29 Mayıs 2013 Çarşamba

BİLİM ve DOĞMATİZM – II (Kentine Güvenen Kentler)

Memlekete hizmet etmek isteyenler açık kalpli olmalıdır. Açık söylemelidirler. Milletle, milleti sevk ve idare eden insanlar açık kalple görüşmelidirler. Yapılacak şeyler olduğu gibi ifade olunmalıdır. Yoksa boş laflarla milleti aldatmak, bozmak demektir. Prensibimiz daima millete gerçeklerin söylenmesi olmalıdır. Ancak bu usul, milleti aydınlatabilir. Millete gerçeği açıklayanların kendileri de aldanmadıklarından emin olmalıdır. 
Arkadaşlar! Benim bütün hayatımda izlediğim yöntem budur. Mustafa Kemal ATATÜRK ( 1923 ) Önceki yazımda anlattığım yararlı ve desteklenmesi gereken projelerle ilgili olarak Kırklareli Atatürk Anadolu Lisesi Fizik Öğretmeni Sn. Züleyha Baştepe ERDOĞAN ve Kimya öğretmeni Sn. Taner BULUT’u proje danışman öğretmenleri olarak anmamak bu ülkede yapılan güzelliklere saygısızlık olur sanırım. Bu yazıyı okuduğunuz bu gün, 2 Haziran’a kadar sürecek olan Sosyal Demokrat Belediye’lerden “Kentine Güvenen Kentler Buluşması” adlı etkinlikte İstanbul’da başlamış olacak. Sanırım birazda şanslı bir dönemimdeyim. Tam da okullardaki Bilim Fuarı etkinliklerinin izlenimlerinden bahsetmeyi ve konuyu buraya getirmeyi kurgularken bu etkinliğin başlaması benim adıma çok büyük bir şans. Özellikle Sosyal Demokrat Belediyelerin, ülkemizin 1000 okulunda gerçekleşen Bilim Fuarları etkinliklerine, bölgelerindeki okullara, beldemiz, ilçemiz, ilimiz yararına olan ve destek verirsek halka nasıl daha iyi hizmet verebiliriz düşüncesi ile gözlemci gönderip göndermediklerini açıkçası merak ediyordum. Hatta bu konuda, konuyu nasıl yazacağım diye de kara kara düşünüyordum. Çünkü öngörülerle yazmak hiçte hoş değildi. Yaşanmışlıkları yazmak olayı kişiselleştirirdi. “Canım Trakyam”, yanıt alarak, öngörülerin doğruluğu ile artık rahatça yazabilirim. Kentine güvenen kentler buluşması broşürlerinden ve internet sayfasında katılımcı belediyelerin Muhteşem Projelerine! baktığımızda projelerin büyük bir kısmının çağdaş, insana yakışır, yaşamı kolaylaştıran, kültürümüze sahip çıkan kısacası Sosyal Demokrasinin gereği, olmazsa olmazı olan projeler. Yenilik nerede? Önceki yazımda örnek verdiğim, çevre ile ilgili, direkt bölge halkına ve çiftçisine yararlı, doğayı koruyan temiz enerji ile ilgili projeler nerede? Hoş muhteşem projelere baktığımızda çevreci diye lanse edilen atık su arıtma tesislerini lütfen göstermeyin. Çünkü bunlar 2014 yılına kadar kanunen yapılması gereken projeler. Canım Trakya’mın dört ili yada sosyal demokrat belediyeleri bu atık su arıtma tesislerini mecbur kalmadan yapsalardı Ergene bu kadar kirlenmezdi belki. Ya da soruyu şöyle sorsak halk bu muhteşemlikleri neden göremiyor? “Kentine Güven Canım Trakyam” broşüründe ki “Trakya’nın kendine has pozitif insanına yakışan katılımcı, özgürlükçü belediyecilik Trakya’ya çok yakışıyor” demek gerçeği yansıtıyor mu? Yok sa, girdiğimiz yaz dönemlerinde moda olan ve adlarında mutlaka “Kültür ve Sanat” eksik olmayan belediyelerin düzenledikleri etkinliklerde, festivallerde katılımcı Trakya Halkının bilinç seviyesini arttırmak için önerdiği, bilimsel ve halkın bilinçlenmesini sağlayıcı proje önerileri dilekçelerine yanıt dahi vermeyen (Kırklareli Belediyesi), verdiği yanıtta vatandaşı aptal yerine koyan (Lüleburgaz Belediyesi) zihniyet mi gerçeği yansıtıyor. Ya da “Trakya halkı hele yaz günleri kapalı mekanları sevmez, dolayısı ile bu bilimsel, kültürel toplantılara katılım olmaz” diyerek cüzi ekonomik maliyetli, insandan yana toplantılar yerine bol şenlikli, yüksek maliyetli eğlenceleri mi tercih ediyorlar. Belediyelerin bu yaklaşımları Kent Konseylerini (Lüleburgaz) de etkilemiş olacak ki, bu kültürel faaliyet önerilerine vatandaşı adam yerine koymayıp yanıt verme zahmetine bile katlanmıyorlar. Dolayısı ile en iyisini ben bilirim mantığının hüküm sürdüğü zihniyetin, halk böyle istiyor yaklaşımının, dogmatizmden ne farkı kalıyor ki. Gazetemiz Görünüm’ün haber merkezinden Sevgili Ali (Mert)’nin dediği gibi “Sabah ki 19 Mayıs törenlerine katılım 200 kişi, akşam belediye konserine katılım binlerce kişi” Sen halkın bilincini arttıramadıktan sonra yazımın başına aldığım Atamızın sözü ile noktalamak istiyorum; “Yoksa boş laflarla milleti aldatmak, bozmak demektir” Meraklısına : http://www.kentineguvenenkentler.com/ adresinden Muhteşem Projeler incelenebilir.

BİLİM ve DOĞMATİZM – I (Projeler)

“Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.” Mustafa Kemal ATATÜRK, 1 Kasım 1937 TBMM’ndeki son konuşmasından Milli Eğitim Bakanlığı ile TÜBİTAK arasında imzalanan ve TÜBİTAK Bilim ve Toplum Dairesi tarafından yürütülen “Eğitimde İşbirliği Protokolü” kapsamında ülkemizde bilim kültürünün geliştirilmesine yönelik olarak 4006 TÜBİTAK Bilim Fuarları Destekleme Programı açılmıştır. “TÜBİTAK Bilim Fuarları”, 5-12. sınıfta okumakta olan öğrencilerin öğretim programı çerçevesinde ve kendi ilgi alanları doğrultusunda belirledikleri konular üzerine araştırma yaparak, araştırmalarının sonuçlarını sergileyebilecekleri, öğrenciler ve izleyiciler için eğlenerek öğrenebilecekleri bir ortam oluşturmayı amaçlamaktadır. TÜBİTAK Bilim Fuarları ile hedeflenen genel amaçlar şunlardır: . Bilimin ve bilimsel çalışmaların yeni nesiller tarafından benimsenmesinin teşvik edilmesi, 0. Bilimin günlük hayatla ilişkilendirilmesi, 0. Araştırma tekniklerinin, bilimsel raporlamanın ve bilimsel sunum becerilerinin tabana yayılarak genç bireylere kazandırılması, 0. Farklı gelişimsel ve bilişsel seviyedeki her çocuğa bilimsel proje yapma fırsatının sunulması, 0. Öğrencilere bilimsel proje yapma ve paylaşma konusunda yeni ortam ve olanakların yaratılması, 0. Öğrenciler üzerindeki yarışma baskısının ortadan kaldırılarak bilimin eğlenceli taraflarının ön plana çıkarılması, 0. Farklı sosyo-ekonomik seviyedeki bölge okullarının bilimsel projelere eşit katılımının sağlanması, 0. Gerçek hayattaki soru ve sorunlara çözüm bulunmasında bilimin ve bilimsel çalışmaların öneminin öğrenciler tarafından uygulayarak/yaşayarak öğrenilmesinin sağlanmasıdır. Yukarıda ki amaçlar doğrultusunda Türkiye çapında belirlenen 1000 pilot okuldan biri olan Kırklareli Atatürk Anadolu Lisesi’nin 15 Mayıs 2013 tarihinde düzenlediği “Tübitak Bilim Fuarına” katılma ve projeleri inceleme fırsatı buldum. Fuar izlenimlerimi ve düşündürdüklerini paylaşmadan önce o genç beyinlerin emeklerine sahiplenmeleri, projelerini büyük bir heyecanla anlatmaya çalışmaları, sorulan sorulara yanıt verme çabaları, yanlış yanıt vermeme korkularından kaynaklı utangaçlıkları açıkçası görülmeye değerdi diye düşünüyorum ve hepsini kutluyorum. Özellikle bölgemizi ve ilimizi direkt olarak ilgilendirdiği, ekolojik çözümler üretmesi açılarından birkaç projeden bahsetmek istiyorum. İlki “Kırklareli’nde Rüzgar Gülü- Ver Enerjiyi Yak Ampulü” Amaç Rüzgar enerjisini kullanarak Kırklareli’nde kaç hanenin elektrik ihtiyacının karşılanmasını bulmak. İl Meteoroloji Müdürlüğünden alınan verilerle bir rüzgar türbininin ayda 40.320 kWh enerji ürettiğini bularak, ortalama bir hanenin de ayda 200 kWh elektrik enerjisi kullandığı varsayımından bir türbinin 201 hanenin elektrik enerjisini karşılayabileceği sonucuna ulaşmışlar. Bölgenin rüzgar enerjisi potansiyelinin oldukça verimli olması, yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanarak, doğal yaşam ortamlarının bozulmasını engelleyeceği gibi, Belediye gibi kurumların ucuz enerjiyi bölge insanına ulaştırması, kalkınmada öncülük edebileceği sonucuna varmışlar. Bu sonuçlara şehir merkezi ölçüm istasyonundan ulaşılması, daha yüksek kesimlerde kurulacak türbinlerin çok daha fazla verimlilik sağlayacağı öngörüsünü de ekliyorlar sözlerine. İkinci projemiz “Yoksa Siz Hala Bahçenizi Kendiniz mi Suluyorsunuz?” Daha az enerji kullanarak sudan ve zamandan tasarruf sağlamak. Projenin teknik detayları anlatıldı. Kısacası sensörler aracılığı ile kuruyan toprak otomatik olarak devreye giren motor aracılığı ile depodan yeterli miktarda sulanabilmekte bunun sonucunda da; en iyi denetimle yüksek randımanlı sulama yapabilmek, damla sulama yöntemi ile bitkinin gübre gibi besin maddelerinden en üst düzeyde yararlanmasını sağlayarak gübre tasarrufu yanı sıra yabancı otlarda azalacağından işçiliği en aza indirmek, bitkinin toprak üstü organları ıslatılmadığından bitki hastalıklarının gelişmesini önlemek, toprak yüzeyi kuru tutulduğundan toprak işleme, ilaçlama, hasat ve taşınmanın kolaylaştırılarak tarımsal işlemlerin en aza indirilmesini sağlamak. Üçüncü proje “Isıtıcımız Dünya”. Topraktaki ısı enerjisi kullanılarak evlerin ısıtılabilmesi. Bunun içinde bir küçük buzdolabı parçalanarak uygun parçalarını (buharlaştırıcı, yoğunlaştırıcı, kompresör v.b.) kullanılarak düzenek kuruluyor ve özel bir termodinamik çevrim olan carnot çevrimi ile enerjinin sıcak bölgeden soğuk bölgeye aktarılmasını gerçekleştiriyorlar. Hatta klimanın çalışma prensipleri uygulanırsa kışın ısıtma, yazın soğutma yapılabileceğini, fakat maliyetin yüksek olması nedeni ile bunu tercih etmediklerini belirtiyorlar. Son olarak ta ekolojik bir proje olan ve atmosfere karbondioksit salınımını % 80 azaltan basit, basit olduğu kadarda önemli bir projeden söz etmek istiyorum. Özellikle doğalgaz bacalarından salınan karbondioksit salınımına yönelik bir proje. Doğalgaz bacamızın önüne yapılan basit bir düzeneğe emici bir madde ile kireç suyu koymak. Kireç suyu karbondioksidi emerek kireç taşına dönüştürüyor ve bu kireç taşları da inşaat malzemesi olarak kullanılabiliyor. Ortamda ki karbondioksit ile dahi kireçtaşına dönüşen malzeme standlarında sergileniyordu.

24 Mayıs 2013 Cuma

BİPOLAR BOZUKLUK VE YARATICILIK – III

“İçinden bir ses, ‘Çizemezsin’ diyorsa, içinizdeki o sesin susturulması gerekiyor demektir.” Vincent Van Gogh Amerikalı şair, yazar Sylvia Plath hayatı boyunca ileri derecede manik-depresif bozuklukla boğuştu. Sırça Fanus adlı eseri yaşadıkları ve depresyonu üzerine bilgi veren bir otobiyografi niteliğindedir. Şiirlerinde intihar girişimlerini açıkça anlatır. “Yine yaptım, on yılda bir beceririm bunu ben.” Üçüncü on yılda ise denemekle kalmayıp başarır. 1963 yılında evinde havagazını açıp kafasını da fırının içine sokarak intihar eder. ABD'li sinema oyuncusu, şarkıcı ve model. 20. yüzyılın en ünlü sinema yıldızlarından, seks sembollerinden ve pop ikonlarından biri olan Marily Monroe,henüz 36 yaşındayken hayata veda etti. Ölümünün ardından yapılan otopsi sonucunda ölüm sebebi yüksek dozda barbitürat alımı sonucu muhtemel intihar olarak ilan edildi. Diğer bir manik defresif tanısı olan ünlü İtalyan rönesans dönemi ressamı, heykeltıraşı, mimarı ve şairi Michelangelo Buonarroti’dir. Papa II.Julius tarafından kendisine, en önemli başarılarından biri olacak Vatikan’ın yanındaki Sistine Şapeli’nin tavan resimlerinin yapılması işi verilir. Michelangelo, 48 metre uzunluğunda ve 13 metre genişliğinde olan bu tavanı, tam dört buçuk yıl, yukarıya kadar tırmanıp sırtüstü yatarak 343 figürle, tek başına süslemiştir. 
 Modern hemşireliğin öncüsü ve kurucusu olan gece gündüz demeden yaralılara baktığı için askerler tarafından ‘’Lambalı Kadın’’ olarak anılan Florence Nightingale, savaştan sonrada bekar kalıp Londra'da hemşirelik okulu açmıştır. 1907 yılında Liyakat Nişanı alan ilk kadın olmuştur. 1910 yılında ölmüştür. 1961 yılında, Türkiye'de, Şişli'de açılan ilk Yüksek Hemşirelik Okulu'na onun adı verilmiştir. Doğum günü olan 12 Mayıs, tüm dünyada hemşireler günü olarak kabul edilmiştir. Arapçada P harfinin olmamasından dolayı Arap dünyasında Eflatun olarak anılan Platon, çok önemli bir Antik/Klasik Yunan filozofu olduğu gibi, matematikçi, felsefi diyaloglar yazarı ve Batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olan Atina Akademisinin kurucusudur. Bu akademi aynı zamandan günümüzdeki modern üniversite oluşumunun başlangıcı olarakta kabul edilir. Platon, akıl hocası Sokrates (Socrates) ve öğrencisiAristoteles (Aristotle) ile birlikte, doğal felsefe, bilim ve Batı felsefesinin temellerini attı. 
Alman Klasik müzik bestecisiLudvig Von Beethoven ilk semptomlar 1812 de yaşadığı bir aşk üzüntüsü sonrasında başladı. 5 yıl süren bu psikoz döneminde en ünlü bestelerini yaptı. Yaşamı boyunca sağlık problemleri çeken Beethoven 1801’de Paget hastalığı nedeniyle işitme problemleri yaşamaya başlamış ve 1817’de tamamen sağır olmuştur. Bu dönemden sonra sağırlığı müzik yaşamını hiçbir şekilde etkilememiştir. Hatta 9. senfoniyi de sağırlık döneminde bestelemiştir. Wolfgang Amadeus Mozart , Klasik Batı Müziği'nin, en üretken ve en etkili bestekârlarından biridir. 35 yıllık ömrüne 626 eser sığdırmıştır. Mozart,Avrupalı bestekârların en popülerlerindendir ve birçok eseri standart konser repertuarlarında kullanılır. Her geçirdiği depresyonun ardından oldukça üretken olmuş ve bir çok beste yapmıştır. Genelde sabah erken saatlerde uyanıp gece geç saatlere kadar çalışan Mozart son 11 yılında, yılda ortalama 27 olmak üzere toplam 295 beste yapmıştır. Bunu hesapladığımızda günde ortalama 8 saat beste yapmış olması gerekmektedir. Günümüzde müzik tarihinin en büyük dehalarından biri olarak kabul görmüştür. ABD 'li şarkıcı-söz yazarı, müzisyen ve sanatçı, Nirvana grubunun en çok bilinen elemanı olan Kurt Donald Cobain’e manik depresif, madde bağımlısı tanısı konulmuştur. ‘Lityum’ isimli bir şarkı yazmıştır. Fransız şair , yazar, devlet adamı Victor Hugo, Sefiller ve Notr Dame’ ın kamburu bilinen ünlü eserleri arasındadır. Depresyonunun tedavisi için doktoru tarafından şiir yazmaya teşvik edilen Amerikalı şair Anne Sexton birçok şiirinde ölümden ve ölme isteğinden bahsederken o dönemde kaleme alınmaya cesaret edilemeyen cinsel objeleri, kadın erkek ilişkilerini de konu aldı. En önemli eserleri;Tımarhaneye Giderken ve Dönerken (1960), Yaşa ya da Öl (1966), Delilik Kitabı (1972), Ölüm Defterleri (1974), Tanrı’ya Doğru Korkunç Kürek Çekiş (1975).Hastalığı sırasında yaşadığı sanrıları şu şekilde anlattı; İki çirkin melek benimle konuştu; ‘Anne, Anne, bize gel! Tabi ki öl...’ Fransız devriminin generali Fransa Cumhuriyetinin ilk başkanı olan Napolyon Bonapart;
1799-1804 yılları Fransız konsülü olarak hizmet etti.
1804 te Napolyon-I adını alarak kendini imparator ilan edip kendi eliyle tacını giydi.
1805 te ise İtalya da kendi kurduğu Cumhuriyeti lağvederek kendini İtalya kralı ilan etti. Amerika Birleşik Devletleri 16. Başkanı Abraham LINCOLN, Amerika’nın 26. Başkanı Theodore Roosevelt, İngiliz devlet adamı Winston Churchill manik depresif tanısı ile değerlendirilir. 1953 yılında Pulitzer Ödülü, 1954 yılında ise Nobel Edebiyat Ödülü alan Amerikalı yazar, gazeteci Ernest (Miller) Hemingway 1961 yılında kendini av tüfeği ile vurarak intihar etti. İngiliz feminist, yazar ve eleştirmen Virginia Woolf Otobiyografi niteliğindeki romanı, günlükleri, ve mektuplarını incelediğinizde psikoanalistler hastaları için ne yapıyorsa onun da kendisi için bunu yapmaya çalıştığı anlaşilmaktadır. 49 yaşına dek manik -depresif ataklar geçirmiş ve sonunda bedenine taşlar bağlayarak nehre atlayıp intihar ederek yaşamını yitirmiştir. İntihar etmeden önce eşi Leonard Woolf'a bıraktığı mektupta yaşadıklarını ve hastalığını şöyle dile getirmişti; "Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum.Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Artık benim için her şey bitti. Sana sadece bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem...” 18 MART 1941

22 Mayıs 2013 Çarşamba

BİPOLAR BOZUKLUK VE YARATICILIK – II

“Bir miktar delilik karışımının bulunmadığı mükemmel bir ruh yoktur.” Aristo (MÖ 384-322) Van Gogh “ayçiçeği” tablosunu depresyondayken, Edward Munch “çığlık” tablosunu yaşamının en karmaşık döneminde yapmıştır. Bu örneklerin tersine, yazar Virginia Woolf depresyondayken yazamadığını belirtmiştir. Peki bipolar bozukluklar yaratıcılığı artırıyorsa, tedavi ile yaratıcılık nasıl etkilenir? “Çığlık” tablosunu yapan Edward Munch’un doktoru olan Dr. Panter, Munch’un başarılı bir tedaviden sonra onun yaratıcılığının kaybolduğunu belirtmiştir. Bu saptama bipolar bozuklukla yaratıcılık arasında bir ilişkinin olduğu görüşünü desteklemektedir. Bipolar bozukluklar en dar tanımlamalarla toplumda %1-1.5 oranında görülebilmektedir. Sanatçılar arasında bu oran %11’e kadar çıkmaktadır. Çoğumuzun tanıdığı sanatçılardan bipolar bozukluğu olanlar veya olduğu düşünülenler arasında William Blake, Jack London, Virginia Woolf, Ernest Hemingway, Vincent Van Gogh, Jean-Claude Van Damme, Edgar Allan Poe, Florence Nightingale, Vivien Leigh, Mel Gibson, Richard Dreyfuss, Paul Gascoigne vardır. Unutulmamalıdır ki her bipolar bozukluğu olan birey yaratıcı değildir, her yaratıcı olan bireyin de bipolar bozukluğu olması gerekmez. Yine de yaratıcılıkla bipolar bozukluklar arasında bir ilişki var gibi görünmektedir. Bipolar bozukluğun mu yaratıcılığı kışkırttığı, yaratıcılığın mı bipolar bozukluğa zemin hazırladığı henüz tam olarak açıklığa kavuşmamıştır Manik depresif olan, evrensel kütle çekimini ve hareketin üç kanununu ortaya koyan ve üç yüzyıl boyunca bu bakış açısı bilim dünyasına egemen olan Isaac Newton, 20 li yaşların başında geçirdiği bir manik/ hipomanik atak sırasında Calculus, Mekanik kanunları ve yer çekimi’ni yazdı. Newton, depresif dönemlerinde çevresinden uzaklaşır, intihar düşünceleri içine girer, bitip tükenmek bilmeyen günah düşünceleri ile mücadele ederdi. Felaket temalı düşünceleri, hastalık sahibi olma ve kötülük görme hezeyanları olurdu… Bu süre içinde üretkenliği azalır, başlayan çalışmaları yarım kalır, yeni bir çalışma içine girmesi uzun süreler alabilirdi. Bu devrenin sonrasında bazen hipomani dönemine girerdi. Bu dönemlerde ise sabahlara dek çalışır, müthiş bir enerji içinde olur, düşünceleri adeta birbiri ardından uçuşurdu. İnsanlarla ilişkileri artar, çok çeşitli faaliyetler içine girerdi. Buluşlarının çoğunu da bu hipomani dönemlerinde gerçekleştirirdi. Tüm bunların yanı sıra ömrünün son on yılında bilimsel çalışmalardan tamamen uzaklaşarak, bilimsel çalışmalarının dine uygun olup olmadığını araştırmakla geçirdiği söylenir. Bipolar bozukluk ya da diğer adıyla manik depresif bozukluk tarihe iz bırakmış pek çok başarılı insanı etkilemiştir. Hollandalı ressam Van Gogh’un diğer kardeşlerinde de şizofreni, depresyon ve intihar girişimi gözlenmiştir. Van Gogh, uykusuzluğunu gidermek ve duygusal dalgalanmalarını kontrol altına almak için o zaman popüler bir içki olan absinthe kullanıyordu. %75 alkol içeren ve worwood bitkisinden yapılan absinthenin yoğun kullanımı sonrasında geçirdiği krizlerden birinde turpetine içeren kendi yağlı boya tablolalarından birini yemeye kalktı. Bir başka psikotik özellikli atağında ise sol kulağını kesip genelevdeki sevgilisine armağan etti. Her akşam içki içtiği “Cafe Tras” “absinthe Drinker” bilinen tabloları arasında dır. Van Gogh, yaşamının son on yılı boyunca yaklaşık 900 suluboya/yağlı boya resim ve 1100 karakalem çalışma üretmiştir. En meşhur eserlerini ise ömrünün son iki yılında yapmıştır. Yaşarken yalnızca bir tablosu satılmıştı. 1890 yılında bir gün yolda hızlı adımlarla yürürken kendi kendine mırıldanıyordu…‘Bu imkansız …Bu imkansız …’ ve o günün sonunda kendini göğsünden vurarak intihar etti. Yine tanısı muhtemelen bipolar bozukluk ya da manik depresif bozukluk olan, 1881-1973 yılları arasında yaşamış olan, İspanyol ressam, heykeltraş Pablo Picasso, bilinen en üretken sanatçılar arasında yer almaktadır. Guiness rekorlar kitabına göre 13.500 resmi; 100.000 baskısı; 34.000 kitap resmi; 300 seramik heykeli olmak üzere ömrüne sığdırdığı toplam 150.500 eseri mevcuttur. ‘Her şeyi söylemem ama her şeyin resmini yaparım…’ Pablo Picasso’nun ünlü bir ifadesidir. Pablo Picasso 1937 de Almanların saldırısıyla Guernica kasabası bombalandığında, insanların yaşadığı felaketi yalnızca bir gece de yaptığı ‘Guernica’ adını verdiği tablosuna yansıttı. Bir gün sergisini gezen Alman Generalin ‘Bu resmi siz mi yaptınız?’ sorusuna ‘Hayır siz yaptınız!’ diye yanıtını verdi. 2012 Mayıs ayında 119.9 milyon dolara satılarak, açik arttırma yoluyla satılan en pahalı sanat eseri olarak tarihe geçen Çığlık isimli tablosuyla tanınmış Norveçli ekspresyonist ressam Edvard Munch, bu tabloda yaşadığı psikozu resme dökmüştür. Yaşadığı bir manik atak sırasında sol elinin parmağını vuran, çok kez intihar girişimleri nedeniyle hastanede yatarak tedavi gören ressam. “ Hastalık, delilik ve ölüm beşiğimin başucunda nöbet bekleyen ve ömrüm boyunca yanımdan ayrılmayan kötü meleklerdir…" diye yazdı. Oyunculuk becerileri ve güzelliğinin yanı sıra Hollywood da yaşam tarzı ve yaptığı çok sayıda evliliğiyle de tanınan iki Oscar ödüllü Elizabeth Taylor Hollywood'un altın çağının büyük oyuncularından biri olarak kabul edilir. 60 ‘ın üzerinde film ve dizide oynayan, birçok seslendirme yapan güzel oyuncu 79 yaşında kalp yetmezliğinden vefat etmiştir.

20 Mayıs 2013 Pazartesi

BİPOLAR BOZUKLUK VE YARATICILIK – I

Biz sanatçılar hepimiz biraz deliyiz. Kimimiz aşırı neşeliyiz, bazılarımız melankolik, hepimize az ya da çok dokunulmuş. Lord Byron Yüzyıllardır insanoğlu zeka ve yaratıcılık arasındaki ilişkiyi merak etmiştir. Bunun yanında da bu tür kişileri “deli dahi” kavramı ile tanımlamıştır. Delilik ve dahilik üzerinde ki araştırmalar son yüzyılda başlamıştır. 1949′da Alman sanatçılar ve aileleri üzerine yapılan bir araştırmaya göre bipolar bozukluk ve yaratıcılık arasında tanımlanabilir bir ilişki olduğu tespit edilmiştir.. Bunun nedeni hem bipolar bozukluğun hem de yaratıcılığın genetik olarak nesilden nesile geçmesi olarak gösterilmiştir. Bu ailelerde, genetik izolasyon nedeniyle gelecek nesillerde hem yaratıcı olup, hem de bipolar bozukluk taşıma oranı yükselmektedir. Yazarlar üzerinde yapılan başka bir araştırmaya göre, yazarların yüzde 80′i ciddi duygu-durum bozukluğu yaşamaktayken bu oran genel olarak topluma bakıldığında yüzde 30′da kalmaktadır. Bir diğer çalışmada, manik-depresif kişilerin yaratıcılık üzerine yapılan testlerde kontrol grubuna göre daha başarılı olduğu tespit edilmiştir. AdeleJuda, sanatçılar ve onların akrabalarıyla ilgili ayrıntılı çalışma yapan araştırmacıların ilklerinden biriydi. Juda, 1927-1943 arasında 5000’den fazla kişiyle görüşmüştür; tanı araçları ve yönteminde yetersizlikler taşısa da özenli olmayı hedefleyen ilk araştırmacıdır. Bulgularına göre; Sanatçı ve bilim adamları ile akrabalarında ruhsalhastalıkların normal dağılımdan daha fazla olduğunu görmüştür.. • Sanatçılarda şizofreni spektrumu ve psikopati, bilimadamları arasında manik-depresif hastalık sık • Yazar ve şairler daha çok depresif • Her iki grupta intihar oranı yüksek; hem yaratıcılık, hemhastalık kalıtsal. Psikiyatrik bozukluklar en yüksek oranlarda şairlerde (%50), müzisyenlerde (%38), daha düşük oranlarda ise ressamlarda (%27), bilim adamlarında (%19), ve mimarlarda (%17) ortaya çıkmıştır. Yaratıcılık kavramı gerçekten bizim düşündüğümüz gibi midir? Nasıl tanımlanmaktadır? Neleri kapsamaktadır? Yaratıcılık yalnız görsel sanatlar ve edebiyatla mı ilgilidir? Zekayla ilişkisi var mıdır? Yaratıcı kişilerin aynı zamanda hasta olabilecekleri doğru mudur? Hastalıklar yaratıcılığı etkiler mi? Konu hakkında bir uzman görüşüne başvurmak en doğru yöntem olsa gerek. Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Orhan DOGAN’ınPsikoyorum Dergisinde ki makalesinde ; “Yaratıcılık, özgün düşünme biçimiyle problem çözme becerisine benzer biçimde işleyen; estetik, bilimsel, sosyal yönlerden biri veya birkaçı için yararlı olan, yeni bir eser, fikir veya buluş ortaya koyma yetisi ve sürecidir.” Tanımlamasından sonra yaratıcılığın en belirgin özelliklerini şu şekilde anlatmaktadır. “Özgün ve çabuk düşünebilme yetisi, yeniliğe açık olma, meraklı olma, ilgi alanlarının çok yönlü olması, konulara-sorunlara farklı açılardan yaklaşabilme becerisi, başarılı olma, özgür olma, içe dönük veya coşkulu bir yapıda olma, sezgilerinin güçlü olması, etkileyici olma, soyut veya somut nesne ve kavramlar arasındaki bağlantıları yakalayıp ilişkilendirebilme gücünün olması, yeni olanı yakalayabilme becerisi, hayal gücünün zengin olması, senaryo üretebilme becerisi, sorunlara çözüm arama, üretken olma.” Yaratıcılığın zekayla ilişkisi konusunda; “ Yaratıcılığın zekayla ilişkili olduğu, ancak zekadan bağımsız bir zihinsel yetenek olduğu kabul edilir. Yaratıcı bireylerin zeka katsayısı diğer bireylerden daha yüksek bulunmuş, bu bireyler yaşıtlarından daha zeki olarak değerlendirilmiştir. Bu konudaki çalışmalar yüksek zeka katsayısına sahip olan bireylerin diğer bireylere göre bazı özelliklerinin farklı olduğunu, fakat yaratıcılık yönünden farklarının olmadığını göstermiştir. Zeka yaratıcılık için gerekli, fakat tek başına yeterli değildir. Bir çalışmada, zeka katsayısının 120’nin üstünde olmasıyla yaratıcılık arasında bir ilişki bulunamamıştır. Zeki insanların yaratıcılık konusunda diğer insanlardan farkı, yaratıcılığın daha kolay geliştirilebilmesi olabilir.” Yaratıcılık ve bipolar arasında ki ilişkiyi Sn.Dogan şu şekilde açıklamaktadır. “Araştırmalar nevrotik kişilik özelliklerinin sanatsal yaratıcılığa dönüşebildiğini, bipolar bozuklukların yaratıcılığı kışkırttığını, şizofrenide de yaratıcılık örneklerinin görülebildiğini öne sürmektedir. Bunun yanı sıra, sanatçıların beyinlerindeki (bilinçdışındaki) yoğun duyguların ve düşüncelerin dışa vurulması normalden sapma olarak değerlendirilebilmektedir. Oysa yaratıcı bireyler için bunun doğal olduğu ve hastalık olarak görülmemesi gerektiği öne sürülmektedir. Bazı sanatçılar eser yaratmanın kendileri için bir baş etme yolu olduğunu belirtirler. Yaratıcılık olumlu duygudurum, mutluluk ve ruh sağlığı ile doğrudan ilişkilidir. Hem manide, hem de depresif dönemde yoğun duygular yaşanır; bu duygular manide olumlu, depresyonda olumsuzdur. Bipolar bozuklukların yaratıcılıkla ilişkisi geriye dönük olarak ve halen yaşayanlar incelenerek anlaşılmaya çalışılmıştır. Geriye dönük çalışmalarda sanatçıların eserleri, sanatçıları yakından tanıyanların yazıları ve anlattıkları temel alınmıştır. Geriye dönük çalışmalar her zaman kesin ve doğru sonuç vermez. Örneğin, Van Gogh’un bipolar bozukluğunun olup olmadığı tartışmalıdır. Yaşayanlarla ilgili çalışmalar hem sanatçılarda, hem de birinci derece yakınlarında ruhsal bozuklukların oranlarını araştırmıştır. Bu çalışmaların sonuçları, sanatçılarda ve birinci derece yakınlarında ruhsal bozuklukların (özellikle bipolar bozuklukların) toplumda görülenden daha yüksek oranda olduğunu göstermiştir. Yaratıcılık bipoların hangi döneminde ortaya konur? Depresyonda yoğun olumsuz duygular yaşanır. Birey kendine, zihnine odaklanır; dış dünyaya karşı ilgisizdir. Birey kendi duyguları ve düşünceleriyle aşırı ilgilidir, içe bakış en üst düzeydedir. Bu dönemin yaratıcılığa temel hazırladığı kabul edilir. Mani döneminde sanrı ve varsanı gibi psikotik belirtiler, dikkat dağınıklığı ve fikir uçuşması gibi belirtiler nedeniyle bireyin bir konuya yoğunlaşıp bir eser ortaya koyması güçtür. Yaratıcılığın ve yaratıcılık ürününün en çok ortaya konduğu dönem hipomani dönemi olarak kabul edilir. Bu dönem manik dönemden daha hafif şiddette belirtilerle karakterizedir. Yukarıdaki açıklamaların tersine depresif dönemde de yaratıcılık ürünleri ortaya konabilmektedir.”

17 Mayıs 2013 Cuma

İÇSELLEŞTİRİLMİŞ DAMGALAMA ve BASIN

İnsanoğlu yüzyıllar boyunca, yeterince tanımadığı ya da bilgi sahibi olmadığı olgu ve kişiler karşısında tedirgin olmuş, ürkmüş ve söz konusu olgu veya kişiye olumsuzluk atfederek onu dışlama, damgalama ve ayırdetme eğilimi göstermiştir. Özellikle ruhsal bozukluklar, damgalanmaya ilişkin tüm olumsuzluklara en üst düzeyde maruz kalınan rahatsızlıklardır. Damgalamada şu etkenler etkilidir. Ruhsal hastalıklı bireylerden korkulmalıdır ve toplum dışında tutulmalıdır. Otoriterlik; ruhsal hastalıklı bireyler sorumsuzdur, bu nedenle kararlar diğerleri tarafından verilmelidir. Yardımseverlik; şiddetli ruhsal hastalığı olan bireyler çocuk gibidir ve bakıma ihtiyaçları vardır. Ruhsal hastalık tanısı almış bireylerde durumundan utanma, olumsuz otomatik düşüncelerde artma, sosyal ilişkilerden kaçınma, kendilik değerinde düşme ortaya çıkmaktadır. Alınan psikiyatrik tanının damgalayıcı içeriği ne kadar fazla ise bu belirtilerin şiddeti o oranda artmaktadır. Dolayısı ile ruhsal hastalığı olan kişilerde “ruhsal olarak hasta kişi” basmakalıp düşüncesi canlanır. Ve toplumdan önce kendilerini damgalarlar. İçselleştirilmiş damgalama olarak isimlendirilen bu durum, bir ruhsal hastalık tanısı ya da etiketi alma ile birlikte etkisini göstermeye başlamaktadır. İçselleştirilmiş damgalama ya da öz damgalama, genel halkın inandığı tehlikelilik, yetersizlik gibi damgalayıcı basmakalıp görüşlerin ruhsal hastalığı olan kişi tarafından benimsenmesidir. Önyargılı insanlar bu olumsuz basmakalıpları onaylamaktadırlar. Ruhsal hastalıklı bütün insanlar saldırgandır gibi. Ruhsal hastalıklarla ilgili basmakalıplar, suçlama, tehlike ve yetersizliği içerir. Ayakta tedavi edilen psikiyatri hastalarıyla yapılan bir çalışmada, hastaların %73.2’sinin içselleştirilmiş damgalama ölçeğinde ortalamanın üzerinde puan aldıkları saptanmıştır. Bipolar bozukluğu bulunan hastalarla yapılan bir çalışmada, yüksek düzeyde damgalama endişesi bildiren hastaların, aile dışındaki kişilerle etkileşimlerinde daha fazla bozulmuş sosyal işlevsellik görülmüştür. Türkiye Psikiyatri Derneği Duygudurum Bozuklukları Bilimsel Çalışma Birimi’nce yürütülen bir çalışmada ise, hastaların %60’ının hastalıklarının evlenme konusunda olumsuzluk yaratacağı görüşünde oldukları, mesleki işlevsellik açısından, hastaların yaklaşık %55’inin hastalıklarını iş bulma konusunda zorluk yaşatma nedeni olarak gördükleri belirlenmiştir. Hastaların toplumla temas düzeyi arttıkça, kendilerini damgalama artmaktadır. İçselleştirilmiş damgalama, hastalık belirtilerini kötüleştirerek ve iyileşmeyi geciktirerek hastalara zarar vermektedir. Damgalanma duygusu yaşayan hastaların kendilik saygısı azalmaktadır. Kendilik saygısı ve damgalanma duygusu birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen değişkenlerdir. Kendilik saygısının azalmasının yanı sıra hastalarda sıklıkla moral bozukluğu, sosyal uyumda bozulma, suçluluk ve utanç duygularında artışa da neden olmaktadır. Kişi, ruhsal hastalıklı kişiler hakkındaki olumsuz şakalar, yorumlar ve medya betimlemeleri yoluyla iletilen kültürel basmakalıplara maruz kalmaya devam ettiği sürece içselleştirilmiş damgalama artacaktır. Bu konuda basınla ilgili olarak birkaç örnekle yetinelim -Clinton dönemi eski Amerikan Dışişleri Bakanı Madeleine Albrigth tarafından yönetim eleştirilirken Bush yönetimini manik depresif olarak nitelediği gazete haberi - 2003 Oscar sonuçları verilirken, basında manik depresif bir gece adıyla geçiyor. - Milliyet yazarı Tuba Akyol, kendine Manik Depresif adıyla köşe açmış. Aslında ben manik depresifim demekle mantıksızım diyor. Hastalık adını sanki marifet gibi tanımlıyor, aslında hep hakaret amaçlı. - Spor konusunda, Murat Ersel, Altay eskiden manik depresif top oynardı, şimdi bipolar oynuyor gibi sözleri kullanmış, sanki farklı şeyler gibi. - Serdar Turgut bir yazısından manik depresif yaşamın bir anda manik aşamasında geçiş yaptım vb yazıyor. - Mimar Ayşe Puket Manik depresif olmak bana haz veriyor yazmış. - Basında “Dali’nin Delisi” olarak sansasyonel başlıkla adlandırılan bir eylemde Dali sergisinde resimlere saldıran kişi için “Bakırköy’de “manik depresif” tedavisi görmüş ifadeleri kullanılmış. (X) Bu makalede Prof.Dr.Olcay ÇAM,; Döndü Çuhadar ; Ege Üniversitesi, Hemşirelik Fakültesi, Psikiyatri Hemşireliği Anabilim Dalı, Ruhsal Hastalığa Sahip Bireylerde Damgalama Süreci ve İçselleştirilmiş Damgalama ; çalışması ile Bipolar Yaşam Derneği Bipolar Bozukluk Bilgilendirme Toplantısı (Nisan 2008) Doç.Dr.Timuçin Oral’ın konuşma metinlerinden yararlanılmıştır.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

DAMGALANMA KORKUSU : STIGMA

Tanrı, “insanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım” dedi, İncil (Yaradılış 1:26) Akıl hastaları Tanrının suretinde ve benzer mi yaratıldı? Papa John Paul 1996 Uluslararası “Tanrının suretinde ve benzer: her zaman mı ?” konferansı Eğer öyleyse zihinsel hastalığı olanları kim yarattı? Norman Sartorius, 2007 Dünya Sağlık Örgütü’ne göre 2020 yılından sonra insanlık üzerinde en ağır bedellerin ödeneceği hastalıkların ilk sırasında akıl ve ruh sağlığı yani psikiyatrik hastalıklar gelecektir. Yine örgütün yayınladığı bir raporda psikiyatrik hastalıkların sadece ruhsal problemler olarak görülmemesi gerektiği, özellikle depresyonun sistematik bir hastalık gibi ele alınması gerektiği belirtilmiştir. Tedavi edilmemiş depresyon ve kaygı bozukluklarının halen bir numaralı ölüm sebebi olan kalp-damar hastalıkları riskini kat kat arttırdığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Psikiyatrik hastalıkların yarattığı sosyal damgalanmaya “Stigma” denmektedir. Damgalanma tehlikesi nedeni ile birey rahatsızlığını inkar eder ve profesyonel destek almayı reddeder. Psikiyatrik destek alınmaması bedensel bir çok hastalığın gelişiminde risk faktörü olduğu için diğer tıbbi sorunların artmasına yol açmaktadır. Yıllar önce araştırmalarım sırasında psikiyatr , Sn.Prof.Dr. Timuçin Oral’ın Bilgi Üniversitesi’nde düzenlediği “Manic Depresyon, Yaratıcılık, Basın ve Damgalama” konulu seminere katılmıştım. Sırası ile değineceğim bu başlıklardan öncelikle Stigma’yı bu seminer notlarından ve Sn.Oral’ın diğer çalışmalarından yararlanarak açıklamaya çalışacağım. Damgalanma, belki de ön görülenin tersine, manic depresif hastalar için çok önemli bir sorun oluşturur. Bunda, kişilerin hastalık dönemleri arasında çoğunlukla tam bir iyileşme içinde olmaları ve diğer pek çok hastalıktan farklı olarak, kendi kendilerini de damgalamaları önemli bir rol oynar. Stigma hangi yolları kullanır; · Suçlama · Utandırma · Yargılama · Küçük düşürme · Dedikodu · Varsayma · Söylenti çıkarma · Dalga geçme Ege Ünv. Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD’ından M.Kocadere Alkan ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada Bipolar bozukluğu olan hastaların gözünden damgalanma · Hastaların % 57’si damgalanmaktan çekindiği için toplumdan uzaklaşıyor · Uzaklaşma nedeni: damgalanma değil damgalanma endişesi · Hastaların % 95’i toplumun hastalık hakkında bilgisini yetersiz buluyor ve % 75’i toplumun hastalık hakkında oldukça bilgili olmasını istiyor. · Damgalanma deneyimi hastaların % 28’inin tedavisini aksatmasına neden oluyor. “Hastalığınızı kimlerle paylaştınız?” , “Hastalığınızı öğrenince sizden uzaklaştılar mı?” sorularına alınan yanıtlarda Birinci derece akraba : Hastalığı bilen % 90 uzaklaşan % 12 Yakın akraba : Hastalığı bilen % 60 uzaklaşan % 14 Yakın arkadaş : Hastalığı bilen % 60 uzaklaşan % 13 Arkadaş : Hastalığı bilen % 25 uzaklaşan % 13 İş yakın arkadaş : Hastalığı bilen % 22 uzaklaşan % 6 İş arkadaşı : Hastalığı bilen % 22 uzaklaşan % 10 Komşu : Hastalığı bilen % 25 uzaklaşan % 10 Tahmin edilenin aksine damgalanma korkusu eğitimli ve kentli insanda daha fazla. Daha çok başarı odaklı yaşamları eğitim düzeyi yüksek insanları daha riskli hale getirmiştir. Günümüzdeki teknolojik bilgi bombardımanında sağlıklı olan ve olmayan bilgiyi ayırt etmenin güçlüğü neticesinde zaten rahatsızlığı inkar etme eğiliminde olan insanlar, psikiyatrik destek almanın gereksiz olduğunu savunan görüşleri seçmektedirler. Erkekler yardım almaktan daha çok kaçınmaktadırlar. Özellikle erkek egemen toplumlarda bu daha da belirgindir. Psikiyatriye önyargılı yaklaşan ve karşıt akımlar her zaman var olmuştur. Özellikle psikiyatrik ilaçların, uyuşturacağı, bağımlılık yaratacağı, iyileşme olsa bile bunun geçici olacağı, ilaca mahkum olmanın bir çaresizlik olduğu inancı, “Her şey kafada biter” mantığını geliştirmekte, psikiyatr ve ilaç tedavilerine öfke ne yazık ki çok yaygın hale gelmektedir.

14 Mayıs 2013 Salı

İNSANSAL VAROLUŞ

Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil. Onlar, kendi yolunu izleyen Yaşam’ın oğulları ve kızları. Sizin aracılığınız ile geldiler ama sizden gelmediler, Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller. Onlara sevginizi verebilirsiniz ama düşüncelerinizi değil. Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır. Bedenlerini tutabilirsiniz ama ruhlarını hayır, Çünkü ruhları yarındadır, siz de yarını düşlerinizde bile göremezsiniz. Siz onlar gibi olabilirsiniz ama sakın onları kendiniz gibi olmaya zorlamayın, Çünkü yaşam geriye dönmez, dünle de bir alış verişi yoktur. Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ileriye atılmış oklar Oku’nun önünde kıvançla eğilin. HALİL CİBRAN Bir birey insan ırkını temsil eder. Hem “kendisi”, hem de “herkestir”. Özellikleriyle bir birey, aynı zamanda insan ırkının tüm özelliklerinin temsilcisidir de. İnsanın bireysel kişiliği, tüm insanlarda ortak olan insansal varoluş özellikleri ile belirlenmiştir. İnsanın kutsanması olan akıl, aynı zamanda onun lanetidir de. İnsan yalnızdır. Aynı zamanda bağlantıları olan toplumsal bir varlıktır da. Bu insansal varoluş özelliklerimizi belirleyen ise kişiliktir. Ruh bilimcilere göre kişilik, bireyin kendine özgü ve ayırıcı davranışlarının bütünü olarak tanımlanır. Ve Latincede tiyatro oyuncularının rollerine uygun olarak yüzlerine taktıkları “maske” anlamına gelen “persona” sözcüğünden türetilmiştir. Kişiliğin bir yanı, insanın öteki kişilerle ilişkilerinde aldığı tavır, gösterdiği davranış, yani taktığı maskedir. Zorda kaldığımızda ya da eleştirildiğimizde “benim kişiliğim böyle” deyip kurtulmaya çalışırız. Çeşitli genetik özelliklere sahip olarak dünyaya geliriz. Kişiliğin gelişmesinde ve şekillenmesinde etkili olan bu özelliklerin, gelişmesi söz konusudur. Böylece, bu özelliklere sosyal öğrenmeler sonucu çevreden edinilen bilgilerin de eklenmesiyle kişilik, daha kararlı bir şekil alır. Kişiliğin çekirdekleri yaşamın ilk yıllarında atılır ve oluşur. Ancak, kişiliğin gelişmesi ve son biçimini alması, gençlik çağının sonuna kadar sürer, (Köknel, 1983 s. 37). Burada önemli olan, ailenin, çocuktaki eğilimlerin olumlu ya da olumsuz biçimde ortaya çıkmasını sağlayacak ortamı oluşturma gücüne sahip olmasıdır. Eğitimin kişilik üzerine etkisi, tartışılması söz konusu bile olmayan bir olgudur. Çağımızda uygulanan eğitim ile kişilik gelişimi aynı paralelde yol alırken, genetik yapının etkileri gerçeği araştırma konusu olmaya devam etmektedir. Günümüz teknolojik imkanları kullanılarak eğitime katkı sağlanmakla birlikte dünyanın toplumsal bilinci hala ilkeldir. Çünkü hala cinayetler, hırsızlık, ırkçılık, yayılan hastalıklar tüm bu eğitim ve teknolojiye rağmen hızla çoğalarak sorunlar olarak karşımızda durmaktadır. Ericson’a göre insan kişiliğinin oluşumu yaşamı boyunca geçirdiği 8 kritik döneme bağlıdır. Kişiliğin çok geniş kapsamlı tartışmasını yapmak değil amacım. Acaba belli bir dönemden sonra esnekliğini yitiren kişilik özelliklerimizi esnek hale getiremediğimiz için mi bu toplumsal paranoya? Özellikle hayatın erken dönemlerinde ve ailede şekillenmeye başlayan kişilik, çağımıza özgü bir çelişki olan özdeksel doyumumuzu çocuklarımıza yansıtmamız mıdır? Ve bu özdeksel doyumu aynı genetik kazanımlarımız gibi nesilden nesile aktarmakta mıyız. Kitap okunmayan bir evde yetişen çocuk bu alışkanlığı edinebilir mi? Yemek seçen, teknolojik aletlerin başından kalkmayan, bu nedenle yaşamı düzensiz hale gelen, her şeyi önüne getirilen, anneye destek olmayan bir baba, hatta ve hatta yeni doğan bebeği varken bu hizmetleri bekleyen bir baba çocuklarının kişiliğini olumlu etkileyebilir mi? Ve bu ailede ki bireylerin - anne başta olmak üzere – akıl sağlıkları bozulmadan kalabilir mi? Tabi kişiliğim böyle diyerek anneler içinde olumsuz örnekler verebiliriz. Yine de baba olgusunun etkisinin çocuk üzerinde önemini dikkate alırsak kişilik oluşumunun nesilden nesile olumsuz yansımasını görebiliriz. Daha da vahim olanı kendi kişiliğinin oluşumunu etkileyen bu olumsuz faktörleri, kişiliğini esnekleştirme çabası göstermemesi kanımca kişilik bozukluğu belirtisidir. Çünkü nasıl ki akıl rahatsızlıklarında hasta hastalığını kabul etmiyorsa, bu tür kişilikler de kendi yaptıklarının farkında olmayıp doğrunun bu olduğunu düşünmesi ve hayatından memnun olması çok doğaldır. Eğitimin sistemli olarak kişiliksiz hale getirilmesi, aileden de kişilik oluşumunda destek göremeyen nesillerin yetişmesi çok normal sanırım. Çağımız da gittikçe gelişen teknolojik özdeksel doyumu sağlayan araçları özellikle barış ve insanların mutluluğu için kullanmak arasında ki çelişki çözümlenemeyecek bir çelişki değil aslında. Yeter ki kişiliklerimizi, öncelikli olarak insansal varoluşumuz için esnetebilelim.

10 Mayıs 2013 Cuma

FİLOZOF VE KRAL - II -

Fizyolog Rita-Levi Montalcini’ nin söyleşisine devam ediyoruz : - Öyle sanıyorum ki bütün bunlar sizin için bir uyarıcı olmuş. - Evet, ama Afrika da cüzam üzerine araştırmalar yapan Dr. Albert Schweitzer' in çalışmaları da beni çok etkiledi. Bende acı çekenlere yardım etmeyi seçtim, zira en büyük hayalim buydu. - Bilim alanında bunu başardınız. - Ve bugün de Afrikalı kızların eğitimlerine katkıda bulunmak için çalışıyorum. Hastalıklara karşı mücadele ediyoruz, ama İslam ülkelerinde kadınların maruz kaldığı zulüm ile de mücadele etmek zorundayız. - Din, bilimin gelişmesi engelliyor mu? Öğrenmenin önünde bir engel mi teşkil ediyor? - Evet din, erkek karşısında kadının etkisini yok ediyor, onu bilimin, ve her türlü gelişimin dışında tutuyor. - Bir erkeğin beyni ile bir kanın beyni arasında bir fark var mıdır? - Sadece, salgısal sisteme bağlı heyecanlarla ilgili beyin fonksiyonları bakımından. Ama öğrenmek ve bilmek yeteneği bakımından hiçbir fark yoktur, yani her ikisi de aynıdır. - Neden bilimle uğraşan çok az sayıda kadın var? - Hayır, bu doğru değil ! Erkekler tarafından yapıldığı söylenen bilimsel keşiflerin bir çoğunda da kız kardeşlerinin, eşlerinin ve kızlarının katkıları vardır - Bu gerçek mi? - Kadın zekası kabul edilmiyor ve hep arka planda bırakılıyor; Ama bereket versin ki bu gün, bilimsel araştırmalar da erkeklerden daha fazla kadın var: Bunlar Hypatia'nın mirasçılarıdır. - 4 ncü yüzyıldaki İskenderiye’li bilim kadını - Evet, Şimdi eskiden olduğu gibi sokaklarda kadın düşmanı yobazlar tarafından öldürülmüyoruz artık. Dünyada birçok şey değişti artık. - Hiç kimse sizi katletmeyi denemedi mi?… - Faşizmin iktidarda olduğu tarihlerde, Mussolini de Hitler’in Yahudi zulmünü taklit etmek istedi, bir süre saklanmak zorunda kalmıştım. Ama araştırmalarımı durdurmadım: Yatak odama bir laboratuvar kurdum…ve bu sıralarda “apoptosis” yani hücrelerin programlanmış ölümlerini keşfettim. - Yahudilerde bilim adamı ve entelektüel oranının yüksek oluşunu neye bağlıyorsunuz? -Sürgünler Yahudileri entelektüel çalışmalara yöneltti: Zira düşünce dışında her şey yasaklanabilir. Bilindiği gibi Yahudiler arasında Nobel ödülü kazanmış bir çok kişi vardır. - Nazi çılgınlığını nasıl izah ediyorsunuz? - Hitler ve Mussolini hep kalabalıklara karşı konuştular. Bu durumda, beynin entelektüel faaliyetlerine hakim olan heyecan verici bölümü hemen faaliyete geçer. Bunlar da heyecanları, sebepsiz de olsa, tetiklerler. - ABD’de ki birçok okulda, halen Evrim Teorisi yerine Yaratılış Teorisinin okutulduğunu… - İdeoloji heyecandır, sebepsizdir. Sebep, eksikliğin çocuğudur. Omurgasızlarda her şey programlıdır: onlar mükemmeldirler. Biz hayır! Kusurlu yaratıklar olarak biz, iyi ile kötüyü ayırt etmek için sebeplere, değerlere, ahlâka başvururuz ki bu Darvin teorisinin en uç noktasıdır! - Hiç evlenmediğinizi biliyoruz, çocuğunuz oldu mu? Hayır. Ben, nörolojinin cangıl ormanlarına girdim; Güzelliğine hayran kaldım ve bütün zamanımı ona vakfettim - Bir gün, Alzheimer’in, Parkinson’ un, yaşlılığa bağlı bunamanın çaresi bulunacak mı? - İyileştirmek mi…? Tüm bu hastalıkları durdurmayı, geciktirmeyi ve en aza indirmeyi başaracağız. - Bu gün en büyük hayaliniz nedir? - Beynimizi tüm kapasiteleri ile tanıyabilmek. - Kendinizi yaramaz bir çocuk olarak hissetmekten ne zaman vazgeçtiniz? -Henüz sınırlarımın bilincindeyim. - Hayatınız boyunca yaptığınız en güzel şey? - Başkalarına yardım etmek. - Bu gün 20 yaşında olsaydınız ne yapardınız? - Aynı şeyleri ! - Teşekkürler...

FİLOZOF VE KRAL - I -

Filozoflar kral ya da kral ya da önder denilenler gerçekten filozof olmadıkça, böylece aynı insanda devlet gücüyle akıl gücü birleşmedikçe, kesin bir kanunla herkese yalnız kendi yapacağı iş verilmedikçe, devletlerin başı dertten kurtulmaz ve insanoğlu da bunu yapamadıkça tasarlanan devlet mümkün olduğu ölçüde bile doğru olamaz (Platon - Devlet 473). Platon’un binlerce yıl önce söylediklerini, modern çağa ve demokrasilere uyarladığımızda, “aynı insanda (siyasetçide) devlet gücü ile akıl gücü birleşmedikçe” insanlığın başı dertten kurtulamaz. Günümüzde çok ender rastlanan bu tür filozof, bilim insanı ve siyasetçilerden birini sizlere tanıtmak istiyorum. Fizyolog Rita-Levi Montalcini (22 Nisan 1909 - 30 Aralık 2012) programlı hücre ölümünü ve sinir hücrelerindeki etken faktör proteinlerini 1940 lı yıllarda keşfeden ve bu keşiflerinin anlam ve önemi 40 yıl sonra fark edilerek 1986 da Nobel Ödülü ile ödüllendirilen İtalyan bilim kadını, fizyolog Rita-Levi Montalcini 102 yaşında İtalya parlamentosunda Senatör’dü. Kendisi ile 98 yaşında iken yapılan bir söyleşiyi paylaşmak istiyorum. -100 yaşınızı nasıl kutlayacaksınız? - Ah, bu yaşa kadar yaşayıp yaşamayacağımı bilmiyorum, ayrıca kutlamalar da hoşuma gitmiyor. Beni ilgilendiren ve hoşuma giden şeyler, her gün yaptığım şeylerdir. - Neler yapıyorsunuz? - Afrikalı kızların, okuyup ülkelerinin gelişmesinde rol almaları için burs temin etmeye çalışıyorum. Araştırmalarıma ve düşünmeye devam ediyorum. -Emekliye ayırmadınız mı kendinizi? - Asla! Emeklilik beyni harap eder. Bunu yapan bir çok kişi dünyayı terk ettiler, bu beyni öldürür, hasta eder. - Beyniniz nasıl çalışıyor? - Tam 20 yaşımdaki gibi. Arzu ve yeteneklerimde hiçbir fark görmüyorum. Yarın tıbbi bir kongreye katılacağım. - Ama genetik bir sınırı da yok mu bunun? - Hayır. Beynim henüz yaşlanmadı. Kaçınılmaz olarak vücudumda kırışıklıklar var, ama beynimde değil. - Peki nasıl oluyor bu? - Nöronlarla ilgili önemli bir esneklikten yararlanıyoruz: Nöronlar ölmüş olsalar bile, kalanlar görevlerini sürdürebilmek için yeniden organize olurlar, ancak yine de onları uyarmak gerekir. - Bunun nasıl olacağını söyler misiniz? -Arzu etmeye devam ediniz, beyninizi faal tutunuz, onu çalıştırınız, bu suretle asla bozulmaz. - Ben uzun yaşar mıyım? - Yaşadığınız yıllardan daha iyi yaşayacaksınız, ve işin ilginç tarafı da bu. Bunun sırrı da meraklı, istekli ve de sevgi ile dolu olmaktır. - Yaptığınız şey bilimsel bir araştırma… - Evet, ve de coşkulu olmayı sürdürüyorum. - Siz, sinir sistemi hücrelerinin nasıl geliştiklerini ve bu hücrelerin nasıl yenilendiklerini keşfettiniz. - Evet, 1942 de. Ben bunu: ‘‘nerve growth factor NGF’’ (yani sinir gelişim etkenleri), ve hemen hemen elli yıl kadar, yani keşfimin geçerliliği kabul edilene kadar toplum dışında bırakıldım. Ta ki 1986 yılında Nobel ödülünü alana kadar. - 1920 li yıllarda genç bir İtalyan kızı olarak nasıl oldu da bir nöroloji bilgini olmayı başardınız? - Çocukluğumdan beri kendimi okumaya verdim. Babam, hep iyi bir evlilik yapmamı, iyi bir eş ve iyi bir anne olmamı istiyordu, ama ben onu dinlemedim , okumak istediğimi söyledim… - Babanız buna çok kızdı mı? - Evet, çünkü kendimi mutlu bir çocuk olarak hissetmiyordum. Kendimi tıpkı küçük yaramaz bir ördek, budala ve bir işe yaramaz olarak kabul ettiğini sanıyordum. Benden büyüklerin hepsi de parlaktılar ve ben aşağılık kompleksine kapılıyordum. Devam edecek söyleşi….

HEKİMLİK VE ETİK - V

Vahşi küresel dünya düzeni, çağdaş insanda bir tedirginlik ve giderek artan bir şaşkınlık duygusu yaşatmaktadır. Doğaya üstün olmak için yeni ve güçlü araçlar yaratırken bu araçların ağına düşerek onlara anlam veren –asıl ereği- kendini yitirmiştir. Çünkü insansal varoluşun en önemli ve temel sorunları konusunda bilgisizdir. İnsanın yani kendisinin, ne olduğunu, nasıl yaşaması gerektiğini, içindeki sayısız güçleri nasıl özgürleştirebileceğini ve nasıl üretken hale getirebileceğini bilmemektedir. Bilinçli olarak içi boşaltılan eğitim sistemi ve demokratik yol gösterici örgütlerinde bu insansal uzaklaşmadan etkilenmemesi düşünülemez. Ve insanın kendinden uzaklaşması gün geçtikçe daha da vahim boyutlara ulaşmaktadır. Beşinci yazıdır sürdürdüğüm hekimlik ve etik konusunda son yirmi yıl içinde derlediğim örneklerden de anlaşılacağı gibi sağlık konusunda da bu etki kendini hissettirmektedir. Akademik çevrelerde de tartışılan konu hakkında son yıllarda ki akademik tartışmaların azaldığını veya halka yansımadığını gözlemlemek teknoloji sayesinde çok kolay hale gelmiştir. Ya da büyüklerimizden gördüğümüz duyduğumuz şekli ile yazarsak çok eski değil 15 - 20 yıl öncesine kadar hekimlere karşı korku ile karışık bir saygı hüküm sürerken günümüzde saygıyı bırakın şiddet egemen hale gelmeye başlamıştır. Tabi hasta olarak da hakların bilinmemesi gittikçe demokratik çözümlerden uzaklaşmayı getirmektedir. Hekimlerin de bu durumdan etkilenmemesi düşünülemez belki. Yine de kendi yaşadığım ve ele aldığım ilk örnekte ki gibi “hastalık hakkında bilgi alma” hakkının demokratik olarak kullanılmasının şikayet gibi algılanması bir yana etik olmayan durum; bu hakkı kullanan hasta yakınlarının “tedavi edilmeyeceğinin” açık açık söylenmesidir. Özellikle beyin rahatsızlıklarında keskin ince çizgilerle ayrılamayan, ve tanının sadece gözlemlere dayalı olması bu konuda daha da dikkatli olmaya sevketmelidir hekimleri. Verdiğim ikinci örnekte bir iki görüş sonrası manic depresif bir hastaya hiçbir şeyiniz yok denmesi eğitimle mi, etik le açıklanır artık çözemiyorum. Ya da üçüncü örneğimizde olduğu gibi teşhis konmuş bir hastaya farklı teşhis konulup yanlış tedavi uygulamak ve ısrarcı olmak “hekimde insandır” hata yapabilir düşüncesi ile affedilebilir ama meslek odasının durumu bir meslek dayanışması algısına neden olabilecek şekilde yeterince araştırmaması etik olmayan bence. Hasta yakını o psikoloji ile durumu tam yansıtmamış olabilir ama ortada ciddi bir sorun olduğu açık açık belirtilmişken yeterli incelemenin yapılmaması, hasta yakınına anlaşılmayan durumların sorulmaması, meslek odasının en ince detayına kadar yayınladığı etik kurallarla bağdaşmamaktadır. Ya da belki daha da vahimi şikayet edilen hekimin, hasta yakınını arayarak kinayeli bir şekilde serzenişte bulunması yeni bir hekim arayışı ve yeni tanı ve tedavilere sıfırdan başlamaya neden olmaktadır. Özellikle nörolojik ve ruh sağlığı konularının iç içe olması, geçmişinde nörolojik vakalar bulunan hastaların psikiyatr tarafından yönlendirilmemesi beklide kontrol altına alınabilecek psişik vakaların çok vahim durumlarla karşılaşılmasına hatta verdiğim örnekte ki gibi zaten intiharların en yoğun görüldüğü bipolar rahatsızlıklarda hastanın tedavide ki sürecin uzamasına ve karamsarlığa düşerek intihara bile neden olabileceği düşünülebilir. Şu ana kadar verdiğim olumsuz örneklerin vatandaşa yansıması sadece psikolojik değil ekonomiktir de. Zaten tedavi yöntemlerinin, ilaçlarının çok pahallı olması ve sosyal güvenlik kurumunun yeterli desteği vermemesi örneklerde ki gibi süreçlerin yeniden yeniden başlaması, hasta ve yakınını yeni süreçlerde hekimden uzaklaştırmakta, kaderciliğe boyun eğerek tedaviden vazgeçilmektedir. Fakat asıl trajik olan ve sonuçları açısından etiğinde ötesine geçen vaka ise genetik rahatsızlığı olup ta bunu yakınlarından gizleyip, olacağı ameliyat öncesi hekime söylemesi ve ameliyatın risk oluşturabileceğinin söylenmesi vakası dır ki sonuç olarak ta birkaç olumsuzluğu içermektedir. Bir, genetik rahatsızlık için hiçbir tetkik yapılmadan hastanın söylemleri ile tanı konması, iki, bu hatalı tanı ile ameliyatta büyük bir risk olduğunun hasta ve yakınlarında şok etkisi yaratacak şekilde açıklanması, üç, bu şok edici açıklama sonrası ameliyat olacak hastanın üzerinde psikolojik korku yaratılması, dört, bilinci açık olan bir hastaya bu risk açıklandıktan sonra, hasta yakınlarına ameliyat izni almak adına durumun panik yaratacak bir şekilde anlatılması ve hastanın gizlediği genetik rahatsızlığının açıklanması, beş, genetik rahatsızlığı takip eden hekime danışılmaması, görüş sorulmaması, altı, şuana kadar anlatılanlar trajik kısım, trajikomik olan ise hasta ve yakınlarında yaşatılan bu şok ve panikten sonra her önlemin alınacağının ve sorunsuz bir ameliyat olacağının gayet sakin bir şekilde açıklanması. Bilgi, korkuyu yok eder. Bilgisizlik ve bilinçsizlik şiddeti getirir. Akademik çevrelerde yapılan araştırmaların, hasta ve yakınlarının hakları konusunda halkın bilgilendirilmesi ve bilinçlenmesi için demokratik kitle ve meslek örgütlerinin önemi açık şekilde görünmektedir. Sistemin kölesi haline gelmiş ve halkın sorunlarına kulak tıkayan siyasetçilere Albert Einstein ile yanıt vererek yazımı bitirmek istiyorum. “Gençlik yıllarımda biz aydınlar, “Tanrı’nın buyruğu ile” saltanat süren krallar ve imparatorların sonu gelince, insanlık için daha mutlu bir çağın başlayacağına inanıyorduk. Bunların büyük bir kötülük kaynağı olabileceği ortada. Eh artık kökleri kazındığı söylenebilir, ama insanlığın durumu daha iyi değil. Halkı kandıran politika cambazları gidenlerin yerlerini ustaca doldurdular.”(x) (x) Albert Einstein, Dünyamıza Bakış; Çev: C.Çapan; Alan Yayıncılık

3 Mayıs 2013 Cuma

HEKİMLİK ve ETİK – IV

HEKİMLİK ve ETİK – IV “Aristoteles’e göre etik, insanbilimi üstüne kurulur. Ruhbilim insan doğasını araştırır; bundan ötürü, etik, uygulamalı ruhbilimdir.” Erich Fromm 25 yaşında erkek hasta. Ergenlikten beri bipolar tedavisi görmekte. Eğitim ve çeşitli nedenlerden dolayı farklı şehirlerde yaşadığı için farklı hekimlerin kontrolünde tedavi devam etmektedir. Ve tüm hekimlere bayılma krizlerine girdiğini, çocukluğunda epilepsi nöbetleri yaşadığını ve bu konuda tedavi gördüğünü anlatmaktadır. Yıllar geçtikçe bir düzelme söz konusu olmadığından dolayı hasta daha da büyük bir bunalıma sürüklenmekte, hasta ve yakınları çaresizlik içinde çözümü farklı psikiyatri arayışlarında bulmakta buda her şeye sıfırdan başlama anlamını taşımaktadır. Bir tavsiye üzerine gidilen son psikiyatr çocukluktaki bu epilepsi nöbetleri üzerine yoğunlaşarak öncelikle iyi bir nörologa gidilip klinik testlerin yapılmasını, nöroloğun görüşüne göre tedavinin seçilmesi gerektiğini söylüyor. Ve nörolojik incelemenin sonucunda epilepsinin bipoları tetiklediği, bipolar tedavi için kullanılan ilaçlarında epilepsiyi tetiklediği anlaşılıyor. Sonuç : Hasta, nörolog ve psikiyatrın işbirliği ile ilaç tedavisine alınıyor. * * * Hasta 45 yaşında ve genetik kas hastası. Ameliyat olması gerekiyor. O yaşa kadar ailesinden ve çevresinden gizlediğini belirterek bu genetik rahatsızlığını ameliyatı yapacak cerraha söylüyor. Cerrah nörolojiden görüş almak üzere hastayı nörolojiye sevk ediyor. Nöroloji, hiçbir tetkik ve imceleme yapmadan hastanın anlattıkları doğrultusunda bir teşhis koyarak rapor hazırlıyor. Ve ameliyatın riskli olacağını bildiriyor. Cerrah bu rapor doğrultusunda ameliyatı yapamayacağını ve bu durumu aileye bildirmek zorunda olduğunu ifade ediyor. Hastanın durumunu bilen kas hastalıkları konusunda yıllarını vermiş belki de bu raporu hazırlayan hekimlerin hocası, nörolog aranarak durum anlatılıyor. “Tüm kas hastalıklarında olduğu gibi bir risk olabileceği ama hastanın durumunun raporda anlatıldığı gibi olmadığını çok hafif seyreden bir rahatsızlık olduğunu bunun içinde önlem olarak, ameliyatta ………… ilacın kullanılabileceği”ni söylüyor. Hekim olmayan bir kişinin cerraha ya da diğer hekimlere böyle bir ilaç ismiyle gidilmesinin yanlış olacağı düşüncesi ile kendisinin hekimlere arattırılmasında sakınca olup olmadığı sorulunca ve müspet yanıt alındığı halde, ne nöroloji ne cerrah bu uzmanı arama zahmetine katlanmadan ameliyata karar veriliyor. Sonuç :Bilinci yerinde olan bir hastanın ameliyat iznini, aileden almak adına hastanın özel durumunun açıklanması. * * * Evlilikleri bitmiş genç bir çift. Eşlerden biri psikiyatrik tedavi görmüş ve tedavi görmüş eş boşandığı eski eşini boşanmadan aylar sonra arayarak yeniden evlenme talebinde bulunmuş. Bu talebi alan eş son yıllarda ki eski eşinin tedavisini yürüten psikiyatrı arayarak “Yeniden evliliği düşünmediğini, fakat eski eşinin bu talebini reddederse, hastalığı konusunda olumsuz bir etki yaratıp yaratmayacağını” sorar. Aldığı yanıt: “Birlikte gelin görüşelim” Bunun üzerine kendi psikiyatrı ile görüşerek önemli olanın kendi akıl sağlığı olduğunu, eğer eski eşini seviyor ve mücadele etmek istiyorsa bu karara hekim olarak saygı duyacağını ama bu talebi reddederse bu reddedişten dolayı eski eşin rahatsızlığına olumsuz bir etkisi olmayacağını öğrenmesi üzerine bu talebe olumsuz yanıt veriyor. Sonuç :Son yıllardaki sağlık sisteminin Hekim-hasta yerine hekim-müşteri odaklı hale getirilmesi. Fazla da sıkmamak adına örnek vakaları burada kesiyorum. Bu vakaları bir sonraki yazımda yorumlayacağım.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

HEKİMLİK ve ETİK – III

HEKİMLİK ve ETİK – III “Ruhbilim felsefeden ve etikten ayrılamayacağı gibi toplumbilim ve ekonomiden de ayrılamaz.” Erich Fromm(*) Fromm’a göre “Tedavi, mutluluk ve sağlığın etkin hale gelmelerini önleyen engelleri ortadan kaldırmak demektir.”(*) Özellikle psikiyatride bu engelleri ortadan kaldırmak için engelleri tanımak çok önemlidir. Çünkü elimizde vücudumuzun sinyali, ağrıyan bir organdan ziyade beynimizde birbirine çok yakın, keskin sınırlarla ayrılmayan, yüzlerce engel mevcuttur. Zaten hem hasta, hem yakınları hem de hekimler için uzun, zorlu bir mücadelenin başlayacağı tanının ilk dönemlerinde bu konuda çalışan hekimlerimiz çok dikkatli olmak zorundadır. Çünkü hastalığa tanı koymak için elinde sadece hasta ve yakınlarının anlattıkları gözlemlerden başka bir veri yoktur. İşte etik anlamda hekimlik özellikle psikiyatride çok önemli. Sanırım örnek vakalarla anlatmak istediklerim daha iyi anlaşılacaktır. * * * Yeni evli genç bir çift. Evliliklerinin ilk yıllarında sorunlar yaşamaya başlıyorlar. Eşlerden biri diğerinin davranışlarında farklılıklar hissetse de bir anlam veremiyor. Edindiği yarım yamalak bilgilerle eşinin çift kişilikli olduğunu düşünmeye başlıyor. Çünkü eşi, gülerken ağlayabiliyor, ağlarken de birden bire gülebiliyor. İnsanlarla çok kolay diyalog kurabilse de bir müddet sonra diyalog kurduğu kişi en büyük düşmanı haline dönüşebiliyor nedensiz yere. Doğal olarak iletişimlerinde de sorunlar gittikçe büyüyor. Bu düşüncelerdeki eşin bir psikiyatra gitme isteklerini de sürekli reddediyor. “Bende bir problem yok” diyerek. Sonunda problem olduğunu düşünen eş, en azından kendi akıl sağlığını korumak ve bilgi almak adına bir psikiyatrdan randevu alıyor. Problem olmadığını düşünen eşte kendinden emin bir şekilde “bende geleceğim” diyor. Ve birlikte gidiliyor psikiyatra. Bir iki randevudan ve hekimin tek tek ve birlikte yaptığı görüşmelerden sonra eşlere önerisi “Sizlerde bir problem yok. Sorunlarınız için bir Aile Danışmanlık Merkezine gitmenizi öneririm.” Hekimin bu yaklaşımı kendinde bir sorun görmeyen eş için ayrıca kendini savunma mekanizması geliştirmesine neden olarak bir daha hekime gitmeyi reddediyor ve diğer eşi “sende bir problem var” diyerek suçlamaya başlıyor. Evliliklerindeki sorunların sadece evlilik ve iletişim sorunu olmadığını düşünen eş, arayışlarını tek başına sürdürerek eşinin ailesinden de destek almak istiyor. Tabi hemen toplumsal tepki ve tabular bir duvar gibi karşısına çıkıyor ve aile de reddediyor sorunu. Daha doğrusu belki kabullenemiyor. Kah eşini ikna ederek kah tek başına birkaç psikiyatr dolaşılıyor. Tabi yıllar geçiyor. Sorunlar artıyor. Ve son gidilen psikiyatr kendinde sorun görmeyen eş için tanısını koyuyor. “Bipolar Bozukluk - Manic Depresyon” * * * Yine, bipolar bozukluk tanısı konmuş orta yaşlarda, evli çocuklu bir hasta ile devam edelim örnek vakalarımıza. Bu kez hasta “bana iyi davranmıyor” diye hekimi reddediyor. Aslında belki de hastalığı reddetmenin bir yolu bu reddediş. Sağlıklı eş (bu şartlarda ve ortamda ne kadar sağlıklı olunabiliyorsa artık) teşhisi de koyan bu hekime güveniyor ve ilişkisini kesmiyor. Fakat hasta eşini getiremediği için mecburen yeni bir hekime götürüyor eşini. Yeni hekimi, hasta benimsiyor ve çok iyi bir diyaloga girerek tedavi ye devam ediliyor. Fakat uzunca bir süre geçse de bir iyilik hali gözlemlenmediği gibi hastanın durumu daha da kötüleşiyor. Çünkü yeni hekim daha önceden konulmuş bipolar tanısını reddederek, depresyon tanısı koyup tedaviye bu şekilde devam ediyor. Sağlıklı eş güvendiği ve diyalog içinde olduğu bir önceki hekimden bu tedavinin ve ilaçların hastanın hastalığını daha çok tetiklediğini öğreniyor. İki hekim arasında çaresiz kalan sağlıklı eş çözüm olarak olayı meslek odasına bildirmeye karar veriyor. Bir şikayet dilekçesi hazırlıyor. Olayları teferruatı ile anlatıyor. Tanıyı koyan hekim için hastaya yaklaşımları konusunda, ikinci hekim için yanlış tanı ve tedavi uyguladığı için şikayetçi oluyor. Meslek odasından gelen yanıt: Soruşturmaya gerek görülmemiştir. Sonuç her iki hekimin de tepkisi ve sil baştan yeni hekim arayışları. (*) Erich Fromm, Kendini Savunan İnsan, Türkçesi : Necla ARAT, Say Kitap Pazarlama, İkinci Baskı Mayıs 1985