27 Şubat 2013 Çarşamba

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-27.02.2013

SÜT KARDEŞLİĞİ Mİ ? GEN KARDEŞLİĞİ Mİ? Geçtiğimiz akşam, bültenlerde ki bir haberin, önümüzde ki günlerde gündeme oturacağı ve basında uzun süre tartışılacağını düşünüyorum. Haber de;”8 Mart Dünya Kadınlar Gün”’ünde Sağlık Bakanlığının planlaması dahilinde ülkemizin ilk “anne sütü bankası” İzmir’de açılacak. İlk planda prematüre bebekler süt bankasından yararlanacak” deniyordu. Tabi hemen ilahiyatçılar bu uygulamaya karşı çıkıyor. Çünkü dinimize göre süt kardeşlerin evlenmesi haram. Bankadan alınacak bu sütlerin ileride bilmeden süt kardeş evliliklerini gündeme getirebileceğini öne sürüyorlar. Bakanlık ise bu konuda sıkı bir kayıt sistemi ile bunun önüne geçebileceklerini açıklıyor. Burada ilahiyatçıların tartışması beni ilgilendirmiyor. İlgilenmemiz gereken süt kardeşliğimi?, kan kardeşliğimi.? Yıllar önce basında bir köşe yazısı okumuştum. Bir İlahiyatçımıza sorulan soru; “Bir gencimiz amcasının kızına gönül vermiş. Nişanlanmışlar.Evliliğe az bir zaman kala aile bireylerinden biri, gencimizin amcası ile süt kardeş olduğunu, dolayısı ile amcasının kızı ile evlenemeyeceğini söylemiş. Bu durumdan çok etkilenen gencimiz intihara teşebbüs etmiş.” Ve İlahiyatçımızdan yol göstermesi isteniyor. İlahiyatçımızın yanıtı kısaca şu. “Süt kardeşiyle evlenemeyeceği gibi süt kardeşin çocuğuyla da evlenemez. Dindeki hüküm budur. Bu gencin üzülmesine gerek yok. Belki de böylesi kendisi hakkında daha hayırlıdır. “ Bu makaleyi okuduktan sonra sütün tıbbı olarak ne gibi etkileri olabileceğini araştırmıştım. Hiçbir sonuca ulaşamadım. Fakat kan bağı yani akraba evliliklerinin olumsuz etkileri artık tüm dünyada bilinmektedir. Akraba evliliği genetik hastalıkların yaygınlığını arttıran önemli etkenlerdendir. Dünya’daki evliliklerin %20’sinden fazlası akraba evliliğidir. Ve toplumdan topluma değişmektedir. İslam dünyasında kuzen evlilikleri kabul görürken, Hristiyan aleminde ise birinci derece kuzen evlilikleri kabul edilmemekte ve Katolik kilisesinin özel iznine tabi tutulmaktadır. İslam alemindeki süt kardeş evliliğinin yasaklanması, hristiyan aleminde ki vaftiz baba ve onun vaftiz çocuğunun da evliliklerinin yasaklanmış olması bu yasakların biyolojik temellere dayanmadığını göstermektedir. Ve ciddi bir tıbbi sorun olup tartışılması gerekmektedir. Genetik hatadan kaynaklanan yaklaşık 20 bin hastalık olduğu düşünülmektedir. Yapılan araştırmalarda ülkemizde evliliklerin üçte biri’nin (%29) birbiri ile akraba olduğu görülmüştür. Akraba ile evli olanların % 80’i de kardeş çocuklarıdır. Bölgeler arası dağılımda en düşük oran %20 ile Batı Anadolu’da, en yüksek oran %37 ile Doğu Anadolu’dadır. Tabi kesin kayıtlar olmadığı için yapılan kısıtlı araştırmalar sonucu elde edilen yaklaşık veriler bunlar. Bu verilerle akraba evlilikleri sıralamasında Dünya 4.sü olmamız hiçte anormal değil sanırım. Şu da unutulmamalıdır, kan bağı olmayan evliliklerde aynı tür hatalı geni taşıyan taşıyıcı eşlerin çocuklarında da bu tür rahatsızlıklar görülmektedir. Kan bağı bile bile lades demekten başka bir şey değildir. Bu konuda MHP Eskişehir Milletvekili Sn.Ruhsar Demirel’in 28 Kasım 2012 tarihinde ‘Ülkemizdeki Akraba Evliliklerine Neden Olan Sosyolojik Etkenlerin İncelenebilmesi, Boşanmalara Bağlı Sosyal, Psikolojik ve Ekonomik Etkilerin En Aza İndirilebilmesi, Toplumsal Farkındalığın Arttırılabilmesi’’ için gerekli önlemlerin alınabilmesi amacıyla” Meclis Araştırma Komisyonu kurulması ile ilgili teklife verilecek yanıtı önümüzdeki süreçte hep birlikte göreceğiz. Tarihsel süreçte süt anneliğinin çok eskilere dayandığı bilinmektedir. Hatta MÖ 2250 yılında ki Hammurabi yazıtlarında, süt anneden bebeğe fiziksel, duygusal ve zihinsel özellikler geçebileceği, bu yüzden süt anne seçiminde titiz davranılması gerektiği belirtilmiştir. Genetikle devam edeceğiz.

25 Şubat 2013 Pazartesi

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-25.02.2013

“CHP Yüklendi” BİR HABERİN ANATOMİSİ – III Bir haberden yola çıkarak başlayan bu neden-sonuç ilişkisini, sonuçları değerlendirerek sonlandırmak istiyorum. CHP’nin Pazartesi toplantısının gündemine oturan ve iptal edilen “Ekoloji Kurultayı”nda ki söylemlerin çeşitliliği demokrasi açısından olumlu olsa da, özellikle Bölge halkını ilgilendiren Ergene konusunda ki yaklaşımlar, parti’nin çevre ve insan konusunda ki yaklaşımlarında sonuca gidecek bir bilimsel programları olmadığını göstermektedir. Toplantının ana fikri Ekoloji Kurultayının amacının Trakya’nın Ekolojisini ve partiyi kullanarak hareketi Trakya’ya sokmak olduğu üzerine kurulmuştu. Bilimsel olarak otorite ve siyasi boşlukların yeri her zaman doldurulmaya çalışılmıştır. Roma İmparatorluğunun yıkılmasının ardından Feodalizm o boşluğu doldurmuştur. Feodalizmi neden örnek gösterdim, çünkü Avrupa’da Sanayi Devriminden sonra Feodal yapı tamamen yok olduğu halde bizim gibi toplumlarda 21. yüzyılda bile hala gündemdedir. Otoritenin boşluğunu mafya doldurmaktadır. Duvarın yıkılmasından sonra Sovyet Mafyasının boşluğu doldurması gibi. Bu olaydan ders çıkarmak yerine polemiğe girmek gereksizdir. Çünkü, terörü besleyen güçlerin Trakya’ya girmeye çalışmasında Hükümet’ten aldıkları siyasal gücü bir tarafa bırakırsak, Trakya’da hissedilen bu siyasal boşluğu doldurmak için fırsat kollamalarının göstergesidir. Bu boşluğu hissettiren nedenleri araştırmak yerine, Ergene konusunda maddi ve manevi emek harcanarak ortaya çıkarılan bir belgeseli suçlamak hiçte adil değil sanırım. Siyasal boşluk konusunda en büyük yanlışlık “Nasıl olsa Trakya Halkı yine bizi seçer” düşüncesinin rehavetine kapılmaktır. Bu kısa siyasal mesajdan sonra toplantıda söz alan TEMA Lüleburgaz Temsilcisi Sn. Hakan Dedeoğlu’nun “Kim olursa olsun doğru işler yapılıyorsa her yere girip çıkabilir. Biz de ADD olarak Diyarbakır’a gittik. Orası sana ait burası bana ait noktasına gelmemeliyiz. Bizler amaca uygun, doğru niyetlere oturan anlayış ile hareket etmeliyiz’’sözleri doğru işlere yönelmenin zamanının gelip de geçtiğinin göstergesidir sanırım. * * * - Bizler, Ergeneyi kurtarmak adına tartışırken, Istranca Dağlarının her metre karesi maden arama ruhsatları ile donatılmışken, Bulgaristan’da Biyosfer rezerv alanı olan bölge, bizde maden, taş ve mıcır rezervi olarak kullanıma açılmaktadır. Faaliyete geçen taş ocaklarının, yer altı su kaynaklarını kurutacağı bilimsel gerçeği ortada iken, acaba on yıl sonra kirli bile olsa bir Ergene bulacak mıyız? Bu konuda çalışmalarınız var mıdır? -Trakya’nın en önemli Doğal Varlıklarından olan 2,720 metrelik Dupnisa Mağarasının sulu mağara önleri ve kuru mağara çıkışına kadar olan sadece 400 metrelik bir kısmının Doğal SİT alanı olması ve çok yakınında açılmak istenen Mermer Ocağının doğal yapıyı bozacağı bilimsel gerçeği karşısında ki çalışmalarınız var mıdır ? -Dupnisa Mağarasının geri kalan bölümünde dereler, göller ve yarasalarla birlikte bir ekosistem mevcuttur.. Ekosisteme can veren Balaban Dere üzerinde yapılması planlanan (Hidroelektrik Santrali) HES ile bölgede ki endemik türler ve eko sistem telafisi mümkün olmayacak tahribatlara neden olacaktır. Istrancalar daki tüm dereler bentler ve barajlarla donatılarak kaybedilmişken, özgür akan son dere olan bu dere kurban mı edilecektir ? -Daha 2009 yılında İstanbul’un kent içinde kalan sanayi tesislerinin taşınması sinyali yeniden gündeme gelmiş olup, Ulusal Basında ve Gazetemiz Görünüm’de çıkan haberlerde bu Sanayi Tesislerinin Ergene Havzasında kurulacak Organize Sanayi Bölgelerine taşınması gündeme gelmiştir. Bu konuda ne yapmayı düşünüyorsunuz ? - Çevre konusunda ve direkt halkı, insanı ilgilendiren sorunlarda tarafınıza ulaştırılan öneri ve destek taleplerini nasıl değerlendiriyorsunuz? -Trakya’yı -İstanbul’un arka bahçesi olmaktan kurtarmak - için Avrupa’nın en büyük Longozu olan İğneada gibi, Ramsar Sözleşmesi çerçevesinde – yine tartışılacak farklı bir konu olan - uluslararası düzeyde koruma altına alınmasını mı bekleyeceksiniz ? Unutulmamalıdır bunları önlemek Hükümet olmayı gerektirmektedir. Hükümet olmak için de sadece Trakya da değil Ülkemizin her karış toprağında yapılan çevre ve insan tahribatlarına karşı duyarlı olmak, halkın yanında olmak, halkı bilgilendirmek, akademisyenler , bilim camiası ve Sivil Toplum Örgütleri ile iç içe ortak çalışmalarla torunlarımızdan miras kalan bu ülkeyi devraldığımız gibi çocuklarımıza bırakmak için güçlü, duyarlı ve rehavet içinde olmamanız gerekmektedir. Heyhat geçtiğimiz günlerde yaptığınız “ilke odaklı toplantıda” alınan kararı okuyunca ülkemin geleceği açısından sol mememin altında ki cevherin son umut kırıntıları da gittikçe sönmeye başladı. Nasıl sönmesin ki; toplantıda alınan trajikomik karara bakarak, yorumları sizlere bırakıyorum. “Önümüzdeki seçimlerde adayların hangi yöntemle belirleneceğine Ankara değil biz karar verelim.” Parti içi demokrasinin önemine inanan biri olarak bu kararın ne kadar demokratik olduğu bile tartışmalı. Gerçek demokrasi delege sultasını yok edip tüm parti üyelerinin oyları ile adayların seçilmesidir.

23 Şubat 2013 Cumartesi

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-23.02.2013

DÜŞÜMDEKİ UÇURTMA Sosyal Sorumluluk çerçevesinde, bugün yazı günüm olmadığı halde elime ulaşan duyuruyu, duyarlı kamuoyu için köşemde paylaşıyorum. “Hayaller, serbest bırakıldıkları ölçüde özgürdürler…” Duchenne Muscular Dystrophy (DMD)… Tedavisi mümkün olmayan bir hastalık tarafından bedenleri kuşatılmış, köylerin, kentlerin ve kasabaların ücra köşelerine hapsolarak unutulan insanlar... Sadece erkek çocuklarda ortaya çıkan bir hastalık. Distrofin üretemeyen kaslarının mücadelede yenik düştüğü; yaşamları, kendi iradeleri dışında, doğanın haksız adaletinin bir tecellisi olarak kısaltılan, hayatın dokunmayı unuttuğu çocuklar... Ve onların “hastalık taşıyıcısı” olarak suçlanan; bunu kader bilerek sineye çekmiş, yüreği burkuk, boynu bükük anneleri. Birer hastalık taşıyıcısı adayı olan genç kızların aşka ve sevdaya dair hayalleri… İşte bu hayallerin izini sürerken, adına “hasta” denilerek yok sayılmış, varlıkları unutulmuş insanların, zaman zaman dramdan trajediye dönüşen yaşamlarına dokunmaya çalışmak… Bu dokunuşla birlikte, içinde yaşadıklarını unuttukları kentlerin tarihine onlarla birlikte yolculuklar yapmak... Ve sonuçta düşlerimizdeki uçurtmayı gerçeğe dönüştürmek… Çekimleri Diyarbakır, Batman ve Van illerinde yapılan ve DMD hastalığıyla ilgili dünyada bir ilk olan Düşümdeki Uçurtma filmi bize, hayallerimizi serbest bırakabildiğimiz ölçüde özgür olabileceğimizi hatırlatan bir umut filmi. Saygıdeğer basın mensupları ve duyarlı kamuoyunun dikkatine; Yönetmenliğini Gülsün Sarıoğlu’nun yaptığı ve Türkiye Kas Hastalıkları Derneği’nin destekleyici olduğu Düşümdeki Uçurtma belgesel filminin galası 25 Şubat 2013 Pazartesi günü Cemal Reşit Rey Salonu’nda yapılacaktır. Filmin tanıtımı ve içerdiği hassas mesajların topumla iletilmesinde önemli işlevi olacağına inandığımız değerli katılımlarınız bizlere onur ve güç verecektir. Gala programı (25 Şubat 2013, Pazartesi) Cemal Reşit Rey Salonu, Harbiye, İstanbul 19.30 : Kokteyl 20.00 : Açılış konuşması 20.30 : Müzik - Şiraz müzik grubu 21.00 : Düşümdeki Uçurtma 21.35 : Ekiple Söyleşi 22.00 : Kapanış konuşması, Prof.Dr.Coşkun Özdemir/Kasder Filmin künyesi Yönetmen : Gülsün Sarıoğlu Genel Koordinatör : Yusuf Nazım Yardımcı yönetmen : Serdar Aydoğdi Görüntü Yönetmen : Emre Karadaş Kurgu : Adil Yanık & Buğra Dedeoğlu Yapımcı : Eray İlkinönü & Gülsün Sarıoğlu Seslendirme : Bahtiyar Engin Müzik : Aynur Doğan, İbrahim Maalouf, Yasin Kayırtar Sponsorlar - Şişli Belediyesi - Dıyarbakır Belediyesi - Batman Belediyesi - Van Belediyesi - Flare Işık Destekleyenler - Türkiye Kas Hastalıkları Derneği - Kasder-Hasta Gönüllü Ağı (Hasgap) - Sunay Akın Danışmanlar - Prof.Dr.Coşkun Özdemir - Prof.Dr.Piraye Oflazer - Prof.Dr.Nebahat Taşdemir - Psikolog Yunus Emre Ayna

22 Şubat 2013 Cuma

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-22.02.2013

“CHP YÜKLENDİ” BİR HABERİN ANATOMİSİ - II Necla Demirci’nin kaleminden Gündöndü Belgeselinin Hikayesi ; “Ergene’yi seçme nedenim tesadüf değil. 20 yılımı Trakya’da geçirdim. Aslen Ağrılıyım. İstanbul’a 2001’de yerleştim ailem de buraya geldi. 2011’de Taksim’de bir çevre eylemi vardı. O zaman Uzunköprü ile bağlantı kurduk. Belediye başkanı da eski arkadaşımdır ve Ergeneyi’de anlatalım dedim. Bunun sonucunda 100 kişilik bir eylemci grubu geldi Taksim’e. Ve İstanbul’daki arkadaşlarımızla alanda 400 kişi olduk.Sonrasında da Ergene medyanın gündemine oturdu ve o zaman birçok kişi Ergene’yi sormaya başladı. Üstelik soranlar ekolojist insanlardı. Ergene nerede, ne durumda, denmeye başlandı. Birkaç arkadaşımla konuşup bir platform oluşturma ihtiyacı hissettik ve toplantılar sonucu Ergene İnsiyatifi olarak bir birlik oluşturduk. Ergene inisiyatifi şöyle bir çağrı yaptı;herkes kendi siyasi dükkanından çıksın,ortak bir platformda ortak sorunumuz olan Ergene için enerjilerimizi ve mücadelemizi birleştirip,sorunun çözümüne yönelik ortak çalışmalar yapalım...Trakya ile daha ileriden ilişki geliştirmeye başladık ve ağırlığı İstanbul üzerinden değil Trakya’ya daha çok giderek çalışmalar yürüttük. Uzunköprü’de yapılan bu eylem sonrasında arkadaşlarım “Görmesek hayal bile edemezdik” demişlerdi. O gün nehrin halini görünce bir belgesel yapmaya karar verdim. Bölge 8000 yıllık tarımsal kültüre sahip. Ayçiçeği cenneti, Gündöndü ismi de buradan geliyor. Türkiye’nin ayçiçeği ihtiyacının yüzde 70’i, çeltiğin yüzde 50’i, buğdayın yüzde 10’u buradan karşılanıyor. 5000 adet sanayi kuruluşu var. 1.5 milyon insan yaşıyor. Sanayi kuruluşlarının 5 milyon metreküp su kullandığı söyleniyor. Bu havzadaki kirliliğinin yüzde 75’ini sanayi kuruluşlarının yarattığını devlet söylüyor ve aynı devlet, bu kuruluşların yüzde 80’nin de kaçak olduğunu söylüyor. Bölge gıda zinciri içersinde çok fazla kanser riski taşıyor. Bu ürünleri bütün Türkiye tüketiyor. Önce havza halkı sonra tüm Türkiye zehirleniyor. 3 yıl sürdü çekimler.İki kişilik ekiptik temelde, bazen yerel halktan günlük destek verenler oldu. Başlangıçta bir iki yere destek için başvurdum sonra sanayi kuruluşlarından destek vermek isteyen olunca kendim yaptım. Sonuçta sistemin mahvettiği bir şey için yapıyorsunuz ve sistemden destek alırsanız ne kadar samimi olabilirsiniz. Ama belediyelerin her aşamada destek vermesini isterdim ama bu mümkün olmadı. Halk inanılmaz sahiplendi. En çok istediğim şey deşarj noktalarını çekmekti ve beni oralara asla yalnız göndermediler. Çünkü buralar gözden uzak noktalardı. Her şeyi çok gerçek tariflediler. Zaten belgesel onların dilinden anlatılıyor. Tabii köstek olanlar da oldu ne de olsa 5000 sanayi kuruluşu var. Çekim esnasında müdahaleler oldu, takipler oldu. Hatta Çorlu da çok erken bir saatte bir köprü üstünde çekim yaparken polis geldi yanımıza ve sizi bekleyeceğiz dediler. Çünkü her şey olabilir bir kamyon gelip sizi ezebilir dediler. Kirlilik nedeniyle onlar bile bir an önce görev süresini doldurup oradan gitmek istiyorlar. Bir gazeteci arkadaşımın çok yakın bir arkadaşı ile tanıştım sadece orada fotoğraf çekip gazetede yayınladığı için bir tarlaya götürüp dövülmüş. Darp edilmiş fotoğraflarını göstermişti bana. Çekimler esnasında işçilerle karşılaştığımda şoka uğradım. Elleri kolları kopmuş işçiler, tırnakları düşmüş, astım, bronşit olmuş işçilerle karşılaştım. Çarşıda oturun, karşıdan gelen kişilere bakın kimlerin deri sanayin de çalıştığını anlardınız. Bir kere sarhoş gibi yürüyorlar, ten renkleri çok farklı, gözlerinin altı mosmor. Çok sağlıksızlar, oturup konuştuğunuz da cümle düşüklükleri cümle kuramama halleri dikkat çekiyor. Bir nehrin kirliliği ile yola çıkmıştım, sanayi kuruluşlarının doğayı kirletmesiyle çiftçinin elindeki toprağın el değiştirmesiyle, nehirde yaşayan 12 çeşit balığın yok olmasıyla, yediğimiz gıdaların zehirli olmasıyla yola çıkmıştım. Bambaşka bir şeyle karşılaştım. Büyük bir işçi sömürüsüyle karşılaştım. Sonra bu insanların bu bölgede fabrikalarla iç içe yaşadığını gördüm. Yani önce zehri soluyan kesim işçi kesimi ve aileleri ile birlikte yavaş yavaş ölüyorlar. Ergene geçtiği her yerde cinayet kokusuyla geçiyor. Ve kapitalizmin pisliği her yerde buram buram kokuyor. İşçilerde o kimyasallarla bir arada yaşıyor. Yılın altı ayı çalışıp altı ayı iş bekliyorlar. Sendikasızlar, örgütsüzler. Aileleri var ve korktukları için kamera ile çekim yapmamı istemiyorlardı. İstihdam adı altında asgari ücret ve daha da altında işçi çalıştırıyorlar. Burada 262 milyon dolarlık bir kürk sektörü dönüyor. Yani hayvanları da kürkleri ve derileri için vahşice katlediyorlar. Belgesel için pirinç, ayçiçeği ve buğday tahlilleri ile ilgili sonuçları çok istiyordum ama saklanıyordu, su tahlili yaptıramadık. Kimse yapmak istemiyordu. Trakya’da belli kurumlardan bunu istedim ama alamadım ve bizim ürünlerde ağır metal yok ithal ürünlerde var denildi. Sonrasında belgeselin danışmanı da olan Sn.Dr.Yavuz Dizdar aracılığıyla bu tahlilleri yaptırdım. Ağır metaller Pirinç, buğday ve ayçiçeğinde, gıda tüzüğünde toksisite yaratan değerlerden 8 kat fazla bulundu. Ayçiçeğinde Kadmiyum 2 kat fazla bulundu. Resmi kaynaklar, kanser özellikle akciğer kanserinin Türkiye ortalamasının üzerinde olduğunu söylüyor ama gıda ürünlerindeki sonuçlara rağmen hükümet bunu alkol ve sigaranın yoğun tüketilmesine bağlıyor. Belgeseli ilk önce Çorlu Velimeşe köyünde gösterim yaptık. Çiftçilerin organizasyonuyla oldu. Ardından 5 Haziran 2012 günü Kırklareli Belediyesi’nin katkılarıyla TMMOB,KESK,TEMA ve TABİP ODASI tarafından ortaklaşa hazırlanan “Çevre ve Sağlık” konulu Panel’de izlendi. Ayrıca çekim aşaması henüz bitmişti ki Marsilya 6. Alternatif Su Forumu’na davet edildik. Çiftçi Sendikaları Başkanı Abdullah Aysu aracılığıyla biliyorlardı belgesel çektiğimizi ve 30 dakikalık bir versiyonunu gösterdik. İnanılmaz ilgi gördü. 30 dk’lık versiyon sonrası 70 dk’lık bir versiyon daha hazırladık. Çeşitli festivallere bu iki versiyonu da gönderdim. İstanbul Film Festivali’nde de 22 Şubatta gösterilecek ve ilk Türkiye gösterimi olacak. Mümkün olduğunca çok kişinin gelmesini, izlemesini isterim. Kamuoyunda gündem de tutmak ve duyarlılığı artırmak için önemli. 17-24 Mart 2013 tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan 24. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde yarışacak kısa ve belgesel filmler arasına da girdi.”

20 Şubat 2013 Çarşamba

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-20.02.2013

“CHP Yüklendi” BİR HABERİN ANOTOMİSİ-I Son haftalarda siyasal anlamda Lüleburgaz çalkantılı bir süreç yaşadı. Bu süreç kısaca şöyle. Halkların Demokratik Kongresi Trakya Meclisi organizasyonu ‘’Ekoloji 2013’’ kurultayına CHP TBMM çevre komisyonu üyesi de olan Tekirdağ Milletvekili Emre Köprülü, İstanbul Milletvekili Melda Onur ve BDP Milletvekili Sebahat Tuncel konuk konuşmacı olarak davet ediliyorlar. Tabi olay siyasal da olunca kulisler yapılmaya başlanıyor, karşılıklı suçlamalar filan derken kurultay iptal ediliyor. Bu haberi köşeme taşımamın nedeni siyasal boyutunu irdelemek değil. 12.02.2013 tarihinde CHP İlçe örgütünün yaptığı basın açıklamasındaki çevreci(!) yaklaşımları masaya yatırmak. Ve emeğe saygının yok sayıldığı zihniyeti irdelemek. Basın açıklamasında fikir sahibi olmadan bilgi sahibi olmanın yansıtıldığı çok güzel bir akıl tutulması örneği sergileniyor. Ve de etik olmayan , bir bayanın diğer bir bayana yaklaşımı ki hem üzücü hem de düşündürücüdür. Yazdığım ilk yazı -“Istranca Su Projesi” ile ilgilidir ki- Bilim ve Ütopya Dergisinin Ocak 1996 sayısında yayınlandı. Daha sonraki yıllarda yazılarımı 2000 yıllarına kadar gazeteniz “Görünüm”’e taşıdım ki direkt Trakya’mızı ilgilendirdiği için bir yerde destek aramaktı amaç. 17 yıl önceki ilk yazımda Istranca Su Projesinin mimarı siyasetçinin telefondaki sinirli bir şekilde ifade ettiği sözler – ki daha sonraları birkaç yazımda da aynen yazdığım gibi - “Kardeşim bir İstanbul için bin Trakya Feda olsun” zihniyetinin hala değişmediğini görmek Ergene’nin kurtarılması konusundaki siyasal çabalarla nereden nereye gelindiğini göstermektedir ! Genellikle tek bir konuya yoğunlaşmadan geneli irdelemeye özen gösteriyorum. Sadece Ergene değil “Trakya’yı Kurtaralım (mı) ? olmalı çabamız. Bunu da tartışacağız ama şimdi gelelim konumuza….. Basın açıklamasında Karamusul CHP delegesi Sn. Gürcan Kırım söz alarak şunları söyledi; ’’Bu konu ile alakalı bize sürekli telefon ettiler. Bizim kesinlikle Ergene İnisiyatifi ile alakalımız yoktur. Biz Ergene platformu tamamen STK’lardan oluşan bir yapıyız. Ergene İnisiyatifi kurulmadan önce Necla Demirci diye bir bayan ortaya çıktı. Ergene ile alakalı bir belgesel yapmak istediğini söyleyerek bizimle irtibata geçti. Bizde kendisine Ergene’nin sorunlarını anlattık. Ancak daha sonra Necla Demirci adlı bayan Ergene İnisiyatifi diye bir oluşum ile ortaya çıktı. Bu kişiler Trakya’nın ekolojik hareketini kullanarak Kürt meselesini Trakya’ya taşımak istiyorlar. Bizim CHP olarak buradaki duruşumuzu ulusalcı ve devrimci bir duruştur. Faşistlikle kesinlikle alakası yoktur’’ diyor. “Ergene İnsiyatifi ile alakamız yoktur Biz Ergene Platformu tamamen STK’lardan oluşan bir yapıyız” deniyor ama Ergene Platformu’nun internet sitesinde Destekleyenler kısmında Çorlu Ergene İnsiyatifi’nin bulunması acaba bir rastlantımıdır ? “Necla Demirci diye bir bayan ortaya çıktı” ! Ortaya çıkan Necla Demirci diye bir bayanla! 2010 yılı sonlarında tanıştım. Çevre ile ilgili olduğu içinde söz konusu belgesel konusunda birkaç dostla uzun uzun oturup konuştuk. Ve o dönemde tüm Trakya’daki çevre örgütleri, siyasal örgütlerden destek arayışları içinde idi. 293 Km’lik uzun bir yolu vardı. Belgesel çekimlerine başlandığında Ergene’nin kaynaklarına ulaşım konusunda rehberlik ederek az da olsa belgesele katkımdan dolayı onur duyuyorum. Ve 2012’nin sonlarına doğru “GÜNDOĞDU-Bir Nehrin Hikayesi” adlı belgeselin bittiği ve gösterim için salon bulmak konusunda yepyeni bir çabanın içine girildiğini öğrendim. Bu basın açıklamasını okuduktan sonra Necla Demirci adlı bayanla ! telefonda görüştüm. Ve onun yazılı açıklamalarını da bir daha ki yazıma bırakıyorum. Konu uzun, bunları polemik yaratmak için yazmıyorum. Önerilerde sunacağım ya da sunduğum sonuçsuz önerileri paylaşacağım çevre ile ilgili olarak. Trakya’da salon bulamayan ve destek alamayan “GÜNDOĞDU” belgeselini izlemek isteyen Trakya Halkımız için Duyuru : “Trakya’ da uzun yıllardan beri süregelen ve bölgenin sosyal, ekonomik ve ekolojik sistemini alt üst eden bir soruna dikkat çeken ve !F İstanbul 12.Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali'nde gösterilecek olan “GÜNDÖNDÜ : Bir Nehrin Hikayesi” belgeselini birlikte seyredelim... Nejla Demirci Yönetmen Yer : Fitaş Sineması 4.Salon Tarih : 22 Şubat 2013 Saat : 17:30”

18 Şubat 2013 Pazartesi

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-18.02.2013

SAĞLIKTA MERKEZİ SİSTEM - II “ Kendine, Devrimin ve devrimciliğin çeşitli ve yaşamsal görevler verdiği Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman üzerinde dikkatle durulacak ulusal sorunumuzdur.” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK 15.02.2013 tarihli yazımın yayınlandığı gün yazımda bahsettiğim 663 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesi (AYM) ,CHP’nin açtığı dava üzerine 700 bine yakın sağlık çalışanını yakından ilgilendiren 663 sayılı “Sağlık Bakanlığı ve bağlı kuruluşların teşkilat ve görevleri hakkında KHK’nın” iptal istemini karara bağladı. AYM, yedi madde ve fıkralarıyla ilgili önemli iptal kararları verdi. İptal edilen 7 maddeden biri olan “BAKANLIĞIN VERİ TOPLAMA İŞLEME VE PAYLAŞMA YETKİSİNE İPTAL” ininde bulunması sevindirici. Yüksek Mahkeme, bu maddenin iptal kararını anayasanın özel hayat ve kişisel verilerin gizliliği maddelerine dayandırarak vermiş. Tabi ki Hükümetin daha önceden de yaptığı gibi, suni gündemler yaratıp bu tür önemli kararları geçirmeye çalışması, Yüksek Mahkemenin iptali ya da ilgili kuruluşların tepkisi ile karşılaşınca geri adım atması ardından bir iki cümle değişikliği ile aynı kararnamenin geçmesi yaşamadığımız durumlar değil. Dolayısı ile bu kararnamenin iptali ile rehavete kapılmak bence yersiz. Dolayısı ile biz yazmaya devam edelim. * * * İnternetin ortaya çıkış yıllarında Almanya’da hekim olan bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Hekim arkadaş akşamları eve geldiğinde bilgisayarının başına oturup birkaç saat çalışmasına devam ediyordu. Nedenini sorduğumda aldığım yanıt şu idi; - Kendi branşımda ki hekimler karşılaştığımız yeni tanı ve tedavileri burada paylaşıyoruz, tartışıyoruz. Bu hasta ülkenin bir başka yerine gittiğinde orada ki hekim bu bilgiler ışığında tedaviye devam edebilmektedir. Tabi burada bir başka konuda gündeme gelmektedir. Sivil Toplum Örgütlenmesi ve önemi. İnternet teknolojisinin yeni yeni gelişmeye başladığı bu dönemde bu işlevsel birliktelik tamamen o branşta ki hekimlerin bir organizasyonu. Yine 13.02.2013 tarihli “Sağlıkta Süreklilik” başlıklı makaleme bir katkıda Psikiyatr Doç.Dr. Ece Orhon’dan geldi. “Hasta takibinde ki süreklilik ileri teknoloji kullanan özel hastanelerde başarıldı. Örneğin Acıbadem Grubunda gelen hasta ilk başvurusundan itibaren kendi bilgilerine ulaşabilir hekimi süreci görebilir. Hasta bilgilerine süreklilik kaydı yapılarak hekim değişse de ulaşılabilmeli bu konu çok çok önemlidir. Özellikle de ruhsal hastalıklarda.” Bu iki anekdot ışığında çok önemli olan sağlıkta süreklilik ve bilgiye ulaşım konusunda acaba meslek odaları, dernekleri, konu ile ilgili sivil toplum kuruluşları hükümetlerden önce bu konuları ele alarak, akademik incelemeler sonucunda raporlar yayınlayamazlar mı ? Tabi ki bu tür raporların yayınlanması da yetmiyor. Okuma oranlarının düşüklüğü, eğitimin yetersizliği, siyasilerin duyarsızlığı sonucunda sağlıktaki bu yaptım-oldu modelinin aksaklıklarının halka ulaştırılması konusunda meslek odalarına belki de daha büyük görevler düşmektedir. Bu bilimsel çalışmaların halka ulaştırılmasında teknolojik olarak değil de paneller, toplantılarla bilgilendirme yapılması daha etkili olacak kanısındayım.

15 Şubat 2013 Cuma

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-15.02.2013

SAĞLIKTA MERKEZİ SİSTEM-I Sağlıkta sürekliliğin önemine geçen yazımda değinmiştim. Özellikle beyinsel rahatsızlıklarda konu daha da önem arz etmektedir. Bunun için kişisel sağlık bilgilerinin belli bir merkezde toplanması çok önemlidir. Tabi bunu yaparken Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) 8. maddesinde belirtilen özel hayatın gizliliğinin korunmasını ihlal etmemek gerekmektedir. Özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) AİHS’nin 8.maddesinin esas amacının “kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı bireyi korumak” olduğunu belirtir. Ayrıca Anayasanın 20. maddesinde belirtilen ve koruma altına alınan hakların ve güvencelerin işlemez hale getirilmemesi gerekmektedir. Yine tıbbı verilerin korunmasına dair 97/5 sayılı Avrupa Konseyi Tavsiye Kararının 5.6. maddesinde de sağlık verilerinin korunmasına istisna getirebilecek haller Kanunla yapılmak ve demokratik bir toplumda zorunlu olmak ön koşulu getirmektedir. Hükümetlerin işin kolayına kaçarak Kanunlarla düzenlenmesi gereken konuları Kanun Hükmünde Kararnamelerle kotarmaya çalışması yukarıda değinilen Anayasal hak ve özgürlüklerin kısıtlanması hastaya yararından çok özel hayata bütünüyle müdahele etmesi sonucunu doğurmaktadır. Bunun en son örneği 2 Kasım 2011 tarihinde yürürlüğe konulan 663 sayılı Sağlık Bakanlığı Ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin “Bilgi toplama, işleme ve paylaşma yetkisi” başlıklı 47. Maddesi’dir. Bu maddeye göre “Bakanlık ve bağlı kuruluşların, mevzuatla kendilerine verilen görevleri, e-devlet uygulamalarına uygun olarak daha etkin ve hızlı biçimde yerine getirebilmek için, bütün kamu ve özel sağlık kurum ve kuruluşlarından; sağlık hizmeti alanların, aldıkları sağlık hizmetinin gereği olarak ilgili sağlık kurum ve kuruluşuna vermek zorunda oldukları kişisel bilgileri ve bu kimselere verilen hizmete ilişkin bilgileri her türlü vasıtayla toplamaya, işlemeye ve paylaşmaya yetkili” kılınmıştır. Kamu ve özel bütün sağlık kuruluşlarının toplayıp merkezi sisteme elektronik ortama göndermekle yükümlü tutulduğu bilgiler yalnızca bildirimi zorunlu hastalıklara ilişkin bilgileri içermemektedir. Bunların yanı sıra istenen bilgiler içinde; bütün kimlik, adres, iletişim bilgileri, hamilelik testleri, sağlık geçmişi, özürlülük durumu, medeni hal, alkol-madde-sigara kullanımı, iş, meslek, öğrenim durumu, gelir durumu, hastalık şikayetleri, hastanın öyküsü (anemnezi), bütün tetkik sonuçları, tetkik istenen kurumlar,15-49 Yaş arası kadınların, doğum, düşük türü ve sayıları, kadın sağlığı İşlemleri, kullanılan aile planlaması yöntemi, gebelik tespiti sonuçları, son adet tarihi, babanın kan grubu, gebe olduğu tespit edilmiş olsun ya da olmasın, doğum ya da düşükle sonuçlanan tüm gebelikler, ağız ve diş sağlığı ile ilgili tüm koruyucu hekimlik, teşhis ve tedavi işlemleri ve daha pek çok bilgi yer almaktadır. Bu KHK’nin Anayasaya ve insan hakları sözleşmelerine aykırılığı tüm gerekçeleri ile birlikte Türk Tabipler Birliği (TTB) ve Türk Psikiyatri Derneği (TPD) internet sayfalarında teferruatlı olarak anlatılmaktadır. Paran Kadar Sağlık zihniyeti ile hareket eden ve giderek genel sağlık sigortasının kapsamının daraltılarak, insanların özel sağlık poliçeleri almaya zorlandığı günümüzde, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından 11.07.2012 tarih ve 28350 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe konulan 'Genel Sağlık Sigortası Verilerinin Güvenliği Ve Paylaşımına İlişkinYönetmelik'te bulunan kimi hükümler bu bilgilerin özel kişi ve kuruluşlarla sözleşme karşılığı paylaşılabileceği düzenlenmiştir. Bunun sonucunda özel sigortalar Bakanlıktan alacakları bu bilgiler ışığında kişiye poliçe satmayacak yada daha yüksek fiyatlarla poliçenin maliyetini arttırabilecek uygulamalarla karşı karşıya kalınabilecektir. Sağlık Bakanlığı tarafından toplanacak bu verilerin gizliliğinin nasıl sağlanacağı da belirtilmemiştir. Bu durumun toplumsal olarak daha hassas olan ve bu satırların yazarının hassasiyetle üzerinde durduğu Psikiyatri alanında daha vahim sonuçlar doğurması ve kişilerin sağlık hakkına erişimden çeşitli endişelerle kaçınmaları sonucunu da doğuracaktır. Bu kararname Tıbbi Deontoloji Tüzüğü’nün 4. Maddesinde düzenlenen sır saklama yükümlülüğü kapsamında “hastalarına ilişkin sırları açıklamayacaktır”, maddesine aykırı olarak hekimleri de özel hayata yönelik bu müdahele de aracı olmaya zorlamaktadır.. Konuya örneklerle devam edeceğiz ….

13 Şubat 2013 Çarşamba

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-13.02.2013

SAĞLIKTA SÜREKLİLİK Sağlıkta süreklilik genel olarak bir hekimle, uzun süreli, tabiri caizse beşikten mezara kadar süren ilişkidir. Ne yazık ki modern toplumlarda bu süreklilik ne hasta tarafından ne de hekim tarafından uygulanamamaktadır. Sağlıkta sürekliliğin sağlanabilmesi kronolojik, coğrafi, birimler arası, kişiler arası, bilgisellik, ulaşılabilirlik ve yerleşik olma özelliklerini içermektedir. Kronolojik süreklilik hastanın tıbbi kayıtlarını aynı yerde toplamak, sağlık ekibinin hizmet kalitesini arttırmak ve işlemleri koordine etmek olarak açıklanabilir. Coğrafi süreklilik hastanın nerede olduğuna bakmaksızın hizmetin sürekliliğini ifade eder. Disiplinler arası süreklilikte ise farklı tıbbi uygulamalardan yararlanılmak istendiğinde önceki bilgilere ulaşmayı hedefler. Kişiler arası süreklilik hasta ve hekim ilişkisidir. Bu ilişkide hastanın hekime güven duyması tedavinin çok daha olumlu sonuçlanmasına neden olmaktadır. Bilgisel süreklilik yukarıda değindiğimiz gibi farklı hekimler olsa da hastanın birikmiş bilgisine erişmeyi ve bu bilgiyi kullanarak hizmet kalitesini arttırmayı ifade etmektedir. Ulaşılabilirlik, etkin randevu sistemi ile hastanın her istediğinde hekime ulaşabilmesini anlatmaktadır. Yapılan birçok çalışma sürekli bakım almayan ve hastanede yatmakta olan hastalarda hata oranının arttığı göstermiştir. Hatta ayakta tedavi edilen hastalarda sürekli bakım sağlandığında hastaneye yatış oranlarının azaldığı gözlemlenmiştir. Bilgisel süreklilik sağlandığında, daha az laboratuar tetkiki istenerek veya tetkiklerin tekrarından kaçınılarak sağlık bakım masraflarının düşmesi sağlanmış olacaktır. Teorik olarak Aile Hekimliği kavramında bunlar öngörülsede pratikte ne yazık ki uygulanmamaktadır. Bu durumda hekimin ayrılması, tayininin çıkması veya hastanın yer değiştirmesi sağlık bakımını çok fazla etkilemeyecek daha sağlıklı bir toplumun adımları atılmış olacaktır. Özellikle Beyinsel (Akıl ve Ruh Sağlığı) Rahatsızlıklarda sürekliliğin önemi çok daha fazla artmakta, bu alanda uzmanlık gerektiren tanıların zorluğu, tedavi ya da hastalığın kontrol altına alınmasının uzun süreli ve pahalı olması, her hekim değişikliğinde aynı sürecin tekrarlanması hasta veya yakınlarını bıktırıp tedaviden vazgeçmelerine neden olmaktadır. Üniversitelerin teorik olarak bilimsel yöntemlerle açıkladıkları bu sürecin pratiğini Devletin sağlaması gerekmektedir. Yine de bu süreçte meslek kuruluşlarına da görevler düştüğünü düşünüyorum. Bunu da sonraki yazımda örnekleyerek vermek istiyorum. (***) Bakımda Süreklilik konusunda Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı’ndan Prof.Dr.Nafiz BOZDEMİR, Uz.Dr.Sevgi ÖZCAN ve Arş. Gör. Dr. Tülin SEZER’in “Bakımda Süreklilik” adlı çalışmasından yararlanılmıştır.

11 Şubat 2013 Pazartesi

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-11.02.2013

PSİKİYATRA ULAŞAMAMA “Hafıza-i beşer, nisyan ile malüldür!” Geleceği kurmayı talep edenlerin, geçmişi unutmamaları gerekmektedir. Özellikle iktidar diktasının yoğunlaştığı ve giderek saldırıya dönüştüğü bu dönemler geçmişi unutturarak, korku ile aklı parçalayıp toplumu geri çekilmeye zorlamaktadır. Bu teslimiyetçi ortamda bilim insanı ve aydınların görevi eleştirel bilgiyi üreterek topluma katkıda bulunmak, toplumdan yana siyasetçilerin görevi ise bu bilgileri pratiğe dökmektir. Özellikle toplumsal sağlıkta ve beyinsel rahatsızlıkların sağaltımında bu çok daha önemlidir. Elde edilmiş kazanımların bir bir elden alınması, toplum yararına olan oluşumların kapitalist üretme biçimlerine dönüştürülmesi toplumsal yaşamın her alanında gözlemlenmektedir. İstatistiklerin ve bilimsel çalışmaların gösterdiği gibi beyinsel rahatsızlıkların gittikçe artması, toplum akıl sağlığının bozulması, sağlıksız toplumlara doğru insanlığın gitmesin de bu korku ve baskının tetiklemesinin etkisini göz ardı etmemek gerekmektedir. Bunların yanı sıra özellikle beyinsel rahatsızlıklarda hekime ulaşmanın gittikçe zorlaştırılmasına en güzel örnek 8.2.2013 tarihli makalemde ki “Deniz’in Öyküsü” nde de anlattığım 30-40 yıl önceki Üniversite Mediko Sosyal Merkezlerinin her branşta hekime kolayca ulaşmadaki pratiğidir. Şu anda ki Mediko Sosyal Merkezlerine baktığımızda büyük bir çoğunluğunun içi boşaltılmış, sosyal güvenceleri olmayan öğrencileri prim ödemeye mecbur eden, sadece reçete yazılan ve diğer sağlık kurumlarına sevk yapan, psikiyatr olmadığı için bu tür rahatsızlıklarda reçete dahi yazılamayan işlevsiz kurumlar haline getirilmiştir. Özellikle hayata yeni atılan, ergenlikten gençliğe adım atıldığı bu dönemlerde geleceği kurmasını istediğimiz ve gelecekte yönetimde söz sahibi olacak gençlerin sağlıksız yetişmesine, eğitimin içi boşaltılarak yaşama eleştirel gözle bakamayıp düşünce üretemeyen toplumlara dönüşmemize neden olmaktadır. Daha da önemlisi son 30 yılda intihar edenlerin yüzde 440 artış göstermesi, son 10 yılda ise 25 000 insanımızın intihar neticesinde yaşamını yitirmesi olayın vahametini daha da arttırmaktadır. Ki bu oran belirtilen yıllarda ki trafik kazalarında yaşamını yitirenlerin nerede ise yarısına ulaşmaktadır. Özellikle uzmanların belirttiğine göre dünyada intiharların en fazla görüldüğü grubun 15-24 yaş aralığındaki kuşak olması konunun önemini daha da arttırmaktadır. Bu sağlıksız ve eğitimsiz ortamda yetişen gençlerden sağlıklı toplumlar beklemek hayalden öteye gitmemektedir. Hekime, özellikle beyinsel rahatsızlıklarla ilgili hekimlere ulaşmanın zorluğunu sadece öğrenim gören gençler değil toplumda yaşamaktadır. Türkiye’de ruh sağlığına toplam sağlık bütçesinin %1’inden daha az pay ayrıldığı tahmin edilmektedir. Dünya genelinde 100.000 kişiye düşen psikiyatri uzmanı sayısı 4, Avrupa Birliği ülkelerinde 9’iken, Türkiye’de bu oran 1.6. Türkiye’de 100 bin kişiye 12 psikiyatri yatağı düşerken, AB ülkelerinde, 100 bin kişiye düşen psikiyatri yatağı sayısı 93’tür. Psikiyatri alanında çalışan hemşire sayısı yüzbinde 3, psikolog yüzbinde 1 dir. Çocuk uzmanlarının sayısı ise bir milyon nüfusa 2 dir. Son beş yılda ise ülkemizde antidepresan kullanımı %65 artmıştır. Büyük çoğunluğunun bilinçsiz bir şekilde tüketilmesi var olan psikiyatrik rahatsızlıkların tetiklenmesine neden olmakta ve sorunları dahada içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Toplum olarak kısıtlı olsa da uzmana ulaşmak isteyenlerin karşısına ekonomik problemler çıkmaktadır. Bu tür rahatsızlıkların teşhislerinin uzun zaman alması tedavilerinin pahalı olması, devlet desteğinin olmaması ayrı bir sorundur. Öykümüz de ki diğer çıkarsamaları tartışmaya devam edeceğiz.

8 Şubat 2013 Cuma

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-08.08.2913

DENİZ’İN ÖYKÜSÜ Yetmişli yılların kaosunun devam ettiği dönemler. Liseyi taşrada bitirmiş bir gençtir Deniz. Üniversite kazanılmış ailede çocuklarını büyük şehre göndermenin sıkıntısı. Kayıtlar yaptırılmış hangi tarihte açılacağı belli olmayan bir okul. Her gün ölümlerin olduğu, gençlerin iki kutba bölündüğü, çatışmaların devam ettiği, siyasilerin inatlaşmaları yüzünden yönetilemeyen ülkede terör yılları. Okul açılana kadar “kimseyle arkadaş olma”,”düşüncelerini belli etme”, “yalnız dolaşma”, “okuldan direkt eve git”, “akşamları kesinlikle dışarı çıkma” telkinleri ile geçen günler. Deniz’in bu dönemlerde sadece bunlar değildir sorunu. Gençliğe adım atılan ilk yıllar. Büyük şehre adapte olabilecek mi, aileden ayrı ilk kez yalnız başına yaşam nasıl olacak, arkadaş edinebilecek mi?. Okul açılmış ve Deniz başlamıştır okula. Her okul, her semt, her mahalle farklı bir düşüncenin, siyasal fikrin egemenliğindedir. Karşı görüşlü öğrenciler gruplar halinde gitmektedir okullarına. Ders anlatılan, bilim öğrenilmesi gereken sınıflar birer çatışma alanıdır. Taşradan gelmiş büyük şehre adapte olmaya çalışırken, okuldan konakladığı yere gidene kadar yedi-sekiz farklı siyasal düşüncenin olduğu semtlerden geçmektedir. Sürekli bir tedirginlik, telkinlerin de etkisi ile ürkek bir kuşa dönüşmüştür. Günler haftaları haftalar ayları kovalamış ve bu baskıların neticesinde mide problemleri başlamıştır Deniz’de. Üniversitenin sağlık kurumu Mediko Sosyal Merkezi ikinci adresi olmuştur. O dönemlerde özerk olan üniversitelerin bu sağlık kurumları da tam teşekküllü küçük bir hastaneden farksızdır. Ailenin sosyal güvenlik kurumlarına bağlı olup olmamasına bakılmaksızın tüm dallarda bütün öğrencilerine hizmet vermektedir. Deniz, şanslıdır biraz da çünkü hekimi özellikle mide problemlerinin stresten kaynaklandığını bildiği için ilaç yanında nerede ise terapi de yapmaktadır. Bu kaos ortamından boğulduğunu hissettiği dönemlerde midesi için zorunlu olmasa da hekiminin müsait olduğu durumlarda sırf sohbet için soluğu hekiminin yanında almaktadır. Yavaş yavaş arkadaşlıklar edinilmiş, büyük şehrin zorluklarına karşı adapte olunmaya başlanmıştır. Mediko Sosyal Merkezinde Psikiyatrik ve psikolojik destek verildiği halde tabularında etkisi ile, toplum arasında “deli doktoru” olarak telaffuz edilen psikiyatri hekimine damgalanmamak adına gitmekten korkmuştur. Bir gün hekiminin; -Deniz, ben dahiliye uzmanıyım, istersen psikiyatra da gidersen uzmanlık alanı olduğu için bilinçli bir terapi görürüsün, hem de midendeki rahatsızlığın nüksetmemesi için tedavine de yararı olur sözleri bile ikna edememiştir Deniz’i. Okulunda ki eğitim olaylardan dolayı sürekli kesintiye uğramakta, okulunun aylarca kapalı olduğu dönemler yaşanmaktadır. Eğitim takvimi de dolayısı ile sıkışmaktadır. Yine sınavların yoğun olduğu böyle bir dönemde çaresizlikle hekimine başvurur ve hekimin önerisini yinelemesi üzerine ilk psikiyatrı ile tanışır. Deniz, okulu bitene kadar her başı sıkıştığında psikiyatrına başvurur. Ve bu kaos ortamından en az hasarla çıkmasında ki en büyük etkenin psikiyatrı olduğunun bilincine belki de yıllar sonra varacaktır. Okul bitmiş yaşam mücadelesi başlamıştır. Yıllar yılları kovalamış, evlenmiş çoluk çocuğa karışmıştır artık. Yaşamın zorlukları karşısında aklına ilk gelen isim okul yıllarında ona yol gösteren psikiyatrıdır. Uzun yıllar sonra yine bir rastlantı sonucu yolları bir kez daha kesişir. Ve bir daha ailevi problemlerin de olsun, çocuklarını yetiştirme konusunda olsun o korkularını ve tabularını yok eden, hayatına yön çizmesine neden olan ilk psikiyatrı hayatının en büyük şansı olmuştur. Halada görüşmeye devam etmektedir. Bu öyküden konumuzla ilgili çıkarsamaları (Bir önermeden, düşünce yoluyla bir başka önermeye geçme işi,) önümüzdeki günlerde tartışacağız.

6 Şubat 2013 Çarşamba

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-06.02.2013

BİR AÇIKLAMA Ülkemizde görevini kötüye kullananların ödüllendirildiği, görevini yapanların cezalandırıldığı bir sistemde siyasilerinde bu durumlara kulak tıkadıklarını, olaylarla ya hiç ilgilenmediklerini, yada ilgilenseler dahi yeterli desteği vermediklerini örneklerle bu güne kadar ki yazılarımda dile getirmeye çalıştım. 01.02.2013 tarihli “Abesle İştigal” başlıklı makalemde de bir basın toplantısından yola çıkarak Lüleburgaz Devlet Hastanesindeki yolsuzluk dosyasını örnek olarak verdim. Ve basın toplantısında ki açıklamaların yetersizliği, eksikliği üzerine birçok vakada olduğu gibi ya olay/haksızlık yaşanıp bittikten sonra dilendirildiğini, zamanında müdahele etme gereğinin önemini belirtmek içinde; yakın tarihli uygulamalar hakkında sessiz kalınmasının yanlışlığını dile getirmek adına, değiştirilen Sağlık Uygulamaları Tebliğinde ki değişiklik ile yeni yürürlüğe giren Denetimli Serbestlik Kanunu örnek gösterdim. Bu yazılarım üzerine olaya tanık olan Sn.Dr. Orhan Demirel’den yeni yeni sorularda içeren bir açıklama mektubu aldım. Mektubun en can alıcı kısmı yukarıdaki satırlarda belirttiğim ve düşüncelerimi teyid eden, siyasilerin ve ilgili makamların zamanında olaylara müdahele ve destek vermemelerini içeren satırlarıydı. Sn.Demirel mektubunda “Cumhurbaşkanımıza mektup yazdım.Yetinmedim,Sayın Başbakanımıza 1-2 kez mektup yazdım!BİMER hattına 7-10 defa mail attım!Başbakanın özel kalem müdür yardımcılarından bir beyefendi-(kendisine ait özel cep telefonundan)- ile yaklaşık 1 saat görüştüm.22 Nisan 2012 tarihinde ve 9 Ağustos 2012 tarihinde Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekilleri ile ve 21.10.2012tarihinde Hükümet içindeki aktif bir Bakanla birebir görüştüm!Bunları yazılı ve görsel olarak kanıtlayabilirim...” demektedir. Umarım Sn.Demirel’in yine mektubunda bahsettiği “Yakın bir tarihte,Lüleburgaz'daki kamu kuruluşundaki yeni bir dosyayı açacağım ;İNŞAALLAH.İddialar çok ciddi ve İç İşleri Bakanlığı'da konuya dahil olacak idrakindeyim.” cümlelerindeki yeni dosya ile ilgili olarak siyasiler, ilgili makamlar ve basın zamanında gerekli desteği verirlerde bizleri düşüncelerimizden dolayı mahçup ederler.! Sözü; görevini yaptığı için cezalandırılan ve hala sonuçlandırılmayan, yeni yeni soruların sorulduğu Sn. Dr. Orhan Demirel’e bırakıyorum. “Sayın VARDAR, İLGİ:Görünüm Lüleburgaz Gazetesinde yer alan ''Abesle İştigal'' yazınız. 1)- 18.06.2008 Tıbbi atık niteliğindeki diyaliz bidonlarının para karşılığı satıldığına tanık olan Başhekim yardımcısı ve Diyaliz Hekimi Dr.Orhan DEMİREL,durumu Başhekimliğe iletmiştir.Akabinde 94 olan sicil notu 65 ve 59'a düşürülmüştür. 2)-Dr.Orhan DEMİREL,meselenin örtülmesine razı gelmeyerek bu kez de 19.09.2009 gün ve 2009/15428 sayılı Resmi Gazete'deki yönetmeliğin 14.maddesinin ''...ihbar yükümlülüğünü yerine getiren devlet memurlarına ihbarlarından dolayı bir ceza verilemez,doğrudan veya dolaylı olarak hizmet koşulları kısmen de olsa ağırlaştırılamaz ve değiştirilemez''... yayımı üzerine,21.09.2009 tarihinde ''Aras Kargo'' ile Kırklareli Valiliği'' makamına bu ihbarı yenilemiştir. 3)-Bu süreci takiben Dr.Orhan DEMİREL ''UYUMSUZ DAVRANIŞLARI'' gerekçe gösterilerek Sağlık Bakanlığı tarafından Başhekim Yardımcılığı görevinden alınmıştır.Edirne İdare Mahkemesi tarafından aleyhe sonuçlanan dava yargılamayı hızlandırma iddiası ile üst üste açılan yargı 4 paketine ve Danıştay'da 3.yılına girmesine rağmen neticelenememiştir. 4)-Valilik Makamının işlem tesis etmemesi üzerine;Bunu takiben satılan bidonlara ilişkin tutulan defter kayıtları ile birlikte Ocak 2010 tarihinde Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulunmuştur.Kovuşturmaya yer olmadığına dair karara itiraz edilerek,sonunda Lüleburgaz 2.Sulh Ceza Mahkemesi Hakimliği huzurunda 2011/194 Esas sayılı dosya ile kamu davası açılması sağlanmıştır.Sağlık Bakanlığı'nın 18.06.2010 tarihinde Diyaliz yönetmeliğinin 30.maddesi ile ''...diyaliz solüsyon bidonları ve kuru bikarbonat kartuşları tıbbi atık kapsamında değerlendirilemz''... değişikliğini,ilginç bir tesadüf olduğunu düşünmemek mümkün değildir. 5)-Hastaneye ait diyaliz bidonları tıbbi atık kapsamından çıksa bile ,bidonların satışı ve bundan elde edilen gelirin hiçbir resmi kayda girmeksizin paylaşılması hukuka aykırılık yaratacağı değerlendirildiğinden Lüleburgaz 2.Sulh Ceza Mahkemesi Hakimliği 2011/194 E.Sayılı dosyasında verilen beraat kararı temyiz edilmiştir.Zira bidon satışınının olduğu toplanan delillerle sabittir.DAHA NEZİH BİR ANLATIMLA,ORTADA KESİNLEŞMİŞ YARGI KARARI YOKTUR! 6)-Kullanılmış Diyaliz solüsyon bidonlarının takrar kullanımında halk sağlığını tehdit eden unsur yok mudur?Eskiden diyaliz bidonlarını sakıncalı kılan unsur ne idi?Şimdi o sakınca ne şekilde ortadan kalktı?Bu soruların da yanıtını ayrıca sormak gerek! 7)-Sağlık Bakanlığı müfettişleri tahkikak yapmış!Lüleburgaz ve Büyükçekmece Cumhuriyet Başsavcılıkları tahkikak yapmış ve suç isnat edilen eski hastane müdürü hakkında birşey bulamamışlar!!!Şüphelinin gelirine göre malvarlığının son derece uyumlu olduğu tespit edilmiş! 8)-Emekli hastane müdürünün eşinin üzerinde bir bankadaki mevduat hesabında (-9.03.2012 tarihinde)-;3.925.865,81tl bulunduğu öğrenilmiş ve 14.03.2012 tarihinde Lüleburgaz Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunulmuş ve 2012/883 sor.dosya no ile tahkibat başlatılmıştır.Ancak 2012/883 sor.No.ile dosya ile açılan soruşturma,22.06.2012 gün ve 2012/118 sayılı ''yetkisizlik'' ile dosyanın İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmiştir.Oysa ki,suçun işlendiği yer mahkemesi Lüleburgaz'dır... 9)-Öncesinde ulusal ve yerel medyada yer alan,TBMM'nde 2013 bütçe konuşmasında dile getirilen,son olarak;Kırklareli milletvekili Sayın Mehmet Siyam KESİMOĞLU tarafından 28.01.2013 tarihinde TBMM'nde yapılan basın toplantısında açıkladığı,3.925.865,81 tl.kaynağı açıklanamayan para,ilk kez Sağlık Bakanlığı müfettişleri tarafından 19.07.2010 tarihinde tespit edilmiştir.Sağlık Bakanlığı,9.3.2012 tarihinde ''muameleden kaldırmıştır''. 10)-İsnat edilen suçun kanıtlanamamış olması,atılı suçun iftira olduğu sonucunu doğurmaz.Nitekim 9.3.2012 tarihinde bu paradan haberdar olunması üzerine 14.03.2012 tarihinde Lüleburgaz Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunulmuştur.Kaynağı açıklanamayan paranın varlığı,''somut delille'' sabittir.Eylemin Suçun unsurları açısından değerlendirilmesi,savcılığın ve mahkemenin takdirinde olmakla birlikte,hiç kimse 3.925.865,81 tl.bulunmadı diyemez!Bir devlet memuru emeklisinin hesabında bu kadar yüklü hareketler olmasının şüphe yaratmaması yönündeki değerlendirme KAMU VİCDANINDA ŞÜPHE YARATIR niteliktedir. Selam,sevgi,hürmet ve muhabbetlerimi sunarım. Dr.Orhan DEMİREL”

4 Şubat 2013 Pazartesi

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-04.-02.2013

BİLİNÇLİ TOPLUM 24 Ocakta meclisten geçen 6411 sayılı Denetimli Serbestlik Kanunu sessiz sedasız Cumhurbaşkanı onayına sunuldu. Kanunun onaylanarak resmi gazetede yayınlanıp yürürlüğe girmesi durumunda, kadına şiddet uygulayan erkeklerinde tahliye edilmesi gündeme gelecektir. Yasanın kısmen veto edilmesine yönelik Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı’nın hazırlamış olduğu metin, kadın örgütlerinin imzası ile Cumhurbaşkanlığına gönderiliyor.Metnin can alıcı noktası şu şekildedir : “Bilindiği üzere, kadına yönelik şiddet kapsamında işlenen suçlara verilen cezalar (özellikle yaralama, tehdit, hakaret) oldukça azdır. Hele ki, suça maruz kalan bir kadın ise. Dolayısıyla, bu yasa bu suçları işlemiş erkeklerin hepsinin tahliyesine olanak sağlayacak. Bu nedenle, bu gelişmelerden habersiz kadınlar, kapıyı açtıklarında, evlerinde, işyerlerinde ve sokakta; cezaevinde zannettikleri kendilerine karşı suç işlemiş erkekleri karşılarında bulacaklar. Peki bu yaralama, öldürme tehdidi bir kadın cinayetini beraberinde getirirse bunun sorumluluğunu kim üstlenecek?” Sorusu ile birlikte kadın örgütleri özellikle kadınlara yönelik suçlar için özel bir İNFAZ sistemi gerekliliğini belirtip, kadına karşı şiddet suçu işleyen erkeklerin cezalarının ya da hükmün açıklanmasının ertelenmemesi, paraya çevrilmemesi gibi önlemlerin yanı sıra; izin kullandırma ya da herhangi bir nedenle erken tahliye durumlarında kadınlara önceden haber verilmesi gibi özel önlemlerin alınması önerisi ile Cumhurbaşkanı’na yasayı kısmen veto etme çağrısında bulunuyorlar. Ne yazık ki Cumhurbaşkanı kanunu onaylayarak yürürlüğe sokuyor. Kadına yönelik şiddette akıl sağlığı bağlantısının bulunup bulunmadığı konusunun araştırılması gerekliliğini tartıştığımız, bu konudaki caydırıcılık özelliği olması gereken cezaların azlığından yakındığımız, cezaların arttırılması beklenirken şiddete başvuran erkeklerin nerede ise ödüllendirildiği bir kanunla karşı karşıyayız. Daha da ileri gidersek şiddeti teşvik edici bir kanun. Sürekli eleştirdiğimiz muhalefet ve siyasilerin kanunu engelleme konusunda yapacakları pek bir şey olmasa gerek. Çünkü soru önergelerine yanıt alınamıyor, muhalefetin hazırladığı kanun teklifleri meclis gündemine bile alınmıyor. Peki hiçbir şey yapılamaz mı? Hadi vekillerin gözünden kaçtı diyelim bu önemli gündem maddeleri. Danışmanlar ordusu hiç mi takip etmiyor ve vekili uyarmıyor. Danışmanlardan da vazgeçtim, her ilde her ilçe ve belde de bile örgütlenen siyasi partilerin o örgütleri ne iş yapıyor? Ve şuna inanıyorum ki bu tür önemli konularda yapılacak olan seminer, toplantı ve panellere seve seve katılacak binlerce, konunun uzmanı, akademisyen mevcut bu ülkede. Bu aynı zamanda halktan kopuk olduğu eleştirisi yapılan siyasilerin halkla bütünleşmesi anlamını da taşıyor. Ülkemizde toplumsal sorumluluk oranı çok düşüktür. Bunu da sivil toplum kuruluşlarına katılımın düşüklüğünden çıkartabiliriz. Ya da bilinçli toplum olamamamızdan. Sorgulayan, düşünen nedenini , niçinini, kime hizmet ettiğini bilen yanlışları görebilen bireyler bilinçli bireylerdir. Bilgi sahibi olmakla bilinçli olunmaz. Bilinçli bireyler bilinçli toplumları yaratır. Bilinçli toplumlar ise yanlışların ortağı olmayan, yanlışlardan hesap sormayı bilen toplumlardır.

1 Şubat 2013 Cuma

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-01.02.2013

ABESLE İŞTİGAL Bu günkü yazım kurgulamaya çalışırken 28 Ocak 2013’te Kırklareli Milletvekili Sn.Mehmet Siyam Kesimoğlu’nun TBMM’de düzenlediği basın toplantısının video görüntüleri sanal alemde, haberi ise basında yer aldı. Basın toplantısı Lüleburgaz Devlet Hastanesi ile ilgili bir yolsuzluk iddiası. Konu sağlık olunca tabiî ki insan hemen ilgileniyor. Vekillerin bu tür sorunların üzerine gitmesi ve dosyayı yeni Sağlık Bakanına ileterek takipçisi olacağını belirtmesi sevindirici. Bunun yanı sıra Sn.Vekil’in eski Sağlık Bakanına verdiği konu ile ilgili soru önergelerine yanıt alamamasından şikayetçi olması dikkat çekici idi. Bir dikkat çekici taraf ise söz konusu iddianın tarihi hakkında hiçbir bilginin verilmemesi. Eleştirel aklın süzgecinden geçirip araştırmaya başlıyorsunuz haberi ve aynı konu ile ilgili olarak 20 Kasım 2012 tarihinde yine Kırklareli Milletvekili Sn.Turgut Dibek tarafından 7119 sayı ile TBMM Başkanlığına Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın yazılı olarak yanıtlaması talebi ile bir soru önergesi verdiği görülüyor. Burada amacım konuyu tartışmak veya gündem yaratmak değil. İlginç bir ironiyi paylaşmak. Başbakandan yanıt geldi mi bilmiyorum bilmeye de gerek yok çünkü soru önergelerinin tarihlerine baktığınızda alınacak yanıtlar önceden belli zaten. Çünkü; olay 2009’da vuku buluyor, 2010 Ocak ayında soruşturma açılıyor, 09.02.2011 tarihinde 2010/210 soruşturma numarasında kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veriliyor. Ayrıca açılan görevi kötüye kullanma davası 27.09.2012 tarih ve 2012/629 sayılı karar ile sonuçlanıyor. Tüm olay soru önergelerinden çok önce tamamlanmış. Alınacak yanıtlar yukarıda iki örneğini verdiğim sonuçlanmış mahkeme ve soruşturma sayı ve numaralarından başka ne olacak ki. “Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. “ Bu şekilde ki gündemler bence Yüce Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün gençliğe hitabesinde bahsettiklerinin hala farkına varılamamasını göstermiyor mu? Temel bir insan hakkı olan sağlık hakkının 1990’lardan sonra Dünya Bankası ve IMF telkinleri ile başlatılan ve “Sağlıkta Dönüşüm” adı altında AKP iktidarlarınca hızlandırılan özel sağlık yatırımlarının teşvik edildiği, sağlık çalışanlarının ekonomik - demokratik haklarının budandığı hallaç pamuğu gibi atıldığı bu süreçte sonuçlanmış bir konuyu gündeme getirmek Siyasi tarihimizin ordinaryusu Sn.Süleyman Demirel’in siyaset literatürüne soktuğu ve dilinden düşürmediği “abesle iştigal” den başka ne ola ki. Ve de 10 Ocak 2013 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanan ve 1 Ocak itibarı ile geçerli olacak uygulamaya göre tüm halkı ilgilendiren bir konu olan ve Sosyal Güvenlik Kurumunun Sağlık Uygulamaları Tebliğin’de (SUT) yaptığı değişiklikle özel hastanelerin ameliyatlarda kullandığı malzemelerin kurum tarafından karşılanabilmesi için hastalar üniversite ve eğitim araştırma hastanelerinden Konsey Raporu alacak yoksa cebinden ödeyecek. Bu değişiklik özel hastanelere bir gol gibi gözükse de Sn.Mustafa Sönmez’in 2011’de İzmir Tabip Odası ve Yordam Kitap’ın ortaklaşa yayınladığı “Paran Kadar Sağlık” kitabını teyid etmiyor mu?. Önce özel hastanelerle anlaş sonra vatandaşı zora sürükleyerek geri adım atıp vatandaşın cebine yönel. Öncelik hangi konuda olmalı bunu yorumunu da sizlere bırakıyorum.