar maaşı olan ve kira gideri olmayan bir aile niçin Beyaz Saray’dan beş parasız ayrılacaktı? Nancy Reagan’ı çok şaşırtan sebepten dolayı… ABD Başkanları Beyaz Saray’a kira ödemez ama onun dışındaki her şey maaşlarından kesilir. Beyaz Saray, devletin ABD Başkanı için tahsis ettiği misafirhanedir ve orada 4 ya da 8 yılını geçirmek zorunda olan her aile, kendilerinin ve kişisel misafirlerinin bütün masraflarını kendisi karşılamak durumundadır. Sadece resmi devlet konuklarının ağırlanma masrafını Amerikan vergi mükellefleri öder. Geri kalan kişisel mutfak giderleri, hizmet ve malzemelerin ücreti Başkan ve ailesine aittir. Başkan takım elbiselerinin kuru temizleme ücretini kendisi ödemek zorundadır. Kaybolan düğmesinin yerine alınacak yenisinin de, ayakkabılarının boya ve cilasının da… Konutun başkan ve ailesinin kaldıkları kısmındaki temizlikçi, garson ve hizmetçilerin çalıştıkları süredeki saat ücretini de başkan öder. Kısacası, kira ve elektrik faturası dışında kendileri için harcanan her kuruşu devlete ödemek zorundadırlar. Çünkü, ABD bir monarşi değil bir cumhuriyettir ve bu konut da bir ‘saray’ değil bir evdir. Amerikalılar buraya ‘saray’ demiyor zaten, o bizim yakıştırmamız. Washington DC’de ‘’1600 Pennsylvania Avenue’’ adresinde bulunan dünyanın bu en ünlü evinin adı Türkçe’ye yanlış şekilde ‘Beyaz Saray’ diye çevirilmiş olsa da, aslında İngilizce’deki orijinal adı ‘White House‘ yani ‘Beyaz Ev‘dir. Ve ABD’ye devlet başkanı seçildi diye kimse, devletin parasını keyfince harcayamaz. Sadece bu ev içinde de değil her yerde… ABD Başkanı, şehir dışı tatil masraflarını, hafta sonlarını geçirmek istediğinde Camp David’teki dinlenme evinin haftasonu masraflarını kendi cebinden karşılamak zorunda. Yine örneğin başkan, ABD Başkanlık uçağına, devlet delegasyonundan olmayan tek bir kişi bile bindirecekse, (kardeşi bile olsa), bir ticari yolcu uçağının ‘first class’ uçak bileti miktarınca devlete para ödemek zorundadır. Gerald Ford’tan George W. Bush’a kadar 6 başkan döneminde bu evin ‘baş kahyası (chief usher)’ olmuş Gary Walters’ın deyişi ile, başkan ve ailesi bu evin 4 veya 8 yıllık kira sözleşmesine sahip kiracılarıdır. İstedikleri yemekler pişirilir, malzemeler ve ürünler istedikleri markalardan seçilir ama parasını Amerikan halkı değil, Başkan ve ailesi maaşlarından öder. Ve doğal olarak fiyatın yüksekliğine alışmaları zaman alır. Çünkü başkanlar ve ailelerine verilen hizmet 5 yıldızlı otel kalitesinde olduğu gibi başkanın bunlar için ödeyeceği para da 5 yıldızlı otel fiyatları düzeyindedir. Devlet konutu diye cüzi ücretlendirme yapılmaz. Walters, ‘yemek, hizmet ve malzemelerin pahalı olduğundan yakınmayan tek bir first aile hatırlamıyorum’ diyor. Hatırladığı en büyük tepki iseJimmy Carter’ın eşi Rosalynn Carter’a ait. Memleketleri Atlanta’da yemeğin de malzemelerin de çok daha ucuz olduğunu söyleyip durmuş aylarca. Ama ‘first lady’nin şikayetleri, fiyatları aşağı çekmeye yetmemiş. George W. Bush’un eşi Laura Bush da, “Spoken from the Heart” adlı anı kitabında, Beyaz Saray’da yaşamanın ne kadar pahalı olduğundan yakınıyor. Onu en çok zorlayan konulardan biri de, her gün saçlarını yapan kuaföre, devleti temsil edeceği törenlere giderken bile olsa, ücretini kendisinin ödemesi olmuş. Bayan Bush kitabında, faturanın aylık geldiğini ve Başkan ve eşi ile iki kızının bütün yemeklerinin, kullandıkları bütün kişisel malzemelerin, kuru temizleme dahil tüm hizmetlerin, garsonların ve temizlik görevlilerinin saat başı ücretinin, özel misafirlerinin tüm masraflarının bu faturada yer aldığını yazıyor. ‘’Faturada ağzımı açık bırakan kalemler de vardı’’ diye aktaran Bayan Bush şu örneği veriyor: ‘’Ülkenin First Lady’si olarak giyeceğim kıyafetlerin de özel tasarım olması gerektiği şartı vardı ama elbisenin ücretinin yanı sıra bu tasarımların ücreti de yine benden tahsil ediliyordu.’’ ABD Başkanlarının maaşına en son 1999 yılında zam yapıldı. Buna göre ABD Başkanın çıplak maaşı yıllık 400 bin dolar civarında. 50 bin dolar da görev tazminatı ödenir. Bu her iki ödeme de vergiye dahildir. Başkan bunların gelir vergisini ödemek zorunda. Bunların yanı sıra başkanın gezileri için, vergiden muaf yıllık 100 bin dolar harcırah ödenir. Ancak, Beyaz Saray faturasının yüksekliği göz önüne alındığında bir ABD Başkanı, maaşının neredeyse tamamını aylık giderlerine harcar. Yani ayrıca bir serveti yoksa, Beyaz Saray’da ‘ucu ucuna’ yaşamak durumunda… Belki de bu yüzden Başkan Gerald Ford, Beyaz Evi, ‘Bugüne kadar gördüğüm en lüks sosyal yardım konutu’ diye tanımlamıştı. Beyaz Ev, kompleks bir yapıdır. Aynı anda hem bir konut, hem bir müze ve hem de bir devlet dairesidir. ABD dünyanın süper gücü olmasına rağmen, Beyaz Ev, dünyadaki en büyük devlet başkanı sarayı değil, aksine büyük devletler içindeki en küçük devlet başkanlığı konutlarından biridir. Sadece bir katından, dünyanın en büyük devletinin yürütme organı yönetilir. ”1700’lerin dünyasında 13 kolonili devlet için inşa edilmiş, bugün dünya lideriyiz. Bu ihtiyaca uygun çok daha büyük bir saray yapalım” diyen tek bir başkan bile olmamıştır. Kimsenin aklına böyle bir şey gelmez. Çünkü, Beyaz Ev, ABD demokrasisinde ‘devamlılığın’ da sembolüdür.Ve yine Beyaz Ev, kendi toplumundan izole bir yer de değil. Dünyada, içinde başkan yaşadığı halde halkının ziyaretine açık tek devlet başkanlığı konutudur. Çünkü Amerikan tarihinin en önemli kültür müzesidir. Haftalık ortalama ziyaretçi sayısı 30 bindir. Başkanın penceresinin bir kaç on metre uzağındaki bahçe demirliğinin önü ise ABD’nin en ünlü gösteri ve protesto yeridir. Beyaz Ev, başkanlar için kalıcı bir ihtişam ve keyif sarayı değil geçici bir barınma ve hizmet yeridir. Başkan Truman’a göre, ‘dışı çok gösterişli bir hapishane‘den başka bir şey değildi. Ronald Reagan ise, buradaki yılları boyunca kendisini sürekli bir akvaryum balığı gibi hissettiğini anlatır. Michelle Obama da geçtiğimiz yıl, ‘’çok iyi dekore edilmiş bir hapishane’’ olarak niteleyecekti. Bu eve kiracı başkanlar aileleriyle gelir geçer. Mülk sahibi Amerikan halkı ve demokrasisidir. Bu gerçeği, bir hizmetçisi, Baba George Bush’un eşi Barbara Bush’a şöyle söyler bir gün: ‘’Buraya her dört yılda bir başkanlar gelir gider… Biz kalıcıyız’’.” Diyeceksiniz ki Hubris Sendromu ile bu olayın ne ilgisi var. Var DEMOKRASİ. Makaleye göre bu hastalığa yakalanan bazı siyasetçileri sayarsak; Oğul George W. Bush, Tony Blair ve Margaret Teacher. Demokrasi Bush’un bile sendromunu doya doya yaşamasını engelliyor. Ya demokrasi olmayan ülkeler. Korkarım yakında Başbakanlıktan bir açıklama daha gelmez. “Ey Türk milleti sahibi olduğunuz Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın bina vergisi için son gün 30 Kasım. Pamuk eller cebe”

8 Kasım 2014 Cumartesi

İLK TÜRK KADIN AVUKAT LOKANTAYA GİDİNCE... (*)

Ülkemizde avukatlık mesleğini seçen ve yapan ilk Kadın Avukat Süreyya Ağaoğlu, kadınların yemek yiyemediği lokantada yemek yiyince... Tarihten Anekdotlar Süreyya Ağaoğlu, Türkiye'nin ilk kadın avukatıdır. 1924-25 ders yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra, Ankara'ya ailesinin yanına döner. Bir arkadaşıyla birlikte Adalet Bakanlığı'nda staja başlar.. İlk günlerin heyecanı geçince, bir sorunla karşılaşırlar: Öğle yemeği işini nasıl çözeceklerdir ? Evlerine gidemezler, evleri bakanlığa çok uzaktır. Lokantaya da gidemezler.. Aslında o zamanlar Ankara'da yemek yenebilecek bir lokanta, İstanbul Lokantası vardır. Ama, hep milletvekillerinin yemek yediği bu lokantada, kadınların yemek yediği görülmüş şey değildir.. Türkiye'nin, bu ilk kadın stajyer avukatları, öğle yemeklerini, bir süre için peynir ekmek yiyerek geçiştirirler. Ama sonunda dayanamazlar.. Zamanın Basın-Yayın Genel Müdürü olan babası Ahmet Ağaoğlu'na giden Süreyya, öğle yemeklerini İstanbul Lokantası'nda yiyebilmek için izin ister. Ahmet Ağaoğlu, bunda bir sakınca görmez, peki, der.. İki arkadaş, ertesi gün öğleyin lokantaya gider, küçük bir bölümüne geçip güzel güzel karınlarını doyurur. Ahmet Ağaoğlu'nu ve kızını tanıdıkları için kimse yüzlerine bir şey söyleyemez, ama arkalarından konuşmalar başlar. Homurdanmalar ve şikayetler yükselir. Şikayetler aynı gün, zamanın başbakanı 'Rauf Bey'e de iletilir. Rauf Bey de Ahmet Ağaoğlu'nu arayıp durumu anlatır. Süreyya, o akşam eve döndüğünde, babasının kendisini beklediğini görür. Ahmet Bey hemen konuya girerek, "Başbakan Rauf Bey, senin ve arkadaşının lokantada yemek yediğinizi ve herkesin bunu konuştuğunu anlattı.. Bundan sonra öğle yemeklerine bana gelin," der.. Süreyya çok üzülür, ama yapacağı bir şey yoktur.. Birkaç gün sonra, Atatürk ve eşi Latife Hanım, Ahmet Ağaoğlu'na misafirliğe gelir. Sohbet edilirken, söz bu konudan açılınca, Süreyya Hanım, olayı bütün açıklığıyla Atatürk'e anlatır. Onun, kendisini anlayacağını ve destekleyeceğini düşünmektedir. Oysa, onu dinleyen Atatürk, "Babanın da, Rauf Bey'in de hakkı var," demesin mi ?.. Büyük bir hayal kırıklığına Süreyya, ertesi gün bakanlıktaki odasında çalışırken, bir yetkili telaşla içeri girer : "Süreyya hazırlan, Paşa seni yemeğe götürecekmiş !.." Süreyya şaşırır, apar topar kapının önüne çıkar. Yanında bir milletvekili ve yaveriyle arabada oturan Atatürk, onu görünce, "Latife bugün seni öğle yemeğine bekliyor," der. Süreyya hem şaşkın hem sevinçlidir. O bindikten sonra hareket eden otomobil İstanbul Lokantası'nın önünden geçerken, Atatürk, birden şoföre durmasını söyler. Bozüyük milletvekili Salih Bey telaşla yanlarına gelince, Atatürk, herkesin duyabileceği bir sesle, ona, "Bugün Süreyya'yı bize götürüyorum, ama yarın buraya gelecek, yemeğini lokantada yiyecek.." der. Süreyya'nın şaşkınlığı daha da artar. Ne olup bittiğini, Latife Hanım, yemekte, onun kulağına eğilip, "Paşa, dün akşam bu lokanta olayına çok kızdı, ama babanı senin yanında ezmek istemediği için kızgınlığını belli etmedi. Eve gelir gelmez, birkaç milletvekilini arayarak, yarın mutlaka eşleriyle birlikte lokantaya öğle yemeğine gitmelerini söyledi," deyince durumu anlar.. Süreyya Ağaoğlu, ertesi gün, arkadaşıyla İstanbul Lokantası'na gittiğinde, birkaç milletvekili eşinin de ilk kez orada olduğunu görür. Kimse onları bakışlarıyla bile rahatsız etmeye yeltenemez.. Bu bir ilk olur... Atatürk ve Türkiye'nin ilk kadın avukatı Süreyya Ağaoğlu, kadınların, tıpkı erkekler gibi, bir lokantada yemek yiyebilmesine de öncülük etmiştir... Atamızı 76. Ölüm yıldönümünde sonsuz sevgi, saygı ve özlemle anıyorum. (*) Bir Ömür Böyle Geçti – Avukat Süreyya Ağaoğlu – Kadın Eserleri ve Bilgi Merkezi Vakfı –İstanbul Barosu yayınları

5 Kasım 2014 Çarşamba

AVRUPA’DAN YANSIMALAR

Avrupa’da yaşayan ülke sevdalısı bir vatandaşımız geçmiş 12 yıllık siyasal gelişmeleri 29 Ekim’leri baz alarak yeniden başlıklar halinde düzenlemiş. “Akl-ı Beşer nisyan ile maluldür” sözünü yeniden hatırlayarak anımsatmak istedim. “29 Ekim 2002. Apo’nun idamı müebbete döndü. “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” denildi. AB’nin merkezi Brüksel’de Kürdistan Ulusal Parlamentosu açıldı, Madam Mitterand onur konuğu olarak katıldı. Kanada sözde soykırımı tanıdı. * 29 Ekim 2003. İsviçre sözde soykırımı tanıdı. Apo’nun avukatı ilk Kürtçe şiir kitabını çıkardı. AB’ye uyum ayaklarıyla Kürtçe kursları açıldı. Erdoğan başbakan oldu. * 29 Ekim 2004. Erdoğan oldu, “ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi kapsamında Diyarbakır yıldız olacak” dedi. Tam 29 Ekim günü, Papa heykelinin önünde AB Anayasası’na imza attı. Avrupa Parlamentosu, Ermeni kongresine ev sahipliği yaptı, Leyla Zana’ya Sakharov Ödülü verdi. CnnTürk’te ilk Kürtçe müzik klibi yayınlandı. TBMM camisindeki 30 Ağustos hutbesinde, tarihimizde ilk defa, Atatürk’ten hiç bahsedilmedi. * 29 Ekim 2005. Arjantin sözde soykırımı tanıdı. Orhan Pamuk “Kürtleri öldürdük, Ermenileri soykırdık” dedi, Almanya’dan barış ödülü aldı. Kaçak Kuran kurslarına verilen hapis cezası kaldırıldı, Tayyip Erdoğan “Teksas Tommiks okumak serbestken, Kuran okumak niye yasak olsun” dedi. * 29 Ekim 2006. Fransa, soykırım yok diyeni hapse tıkan yasa çıkardı. Aynı gün... Orhan Pamuk’a Nobel verildi. 23 Nisan’da TBMM kürsüsüne “çocuk” diye “21 yaşındaki” imam hatipli çıkarıldı. THY deve kesti. * 29 Ekim 2007. Tayyip Erdoğan’ın Apo’ya sayın, şehitlere kelle dediği ortaya çıktı. Kenan Evren’e Kürt meselesini sordular, “sekiz eyalete bölünmemiz” gerektiğini izah etti. ABD Ohio sözde soykırımı tanıyan 36’ncı eyalet oldu. AKP’li belediye başkanı, güya fıkra anlattı, “Atatürk şekerli kahve istemiş, o yörede şekerli kahveyi ibneler içermiş” dedi. Dindar(!) cumhurbaşkanı seçildi. Cumhuriyet mitingine katılan ve 19 Mayıs’ta öğrencilerine Atatürk tişörtü giydiren öğretmen, suçlu bulundu, cezalandırıldı, maaşı kesildi. Suudi Arabistan Kralı, takvimde başka gün yokmuş gibi, tam 10 Kasım’da Ankara’ya geldi, Anıtkabir’e gitmeyi reddetti, bizim cumhurbaşkanıyla başbakan, bu arkadaşa 10 Kasım’da madalya taktı. * 29 Ekim 2008. Ahmet Türk “Kürtler soykırıma uğradı” dedi. Türkiye’nin onur konuğu olduğu Frankfurt Kitap Fuarı’nda Türkiye’nin yarısını Kürdistan olarak gösteren harita asıldı. Bu sefer İngiltere Kraliçesi geldi, yemin ederken bile smokin giymeyen dindar cumhurbaşkanı, smokin giydi, papyon taktı, kraliçe de bizim dindar cumhurbaşkanına “şövalye madalyası” taktı. Anayasa mahkemesi, Akp’nin “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğunu tescil etti. Ermeni açılımı yapıldı, aydın kılıklı bazı tipler “Ermenilerden özür diliyorum” kampanyası başlattı. Atatürk’ü sarhoş, dinsiz, korkak gösteren Mustafa filmi vizyona girdi. Aynı hafta... CIA ajanı Graham Fuller’ın Akp’ye övgüler düzüp, Kemalizm’e saldırdığı kitabı piyasaya sürüldü, kitabın adı “Yeni Türkiye” Cumhuriyeti’ydi! * 29 Ekim 2009. Pkk açılımı yapıldı, dindar cumhurbaşkanı “Norşin” dedi. TRT, Kürtçe kanal açtı. Diyanet, ilk defa Kürtçe mevlit okuttu. Pkk’lılar Kandil’den Habur’a geldi, teslimiyet töreni yapıldı, otobüsün üstüne çıkıp zafer turu attılar, Tayyip Erdoğan “Habur’daki manzara karşısında umutlanmamak mümkün mü, çok sevindirici şeyler oluyor” dedi. Diyarbakır belediye başkanı “devlete mesajımız var, hastirin” dedi. Ermenistan’la İsviçre’de masaya oturup, kapıların açılması için protokol imzaladılar, Ermenistan maçında Azerbaycan bayraklarını yasakladılar. Domuz gribi ayaklarıyla okullar tatil edildi, tesadüfen(!) denk geldi, 29 Ekim törenleri iptal edildi. “Son Osmanlı Padişahı 1’nci Recep Tayyip Erdoğan” pankartı açıldı. * 29 Ekim 2010. ABD Temsilciler Meclisi, sözde soykırım tasarısını kabul etti. Asrın liderimiz “pkk’yla masaya oturduğumuzu iddia edenler şerefsizdir” dedi, masaya oturduğu ortaya çıktı, “hükümet oturmadı, devlet oturdu” dedi! Murat Karayılan, Kandil’de basın toplantısı yaptı, bizim basın kuyruğa girdi, naklen yayınladı. Türk Patent Enstitüsü, Kürtçe markaları tescilledi, Örümcek Adam mesela, “Tevnepir Mirov” oldu. Milli Güvenlik Kurulu, tarihte ilk defa, kırmızı kitap olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ni değiştirdi, irtica iç tehdit olmaktan çıkarıldı. Akp il başkanı “başbakanımız bizim için ikinci peygamber gibidir” dedi. Atatürk’ün Ankara’ya gelişini sembolize eden, geleneksel garnizon koşusu yasaklandı. * 29 Ekim 2011. Mit’ileaks patladı, Oslo pazarlıkları ortalığa saçıldı. Sabahat Tuncel, baş komisere tokat attı. YSK, Leyla Zana’nın milletvekili adaylığını iptal etti, otobüs, karakol, okul, her yeri yaktılar, YSK “pardon” dedi, adaylığa izin verdi, Leyla Zana 20 sene sonra TBMM’ye girdi, yemin ederken “büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim” diyeceğine “büyük Türkiye milleti” dedi. Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları istifa etti, Necdet bey bana mısın demedi. Bedelli askerlik çıkarıldı, taksitli, ensen kalınsa canın sağ olsun, garibansan vatan sağ olsun’du. Hizbullahçılar sokağa salındı. AKP milletvekili “başbakanımıza dokunmak bile ibadettir” dedi. Tayyip Erdoğan, 1938, Dersim olayları için devlet adına “özür” diledi, isyanın elebaşı Seyit Rıza’nın asılmasını “yürek burkucu” diye tarif etti, ağladı. Sabiha Gökçen, soykırımcı ilan edildi. Padişah açılımı yapıldı, TBMM Başkanlığı tarafından, Abdülmecid’i anıyoruz ayaklarıyla, Vahdettin’i anma sempozyumu düzenlendi, milletvekillerine padişah tuğralı davetiyeler gönderildi. Diyanet işleri, Kuran kurslarında yaş sınırını kaldırdı, eskiden beşinci sınıf şartı vardı, şimdi çocuklar ilkokula başladığı gün gidebileceklerdi. Fransa, soykırım yok diyeni hapse tıkan yasayı tekrar çıkardı. * 29 Ekim 2012. Pkk tanık, Tsk sanık oldu, genelkurmay başkanı terörist oldu. Leyla Zana “bu işi Tayyip Erdoğan çözer, başbakanda bu cesaret var” dedi. Papa “tarihte ilk soykırım Ermenilere yapılmıştır” dedi. 19 Mayıs’ın stadlarda kutlanması yasaklandı. Tayyip Erdoğan “dindar gençlik yetiştireceğiz, dininin, kininin davacısı gençlikten bahsediyorum” dedi. Diyanet, ilkokul çocuklarını sömestrde umreye götürmeye başladı. 4 artı 4 yasasıyla, imam hatip ilkokula sokuldu, Kuran’ı Kerim seçmeli ders oldu. Milli eğitim bakanı “Arapça öğretmeyeceğiz, Türkçe öğretir gibi öğreteceğiz, okuyacaklar ama anlamayacaklar, zaten Kuran’ı Kerim’i okuyanların çoğu anlamaz” dedi. Ders Kitapları Yönetmeliği değiştirildi, kitaplar hazırlanırken Atatürk ilkelerine uyulması kriterinden vazgeçildi. Necdet bey, Tsk’nın internet sitesindeki “Anıtkabir ziyaretçi sayısı”nı kaldırdı. Atatürk anıtlarına çelenk koymak yasaklandı. Yüksek Askeri Şura’da generaller oruçluydu, masaya su bile konulmadı, Necdet bey kendi lojmanında Tayyip beye ailece iftar verdi. Asrın liderimiz, metro açarken “10’uncu yıl marşında geçer, demir ağlarla ördük filan, neyi ördün, hiçbir şey örmüş değilsin, biz örüyoruz” dedi. Kayseri garnizon komutanı, 30 Ağustos’ta zafer bayramı pastasını Akp marşıyla kesti. Afyon’da cephanelik patladı, “Hindistan’da Pakistan’da olur böyle şeyler” denildi, vali bey Necdet beye kilim-sucuk hediye etti, “bi kaç Mehmet” denildi. Ahmet Davutoğlu “ulusçulukla hesaplaşma zamanı geldi” dedi. Diyarbakır emniyet müdürü “dağda ölen teröriste ağlamıyorsanız, insan değilsiniz” dedi. Barzani, Akp kongresinde onur konuğu oldu, Türkiye seninle gurur duyuyor diye alkışlandı. Akp il başkanı, peygamber efendimize nüfus cüzdanı çıkardı, Tayyip’i çocukları arasına koydu. 29 Ekim’de Atatürkçüler “terörist holigan” ilan edildi, coplandı, gazlandı. Tayyip Erdoğan, 10 Kasım’da Brunei Sultanı’na gitti, 1938’den bu yana, tarihte ilk defa, 10 Kasım törenleri başbakansız yapıldı. Bülent Arınç, Apo’nun gençliğinde namazında niyazında bi delikanlı olduğunu açıkladı. * 29 Ekim 2013. Ulus kelimesi yasaklandı, Ulusa Sesleniş’in adı Millete Hizmet Yolunda oldu. İmralı’yla resmi müzakereler başladı. Eşzamanlı olarak, türbanlı avukatlar duruşmalara girmeye başladı. Asrın liderimiz “milliyetçiliği ayaklar altına aldık” dedi, “Biji Erdoğan” pankartları açıldı. İmralı tutanakları basına sızdı, sayın Apo “yepyeni cumhuriyet kurulacak, akp’yi 10 senedir ayakta tutuyorum, anayasadaki vatandaşlık maddesi değişecek, Tayyip Erdoğan’ın başkanlığını destekleyeceğiz” diyordu. Apo, Nevruz’da Diyarbakır meydanında “ulusa sesleniş” konuşması yaptı, Türkçe-Kürtçe okunan mesajı “saygıdeğer Türkiye halkı” diye başlıyordu. “Akil adam”lar piyasaya sürüldü, “dağdakiyle birlikte yaşamak isterim, Türk demeyelim, Türkiye bayrağı diyelim” diyenler, akil yapıldı. TC’yi sildiler. Kızılay bile sodasındaki Türk ibaresini sildi. Andımız yasaklandı. Reyhanlı patladı, Burhan Kuzu’nun o geceki düğününü bile ertelemediler, teee 9 gün sonraki 19 Mayıs konserlerini iptal ettiler. Atatürk kabahat oldu, Atatürk anıtına çelenk koyanlara kabahatler kanunu’ndan para cezası kesildi. Padişaha doktora verildi, Sultan Abdülhamid’e onursal doktora unvanı takdim edildi! Tayyip Erdoğan “iki ayyaş” dedi. AKP milletvekilleri türban taktı. TRT’ye türbanlı spiker çıktı. * 29 Ekim 2014. Tayyip Erdoğan, cumhuriyet tarihinde ilk defa, sözde soykırım için taziye mesajı yayınladı. Yunanistan, inadına tam 9 Eylül’de, soykırım yok diyeni hapse tıkan yasa çıkardı. Beyaz Saray’da da, soykırım sembollerinden sayılan yetim halısı sergiye çıkarıldı. Okullar zorla imam hatip’e dönüştürüldü, çocuklar zorla imam hatip’e kaydedildi. Türban ilkokula sokuldu. Pkk mezarlık açıp, elinde kalaşnikofuyla terörist heykeli dikti. Atatürk heykelleri yakıldı, yıkıldı. Diyarbakır belediye başkanı mali özerklik istedi, daha önce barajları ve petrolü istemişti. Okullarımızı yaktılar, Kürtçe eğitim veren okullar açtılar, Öcalan’ın annesinin adını Kürtçe okula verdiler. Ağrı dağına cumhuriyetin mezarını kazdılar, mezar taşına TC yazdılar. Şehit Erkan Durukan Kışlası’nın önünde pkk bayraklarıyla resmi geçit yaptılar. Aysel Tuğluk, askere polise taş attı. Erdoğan, Cumhurbaşkanı oldu, “bundan böyle Yeni Türkiye” dedi. “Matematik, fizik, kimya dersi tartışılmıyor, her ne hikmetse, zorunlu din dersi tartışılıyor” dedi. Çankaya Köşkü tahliye edildi, Ak Saray’a geçildi. * 29 Ekim 2015 ???????” Bir yansımada ülkemizden anımsatmak istiyorum. “Demokratik anayasa, statükocu, ırkçılığa dayalı Atatürk milliyetçiliğine son vermek, kardeş halkların özgürce yaşadığı bir Türkiye için CHP” (10 haziran 2011 - Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu.) Anlayana sivrisinek saz………..

1 Kasım 2014 Cumartesi

YİNE FELAKET SENARYOSU

DÜNYANIN YARISI KARANLIKTA KALACAK ? Geçtiğimiz günlerde medyamızda bir haber ortalıkta dolaşmaya başladı. Neymiş efendim NASA (Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi) 16-22 Aralık 2014 tarihlerinde dünyamızın 6 günlük bir karanlığa gireceğini onaylamış mış. Evet her yıl Aralık ayı için bu senaryolar pazarlanıyor. Şarlatan veya uydurma haber yapan siteler tarafından. İnsanlık tarihi boyunca da bu böyle sürüp gitmiştir. İnsanoğlunun korku ve cahilliği hep kullanılmıştır. Çok sevdiğim bir söz vardır “bilgi korkuyu yok eder.” Ne yazık ki medyamız bilgi yerine korkuyu pazarlamaya çalışarak rayting peşindedir. Basınımız, yurtdışında bizim Zaytung sitesi gibi hiciv, mizah ve eğlence amaçlı, ilginç başlıklar atarak gerçekle ilgisi olmayan sahte haberler üreten sitelerden alarak, bunların gerçekliğini araştırmadan iç piyasada gerçek habermiş gibi sunmaktadırlar. Yeni senaryo ise dev bir güneş fırtınasının Aralık ayında dünyayı vuracağı ve dünyamızın büyük bir bölümünün 6 gün karanlıkta kalacağı haberi. Çok enteresandır nedense 2012 yılı Aralık ayına birçok kehanet nedeni uydurdular. Birincisi Sümerler tarafından görüldüğü öne sürülen Niburu (Marduk) gezegeninin dünyaya çarpacağı söylentisi idi. Bu çarpışma için önce 2003 Mayıs belirlendi. Bazı akılçelenler bu konuda kitap bile yazdı. Ve yine aklı başında gördüğüm programlardan Çeviz Kabuğu dahi gündeme getirdi konuyu. Konu ile ilgili olarak ta küçük bir anım var. Kendimi zorla da olsa programa telefonla katarak bunun saçmalığını anlatmaya çalışmıştım ama nafile. Mayıs 2003’te Niburu dünyaya çarpmayınca Aralık 2012’ye ertelendi bu tarih. Yine Aralık 2012’de Maya Takviminin bitip dünyanın sonunun geleceği iddiaları ortaya atıldı. Ayrıca 2012 Aralık için bu kadar senaryoyla yetinmediler, illa kıyameti koparacaklar ya; her yıl Aralık ayında dünya ve güneş Samanyolu merkezi ile aynı hizaya gelir. Yok efendim bu hizalanma sırasında Samanyolunun merkezindeki karadeliğinde kütle çekim etkisi ile dünyanın yörüngesinin değişeceği ve kıyametin kopacağı senaryosu. Bu hizalanmalar ile ilgili olarak ta bir yığın senaryo ortaya atıldı. Özellikle 1982 yılında tüm gezegenler ve güneş aynı hizaya geldi. Aslında 1962, 1982 ve 2000 yıllarında büyük hizalanmalar gerçekleşti ama 1982 tüm gezegenler ve güneşi kapsayınca o dönemde basın bunu kıyamet belirtisi olarak alıp yaygarayı kopardı. Bu son kıyamet senaryosun ne olup ne olmadığını bilimsel gözle bakarsak Hocam Prof.Dr.Ethem Derman’ın görüşlerine kulak verelim. “Rayting Avcıları Öğrencilerime uzun uzun sahte(kar) bilimcileri anlattım. Göbek suyu satanları, acı biber yiyerek zayıflamaya çalışan genç kızlarımızın dramını anlattım. Bugün İstanbul'a gelince açtım gazeteleri yine saçma sapan bir gazete haberi. Bilgisayarın başına geçtim, hemen gökbilimi seven arkadaşlarımdan hocam bu haber doğru mu diye soran mesajları okudum. Artık bu tür haberleri sorgulamayı öğrettiğim kişilerden gelmedi mesajlar nedense. Bizim gazetecilere dış basında çıkan haberleri alırlar, o nedenle gittim ABD basınında çıkan haberleri okudum. Saçmalığın daniskası. NASA başkanı bir konuşmasında ABD halkına diyor ki sel baskını, terörist faaliyetler veya deprem gibi bir afet durumunda serinkanlılığınızı bozmayın. Gazeteci alıyor bunu kimi üç gün, kimi altı gün dünyanın karanlıkta kalacağı şekilde yorumluyor. Kimi 21 Aralık 2014, kimi Aralık 2015, bazıları da Kasım ayında dünyamızın karanlıkta kalacağını yazıyor. Kimi bir güneş patlaması sonucunda, kimi ise güneş tutulmasında. Rayting uğruna bu medyanın yapmayacağı bir şey kalmadı anlaşılan. İnsan bilimden bu kadar mı uzakta durur, gazete okuyan veya TV seyreden izleyiciyi bu kadar mı cahil zanneder anlamak olanaksız. Ama cahilerin en ileri gidenleri kendileri olduğu apaçık ortada. Evet bugünlerde çok büyük bir güneş lekesi 7-8 gündür kendisini gösteriyor, ama her zaman olan bir olay. Artık güneş tutulmasının da ne kadar bir zaman içinde olacağını biliyoruz. Ama dikkat ederseniz 21 Aralık 2012'de kıyameti koparamayan medya hala her 21 Aralıkta kendisini tekrar edecek, anlaşılan o. Bu tür haberleri gülerek okuyun, cahil medya çalışanlarına ders verin, bu tür haberleri yazan gazeteleri almayın diyeceğim ama yanlış olur, onlara sadece gülün. Unutmayın ki yaşamak çok güzel, gökyüzü insanı korkutmaz tam tersine yıldızlar insana mutluluk verir. Sevgilerimle...” Peki Güneş fırtınaları tahmin edilebilir mi ? Güneş ile ilgili aktivitelerde ki artışlar tahmin edilebilir, ancak önceden kesin bir tarihte meydana gelecek bir fırtınayı tahmin etmem mümkün değildir. Bunu depreme benzetebiliriz. Olacak ama şu tarihte olacağı kesitirilemeyen bir olgu. Güneş lekelerinin fırtınalara yol açtığı bilinen bir gerçek hele hele büyük bir leke olursa tabi kıyametçiler durur mu ? Ayrıca bu tür fırtınalar olduğu zamanlar - yaşadık ve yaşayacağız - etkileri elektronik cihazlara zarar vermek olacaktır. En büyük tehlikede tabi uçak ve haberleşme uydularında yaşanabilir. Güneşte gerçekleşecek bir patlamadan itibaren bu patlamanın dünyadaki elektronik aletleri etkilemesi için 18 saatlik bir süre gerekiyor ki bu süre zarfında da önlemler zaten alınmaktadır. Koparamadılar gitti şu kıyameti bir türlü. Yine kehanet gerçekleşmeyecek ve bu yüzsüzler önümüzde ki Aralığa kadar bir şeyler uydurmakla meşgul olacaklar sanırım.