31 Aralık 2014 Çarşamba

EĞİTİM SİSTEMİMİZİN ORTAÇAĞA DÖNÜŞÜ

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapere Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.” —Immanuel Kant Cumhuriyet Devrimi, Eğitim reformu yaparken dünyayı gençlere açıyor, aydınlanmayı Kant’ın dediği gibi “aklı kullanma cesareti” olarak görerek ona göre düzenliyordu. Demokrat parti ile başlayan karşı reform hareketleri sonucu, eğitimin cemaatlerin eline geçmesi AKP ile doruğa ulaşmıştır. Avrupa’nın ortaçağını gençlerimize-geleceğimize 21. Yüzyılda yaşamak dayatılmaktadır. Ortaçağda Luther’in Roma Kilisesine karşı çıkışı, aslında eğitimin ihmal edilmesine idi. İnancı ruhban sınıfından alıp halkın kendisine yüklemek, bunun içinde halkı eğitmek amaçlanıyordu İlköğretim Protestanların çocuğudur. 16. yüzyılda eğitim özellikle ortaöğretim cemaatlerin elinde idi. Bunların en büyüğü de Cizvitlerdi. Özellikle Fransa’da 17. Yüzyılda Üniversite çöküyor. Çünkü Cizvit kolejleri tüm öğrencileri çekiyordu. 1764’te ülkeden kovuldular. Devlet; çocukların dini kurumlara ait olmadığını, devlete ait olduğunu göstermek istiyordu. Çeşitli reformlarla 1806’da Napolyon döneminde bütün eğitim işlerini düzenleyen yasa yayınlandı ve bu düzen 1968’e kadar ana hatları ile değişmeden kaldı. Avrupa ülkelerinde de durum farklı değildi. Din işleri uzun süre eğitim bakanlıklarının içinde kaldı. Kilise bir şekilde okulları kontrol etmek istiyordu. 1850’lerde işçi ihtilalinden korkan Avrupa Devletleri, eğitimi nerede ise tekrar klişenin eline verdiler. Ama 1870’ten sonra hemen bütün Avrupa ülkelerinde Kiliseyi okullardan uzaklaştırmak için zorlu bir mücadele başlıyor. Bu kısa tarihçeden sonra asıl değinmek istediğim Fransız Bakalorya veya olgunluk sınavları. 1808 yılından beri uygulanan 200 yıllık bir gelenekle lise bitirme sınavlarında öğrencilere açık uçlu sorular sorulur. 29 Kasım 2011 tarihinde aramızdan ayrılan Server (Tanilli)(D:1931) Hoca hemen hemen her yıl köşesinde bu soruları yayınlardı. 20 Haziran 2008 yılının sorularını köşesinde şu şekilde vermiş. “Bu yıl, felsefede hangi sorular soruldu? * * * Öğrenciler, üç büyük bölümde toplanmış ve sorular, ona göre farklı. - " E d e b i y a t " bölümündeki öğrencilere, biri seçilmek üzere şu üç soru sorulmuş: İlk soru şu: "İdrak eğitilebilir mi?" İkinci soru da şöyle: "Canlıyı bilimsel olarak tanımak mümkün mü?" Üçüncü soru da, Sartre'dan bir metnin açıklanması; filozofun, "İnsanın başarısı nereden geliyor?" konusunda ilginç tespitleri var. - " E k o n o m i " bölümündeki öğrencilere, yine biri seçilmek üzere, şu üç soru sorulmuş: İlk soru şu: "Acı çekmeden arzu mümkün mü?" İkinci soru da şöyle: "Başkasını tanımak, kendimizi tanımaktan daha kolay mı?" Üçüncü soru da, Alexis de Tocqueville'in Amerika'da Demokrasi üstüne eserinden alınmış bir metnin açıklanması; filozofun, "halkın çoğunluğuna dayanan yönetim" konusunda önemli tespitleri var. - " B i l i m " bölümündeki öğrencilere, biri seçilmek üzere, şu üç soru sorulmuş: İlk soru şu: "Sanat, bizim gerçeklik üstüne bilincimizi değiştirir mi?" İkinci soru da şöyle: "Bir gerçeği ortaya koymakta, ispattan başka araçlar da var mı?" Üçüncü soru da A. Schopenhauer'in İrade ve Tasavvur Olarak Dünya adlı eserinden alınmış bir metnin açıklanması; filozofun, "ahlak ve devlet" konusunda önemli tespitleri var. Görülüyor ki, öğrenciler bu soruları yanıtlarken, hayli terlemişlerdir. Ama şu da aşikâr: F e l s e f e n i n, insanın önüne açtığı bir dünya vardır ki, yaşamın içinde yürürken, kendisi ve toplum üstüne karar verirken, kişi bu eğitimin yararlarını görecektir. Felsefenin gücü de, akla ve bilime dayanmasından geliyor; bu iki dayanak da, toplumda başta gelen temellerdir. Eğitim de, gençleri yetiştirirken bunlarla donatmalıdır.” 2014 yılı felsefeden hangi sorular sorulduğunu da Fransa’da yaşayan bir dostumdan rica ettim. Sorulardan biri seçilmek üzere 2014 yılı olgunluk sınavı Felsefe soruları; 1. Sanatçı sanatının efendisidir; açıklayın; 2. Mutlu olabilmek için yaşam da neler yapmalıyız 3. Aşağıdaki sözlerin ne anlama geldiğini açıklayın; “Aritmetik ve geometrinin birçok bilim dalında önemli yeri vardır. Diğer bilim dallarında yapılan deneyler ile kolay gözüken sonuçlar hep akıl ile çözülmüştür. Bu nedenle her şey daha açık ve daha kolay olunca istediğiniz nesne kolay olmakla beraber insan dikkatsizlik neticesinde hatalı sonucu doğruymuş gibi kabul edebilir. Ancak bizim için sürpriz olmamalıdır. Bu bütün çalışmaları da kavramaktadır. Herkese daha çok özgürlük verir, karanlıkta kalmış bir konuyu kolayca çözmek varken kehanet ile çözmeye kalkmak spekülasyon yaratmakta olup zihinleri karıştırabilmektedir. Bütün bu bilgiler ışığında biz konuları öğrenmekten çok aritmetik ve geometrik değerleri de kullanarak sonuçlandırmalıyız. Eğer sadece doğruyu görmek istiyorsanız aritmetik ve geometrinin kurallarını da mutlaka öğrenin. Descartes, Aklın Yönü “ Descartes, 1596-1650 yıllarında yaşayan, Fransız filozof, bilim adamı ve matematikçi. Descartes’e göre, var olmanın temel koşulu “Düşüncedir.” Düşünmek şüphe ile başlar ve daha da önemlisi uygarlıklar şüphe ile var olurlar. Akla ve bilime dayanan aydınlık günlerin bir an önce gelmesi dileklerimle yeni yılınızı kutluyorum.

27 Aralık 2014 Cumartesi

CEHENNEM EKZOTERMİK Mİ yoksa ENDOTERMİK MİDİR?

Eğitim sistemimizi daha iyi irdelemek adına biraz uç ta olsa yaratıcı düşünceyi, eleştirel aklı ifade ettiği için ekteki hikayeyi paylaşmak istedim. Bu tür bir soru bizim üniversitelerimizde sorulsa böyle bir yanıt verilse ne olacağını bile düşünmek istemiyorum. * * * Aşağıdaki soru Arizona Üniversitesinin Kimya Fakültesinde dönem ortası sınavında öğrencilere soruldu. Bir öğrencinin yanıtı, profesörün çok ilgisini çekti ve meslektaşları ile paylaştı. Konu internette de paylaşıldı. Bonus soru: CEHENNEM EKZOTERMİK Mİ (ısıyı kusar mı - ısıveren) yoksa ENDOTERMİK MİDİR (ısıyı emer midir - ısı alan)? Öğrencilerin çoğu bildikleri ve inandıkları BOYLE YASASINA göre (Gaz genişlediğinde soğur, baskı altında ise ısınır.) yanıtlarını bazı ufak farklılıklarla verdiler. Bir öğrenci ise aşağıdaki şaşırtıcı cevabı verdi. "Öncelikle, cehennemin KÜTLESİNİN zaman içinde NASIL DEĞİŞTİĞİNİ bilmeye ihtiyacımız var. İlave olarak cehenneme giden ruhların oranını ve bunlardan ne kadarının beğenmediği için orayı terk ettiğini de bilmemiz gerekiyor. Düşünceme göre, bir kere cehenneme yolu düşmüş bir ruhun orayı terk edebilmesinin mümkün olmadığını kesinlikle varsayabiliriz. Dolayısıyla cehennemden geri çıkan bir ruh yoktur. Şimdi dünyada var olan muhtelif din ve inançlara göre hangi oranda ruhun cehenneme gittiğine bakmalıyız. Bu dinlerin hemen tamamına göre, O DİNİN MENSUBU OLMAYAN her insan CEHENNEM YOLCUSUDUR. Pek çok insanın bir dine mensup olması, bazı insanların da bu dinlerden herhangi birine inanmaması nedeniyle göçen bütün ruhların CEHENNEM YOLCUSU olduğunu projekte edebiliriz. Doğum ve ölüm oranlarına bakarak CEHENNEMDEKİ RUH SAYISININ katlamalı (geometrik dizi ile) ARTTIĞINI kabul etmeliyiz. Şimdi, cehennemin hacmindeki genişleme oranına bakmalıyız. BOYLE YASASINA göre cehennemdeki ısı ve basınç aynı kaldığı sürece CEHENNEMİN HACMİ katılan yeni ruh miktarıyla orantılı olarak ARTACAKTIR. Bu bize İKİ OLASILIK sunar. 1) Cehennemin HACMİ katılan ruhtan DAHA DÜŞÜK oranda genişler ise cehennem bir süre sonra bu yüksek oranlı artış gösteren ruh sayısıyla bağlantılı artan ısı ve basınç artışını taşıyamayıp YOK OLACAKTIR. 2) Eğer cehennem HACMI, yeni katılan ruhlardan DAHA YÜKSEK oranda genişlerse bir süre sonra ısı ve basınç düşüşüne bağlı olarak DONACAKTIR. HANGİSİ? Ergen yıllarımda RAHİBE TERESA'NIN bana söylediğini postulat olarak kabul edersek CEHENNEM SOĞUYACAK. Teresa bana "Seninle yatmam için cehennemin bir gün buz gibi soğuması şart" demişti. Bu gerçeği göz önüne aldığımız takdirde postulat gerçekleşmiş olmalı çünkü DÜN AKŞAM Teresa ile yattık. Şimdi eminim ki cehennem EKZOTERMİK(ısı kusan) şartlarda ve hızla donuyor. Bu teorinin sonucunun, donmakta olan cehennemin artık daha fazla ruh kabul edemeyeceğinin, bu nedenle SADECE CENNET YOLUNUN AÇILDIĞININ ilahi işareti olduğunu varsayabiliriz. Açıklaması ise Teresa'nın dün geceki çığlığı idi "OH MY GOD" ÖĞRENCİ BU CEVABI İLE A+ ALDI. İletiyi gönderen İ.Ü. Öğretim Görevlisi Tuncay Erciyes’e teşekkürlerimle.

24 Aralık 2014 Çarşamba

OKUL KİTAPLARI ÇOCUKLARIMIZIN AKIL SAĞLIĞI İLE OYNUYOR

“Öğretmenlerim aklımın yavaş çalıştığını, asosyal olduğumu ve ölene kadar aptal rüyalarımın peşinde sersemce savrulacağımı söylüyorlardı.” Albert Einstein Tehlikenin farkında mısınız.? Burada okul öncesi dini eğitim verilmesi, Osmanlıcanın ders olarak okutulması tehlikelerinden bahsetmiyorum. Tehlikenin boyutuna siz karar verin, geleceğimiz olan çocuklarımızın ders kitapları aracılığı ile akıl sağlığı ile oynanmasından bahsediyorum. Çocuğunuzu ilkokula yolladınız. Harfler, rakamlar, sembollerle yoğun olarak çalışmaya başladı. Fakat o da ne. Çocuğunuz çok zeki olmasına karşılık bir türlü okumayı sökemiyor, ifadeleri çok düzgün, çok akıllı ama yazısını okumak imkansız, çok yaratıcı ama okuması çok yavaş, harfleri karıştırıyor, ya da çok güzel okuyor yazıyor fakat matematikte en basit problemleri dahi çözemiyor. Birde kısa, uzun çalışan bellek sorunları, dikkatsizlik, duygusal ve sosyal sorunlar da eklenince sorunlar daha da ciddi bir durum kazanır. Özel Öğrenme Güçlüğü denen bu durum toplumumuzda %10-15 sıklıkla görülebilen nörolojik kökenli, gelişimsel bir bozukluktur. Özel Öğrenme Güçlüğü okuma alanında “disleksi”, yazma alanında “disgrafi”, matematik becerilerinde “diskalkuli” ve sözel olmayan alanda “dispraksi” olarak çeşitlendirilir. Çocuk bu semptomlardan sadece birini gösterebilirken, tüm kombinasyonlar halinde de görülebilir. Bu durumda çocuğa hemen “tembel” “isteksiz” damgası vurulabilir. Kesin bulguları olmadığı için aile ve öğretmen anlamakta güçlük çekebilir. Tanı deneyimli bir hekim (tercihen Çocuk Ergen Psikiyatristi) tarafından muayene edilerek konur. Neden oluştuğu konusunda kesin neden ya da nedenleri bilinmese de çeşitli nedenleri var, fakat hemen hemen tüm beyin rahatsızlıklarında olduğu gibi genetik kökenli olduğu düşünülmektedir. Tüm bu belirtilere ek olarak yaşanan akademik zorluklara paralel olarak gerçek potansiyellerini gösteremediklerinin farkında olan çocukların, tekrarlanan başarısızlık sonucu motivasyonları düşer, öz güvenleri incinir, aile, okul, sosyal ilişkileri hasar görür, sıklıkla duygusal sorunlar ve davranış bozuklukları gözlemlenir. Ergen ve yetişkin ÖÖG vakalarında “ben kendimi ifade edemiyorum”, “ben kendimi gösteremiyorum”, “ben farklıyım/tuhafım” cümleleri hâkim negatif düşünceler oluşur. Hemen şu soruyu sorabilirsiniz? Madem beyinsel bir rahatsızlık okul kitapları ile ne ilgisi var? Bu köşenin okurları yazılarımda doğru bilgiyi vermek adına uzmanların görüşlerine sürekli başvurduğumu bilirler. Bu konuda da yine uzmanına başvurmakta yarar var. 15.12.2014 günü Okul Öncesi Eğitim uzmanı Serpil Yakan Ulusal Kanal’da Çetin Ünsalana’a konuk oldu ve birinci sınıfa başlayan çocuğun 3 ayda nasıl Özel Öğrenme Güçlüğü çekme durumuna geldiğini anlattı. (İlgili veliler için bu linki ekte veriyorum.) Ayrıca bu konuda okul kitaplarını dava ederek Hukuk Mücadelesi veren Eğitimci-Yazar Mahiye Morgül Hanım “Beynin çalışma sistemini, enerji akışını keserek darmadağın ediyorlar. “ritim-akış” kesintiye uğrarsa zihinsel faaliyet durur. Uyumsuz/asimetrik şekillere bakmak enerji akışını keser, akıl tutulması hali doğar” diyor. Ve Mahiye Hanım’ın İngilizce 5.sınıf kitabının incelemesinden köşemin izin verdiği ölçüde örnek vermek istiyorum. “Bu başlıkla kitabın kapak fotoğrafı arasında bağlantısızlık vardır, resimdeki çocuklar birlikte İngilizce konuşmak bir yana, ortak bir etkinlik içinde bile değildirler. Bu açıdan söz ile eylem arasında ters bir durum vardır, disleksi hatası içermektedir. Yazı stili olarak eğitim amaçlı olmayan harf şekli kullanılmış; çarpık çurpuk, dışı beyaz çevreli ve birbirine bitişmiş harfler, okunaksızlık veriyor. Bu yazım yanlış örnektir, disgrafi hatası vardır. Kitabın bütün sayfalarında inanılmaz derecede disgrafi hatası var; farklı puntolarla yazılar, farklı düzlemde satırlar, farklı görünürlük derecesinde (karanlıkta) yazılar, vb. “WE SPEAK ENGLISH I” yazısında, büyük harf I ile sondaki I (bir!) birbirine karışacak şekilde aynı renkte ve aynı grafikle verilmiştir. Sondaki eğer 1 rakamı ise neden I harfiyle aynıdır, izah edilebilir değildir. Öğrencinin ders kitabında yazı ile rakamı bu şekilde birbirine karıştırmak hem disgrafi (sembolleri anlayamama), hem de diskalkuli (matematiği anlayamama) sorunu yaratır. Bu tür belirsizlikler normal çocuklarda ve üstün zekâlı çocuklarda aynı derecede algıda azlığa ve zihinsel durgunluğa sebebiyet verir. Yine kapakta bir diğer diskalkuli hatası: Kapaktaki Grade 5 (Seviye 5) yazısı, 2.sınıfta başlatılan zorunlu İngilizce dersinin 5.sınıftaki basamağına denk gelmez. Hemen üzerindeki “We Speak English I” şeklinde 1. kitap olduğunu düşündüren yazıyla da bir daha çelişir. Eğer sınıf olarak Ortaokul 1.sınıfı kast ediyorsa, bu durumda yine Grade 5 ile çelişik düşer. Çocuğun bu şekilde zincirleme tökezletilesi matematiksel gelişimine engeldir.” Ayrıca, dava açılan Türkçe 1.sınıf ders kitapları için Ankara İdari Mahkemesine Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesinin sunduğu raporda tüm bu tezleri desteklemektedir. 26 sayfalık raporun önerilerinin 1. Maddesini vermek yeterli olacaktır. 1. İlköğretim 1. Sınıf Türkçe Programı, program geliştirme ilkelerine uygun olarak oluşturulacak program geliştirme ekibi tarafından yeniden hazırlanmalıdır. Tarihi değerdeki bu raporu verenlerin bilirkişi olmalarında Milli Eğitim Bakanlığı son derece rahatsızdır. Son not, bu ülkenin karanlığa sürüklenmesinde suçlu yönetim mi? Okullarda yapılan toplantılara katılımın azlığı,”saldım çayıra mevlam kayıra” zihniyetinde ki ilgisiz veliler, bu hükümetin tam da aradığı düşünmeyen, üretmeyen, akıl sağlığı bozulan sürüleri yetiştirmek için ne güzel bir fırsat değil mi? https://www.youtube.com/watch?v=3syVwPw2JAk

20 Aralık 2014 Cumartesi

OSMANLICA, EĞİTİM ve HUKUKSUZLUK

Tarihini, kültürünü, dinini bilmeyen kişiler tarafından hukuksuzca yönetilmek ne büyük bir acı. Son dönemlerde gündem değiştirmek için eğitimle oynayan yönetimin bu bilgisizliğini ortaya koymak adına kısa anektodları paylaşmak istiyorum. Osmanlının torunlarıyız diyenlere, yere göğe sığdıramadıkları Abdülhamitin Latin Alfabesi konusunda ki düşüncelerini hatırlatmakta fayda var sanırım. “Yazımızı öğrenmek pek kolay değildir. Bu işi halkımıza kolaylaştırmak için belki de Latin Alfabesini kabul etmek yerinde olur. “ (İkinci Abdülhamit, Siyasi Hatıralarım, bet 192) Yine Abdülhamit döneminde çıkarılan Kanuni Esasi’de Devlet kurumlarında çalışabilmek için sarayın dili Osmanlıca değil de halkın dili Türkçe’nin bilinmesi esas alınmıştır. “Kabul Tarihi: 7 Zilhicce 1293 (23 Aralık 1876) Düstur, Birinci Tertip, Cilt 4, s.1-40. MADDE 18.- Teba-i Osmaniyenin Hidemat-ı Devlette istihdam olunmak için devletin lisan-ı resmisi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır. Türkçesi: Osmanlı vatandaşlarının devlette görev alabilmeleri için resmi dil olan Türkçe'yi bilmeleri şarttır.” Ak Saray’da ya da saltanattakiler acaba 18. Maddeyi anlayabiliyorlar mı ? Ve Hukuksuzluğun en güzel örneği. “19. Milli Eğitim Şurası’nda alınan ve tavsiye niteliği taşıyan okul öncesinde dini eğitim verilmesi teklifi “acil” koduyla hayata geçirildi. Eğitim-İş İstanbul 1 Nolu Şube Yönetim Kurulu Üyesi Maksut Balmuk, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, Milli Eğitim Şurası’ndaki kararların tavsiye niteliği taşıdığını, bu tavsiyelerin uygulanması için önce Bakanlar tarafından onaylanması ardından ise Tebliğiler Dergisi’nde yayınlanması gerektiğine dikkat çekildi. Maksut Balmuk, Şura’daki bu tavsiye kararının Tebliğler Dergisi’nde yayınlanmadan, Talim Terbiye Kurulu Kararı beklemeden ve Bakanlığın onayı olmadan uygulanmaya başladığına vurgu yaptı. “Tamamen hukuksuz bir uygulama ile karşı karşıyayız” denilen açıklamada, geçen hafta İlçe Milli Eğitim Müdürü’nün okullara “acil” koduyla dini eğitimin okul öncesinde verilmesi talimatı geçtiği belirtildi.” Bu konuda ki basın açıklamasını vererek fazla da yorum yapmaya gerek yok sanırım. “Eğitim Sen Merkez Yürütme Kurulu`nun `Anaokulunda Dini Değerler Eğitimi, Pedagojiye ve Laik Bilimsel Eğitim Anlayışına Temelden Aykırıdır!` başlıklı açıklama metnidir. 19. Milli Eğitim Şurası`nda alınan laik eğitime ve pedagojiye aykırı tavsiye kararları uygulaması için çalışmalar başlatıldı. Milliyet Gazetesi`nde yer alan habere göre, anaokullarında ‘değerler eğitimi` verilmesi yönündeki tavsiye kararı, Osmaniye Kadirli İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü`nü harekete geçirdi. Müdürlüğün okullara gönderdiği 21 sayfalık programda, derse besmeleyle başlanması, besmeleyi hecelerken sağa sola, öne arkaya dönecek, ellerini şaplatması gibi talimatlar yer alıyor. Programda, çocuklara Kuran-ı Kerim dersi de verilmesi de yer alıyor. Buna göre öğrenciye Kuran-ı Kerim`le ilgili genel bilgiler verilecek, Kuran`dan bölümler okunacak, Kuran alfabesinin ilk 5 harfi tekerlemelerle mahreçli olarak çalıştırılacak. Programa göre anaokulu öğrencilerine şunlar anlatılacak: -Öğrenciler derse selam ve besmele ile başlayacak. - Çocuklara öğretilecek dualar önce öğretici tarafından yüksek sesle tane tane okunacak. Daha sonra duayı önce öğretici sonra çocuklar okuyacak. - Dua pekiştirme günleri yapılacak. Öğrenciye öğrendiği duaları tekrar etme alışkanlığı kazandırılacak. - Haftalık dua çizelgesi oluşturulacak. - Besmele ve ‘Allahuekber` hareketli bir şekilde öğretilecek. Çocuk, besmeleyi hecelerken sağa sola, öne arkaya dönecek, ellerini şaplatacak. "Allahuekber" derken, "Kim daha sesli söyleyecek?" gibi sorularla öğrenci motive edilecek. - Kuran öğretiminde masal hikaye anlatımı, etkinlik ve konuya geçiş tekerlemeleri mutlaka kullanılacak. - Çocuğa dua etmenin adabı ve önemi öğretilecek. - Dua ve sureler tecvit kurallarıyla öğretilecek. - Tecvit kuralları (tutma-uzatma-çekme vb) parmak oyunları ya da drama gibi oyunlarla öğretilecek. Türkiye`de siyasi iktidar eliyle eğitimin bütün kademelerinde, eğitim biliminin ve pedagojinin en temel ilkelerine aykırı bir şekilde "dini eğitim" verilmesi yönündeki fiili uygulamalar sürüyor. Siyasi iktidarın, "dindar nesil" ve "muhafazakâr yaşam tarzı" ifadeleri ile somutlaşan, eğitim sisteminde ve genel olarak toplumsal yaşamda iktidarın kendi dünya görüşüne uygun bir nesil yetiştirme yönündeki uygulamaları anaokullarına kadar indi. Bu durumun son örneği Osmaniye`nin Kadirli ilçesinde görüldü. Henüz oyun çağında olan, somut ve soyut düşünce yetileri gelişmemiş olan anasınıfı öğrencilerine dini temelli değerler eğitimi dayatması yapılması, 4-6 yaş grubundaki bu çocukların zihinsel gelişim özellikleri dikkate alındığında son derece sakıncalı bir durumdur. Eğitimin bütün kademelerinde eğitimin niteliğini yükseltmek ve çocukların özgür ve sağlıklı bireyler olarak yetiştirilmesi için en küçük bir adım atmayanların, din ve inanç alanı gibi son derece hassas bir konuda henüz gelişim çağının başında olan anasınıfı öğrencilerine dini değerler eğitimi vermek istemesi asla kabul edilemez. Bu uygulama, eğitim sistemini kendi dünya görüşlerine ve tamamen dini kurallara göre biçimlendirmeye çalışanların bunu yaparken hiçbir sınır ya da kural tanımadığını gösteriyor. Çocuklarının eğitiminden ve kişisel gelişiminden endişe duyan hiçbir öğrenci velisi, hiçbir eğitimci ileriki yaşlarda çocuklarda farklı kişilik sorunları ortaya çıkarma ihtimali taşıyan bu tür uygulamalara onay vermemelidir. Türkiye`de yıllardır bizzat iktidar eliyle hayata geçirilen ve birbirinden ayrı olması gereken eğitim alanı ile inanç alanları birbirine karıştırılmaktan vazgeçilmelidir. Eğitim Sen olarak, çocuklarımızın siyasi iktidarın kendi siyasal-ideolojik hedeflerine ulaşmak için kullanılmasına sessiz kalmamız mümkün değildir. Anasınıfı öğrencilerine dini değerler eğitimi, iktidarın "ağaç yaşken eğilir" yaklaşımının somut bir yansımasıdır. Çocukların somut düşünme evresini 11-12 yaşlarında tamamladığı, özellikle okulöncesi çağındaki çocuklara soyut kavramların öğretilmeye çalışılmasının çocuklarda davranış bozuklukları, korku ve psikolojik travma yaratacağı gerçeği göz önünde bulundurularak, bu tür bilim dışı ve pedagojik açıdan son derece sakıncalı uygulamalara derhal son verilmelidir.”

17 Aralık 2014 Çarşamba

BEYİN YA DA ŞEYTANLIK !

Yaşayan beynimiz 140 milyar hücre, 1,5 kilogram ağırlık ve l milyon kilometreden uzun lif bağlantısına sahip jelatin bir yapıdır ve 60 watt’lık ampul kadar enerji kullanır, vücuda giren oksijen ve glikozun dörtte birini tüketir. Her sinir hücresi küçük bir jeneratör gibi çalışır. Karikatürlerde aklımıza bir fikir geldiği zaman kafamızın üzerinde ampul çizmek sanırım bu 60 Watt’lık ampulden kaynaklanıyor. “Beyinde 100 milyar nöron denilen beyin hücresi var. Düşünceler kafamızın içinde saniyede 120 metre hızla dolaşıyor.” Yani saatte 400 kilometre hızla şeytanlık düşünebiliyoruz! Beyin, insan vücudunun %2’si ağırlığında olmasına rağmen, geriye kalan %98’i yönetiyor. Öğrenirken, düşünürken, konuşurken onu kullanıyoruz. Ancak çoğumuz kafamızı nasıl daha iyi çalıştırabileceğimiz üzerine pek kafa yormuyoruz! Toplumsal, dinsel, siyasal, ailesel, genetik, teknolojik özellikleri göz ardı ederek, daha güzel bir dünya ve gelecek için sadece beynimizi nasıl daha iyi çalıştırabiliriz konusunda aşağıdaki önerileri gerçekleştirebilirsek aydınlık yarınlar için çok mu iyimser düşünmüş oluyorum?. Beyin kas sistemiyle çalışmadığı için, beden gibi yorulmaz. Beyindeki yorgunluk monotonluktan gelir. Beyin çok iş yaptığı için değil, hep aynı işi yaptığı için yorulur. Beynimizi dıştan içe doğru geliştirmenin yolu, duygularımızı zenginleştirmektir. Gözümüzü güzel ve farklı görüntülerle beslemek, kulağımızı farklı ve güzel seslerle beslemek iç dünyamızı genişletecektir. Çok gezmek de çok okumak kadar beyin dostu etkinliktir. Beyin sulanmaz, beyin kurur! Beyin yüzde 80 sudan oluşuyor ve bu yüzden beyne su takviyesi yapmak gerekiyor. Günde 8-10 bardak kadar su içilmezse beyin kurur ve algı kalitesi düşer. Eli hızlandıran şeyler, aklı yavaşlatır! Bir alışkanlık edindiğimiz zaman elimiz hızlanır ve otomatik pilot ile hareket eder, bu durum da aklı yavaşlatır. Zihinsel rutinlerinizi kırın: eğer sağ elinizi kullanıyorsanız bazen telefonu sol elinizde tutun (solaksanız tam tersi), çantanızı diğer elinizde taşıyın, evinize başka bir yoldan gidin. Akıl tutulmasına karşı, açık görüşlü ol. Kullanılmayan organ körelir. Sürekli aynı insanlarla aynı programları seyredip aynı hayatları yaşayarak aklınızı köreltmeyin. Beyninizin sınırlarını zorlamayan etkinlikler, beyninizi geliştirmez. Beyne çöp girerse, beyinden çöp çıkar! Beyninizi ne ile beslerseniz beyninizden alacağınız verim ya da çıktı o olacaktır. Girdilerin kalitesi çıktıların kalitesini belirler, dolayısıyla beyninize ne aldığınıza dikkat etmelisiniz. Sihirli “eğer” ile düşünün. Beyin tıkandığında varsayımlarla akıl yürütür. Kararsız kaldığınız bir durumda önemsediğiniz, model aldığınız bir kişiyi aklınıza getirerek “O benim yerimde olsaydı ne yapardı?” diye düşünün. Aklının takıldığı yer hayatının takıldığı yerdir! Zihin bir şeye takıldığında tüm sistem kendi içinde kilitlenir, aklınızı çözmek için kendi hayallerinizi gerçekleştirin, yani yeni ihtimalleri görmeye çalışın. Sosyal medya diyeti yapın! Sosyal medyanın aşırı kullanımı insanı beyninden vuruyor. Bu araçları aşırı derecede kullanırsanız beyin ölümünüz gerçekleşir, aşırı iletişim kurmak düşünmeyi durduruyor. Bu gerçek yaşamda da doğrudur. Beyni en çok yoran yeni insanlar tanımaktır. İyi ve kötü arasında sorgulama yaptığı için beynimiz bu durumlarda matematik çözmekten daha fazla yorulur. İnsanları beyninizle sevin! Aşk bir beyin işlevidir! Duyguların gerçekleştiği yer insan beynidir. Mantıksız davranış aşk üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılıyor, bu doğru bir düşünce değil. Nasıl çalışması gerektiğini beynine öğret! Beyin kendisini nasıl çalıştığı hakkındaki bilgi ve inançlarına göre kendini yapılandırır. Beyninizi sabah çalışmadığına inanırsanız beyin sabah çalışmaz, dolayısıyla beyninizi nasıl çalıştığına dair yapılandırırken dikkatli olun. Yürüyerek kolları sallamak beynin performansını olumlu etkiliyor. Önemli kararlarınızı açık havada, kollarınızı sağa sola sallayarak yürürken almaya ne dersiniz? Yabancı bir dil öğrenme beyni güçlendiriyor. Her gün birkaç yabancı ya da yerli yeni kelime öğrenip, kullanabilirsiniz. Sözlük okuyabilirsiniz. Alışveriş listesi veya telefon numaralarını ezberlemeyi deneyebilirsiniz. Zihinsel jimnastik/antrenman yapın. Bunun için çeşitli bulmacaları çözün, Satranç gibi akıl oyunları oynayın. Beyninizi kaliteli cümlelerle besleyin. Entelektüel zevklerinizi geliştirmek için her gün mutlaka iyi bir özdeyiş antolojisinden birkaç cümle okuyun. Her gün güzel bir resme veya fotoğrafa bakmaya çalışın. Estetik algınız, gördüğünüz estetik şeyler kadar gelişir. Sevdiğiniz bir müziği bir süre gözleriniz kapalı dinleyin. Beyin otoriteleri tarafından klasik müziğin zekaya 7 puan ekleyebildiği iddia edilmektedir. Unutmayın, kafanızda en çok neyi düşünürseniz, hayatınızda da onu çoğaltırsınız. Günde aklınızdan 60 bin ile 80 bin arası düşünce geçer. Bu düşünceler ne hakkındaysa, hayatınız da ona göre şekillenir. Düşünmek üzerine düşünmek, beyin ve düşünce kapasitesini arttırır. Bir konu hakkında düşünürken, nasıl düşündüğünüzü de gözlemleyin. İyi bir uyku kaliteli bir beyin için şarttır. Çok uyuyorum diye üzülmeyin. Einstein'in günlük 10 saatten fazla uyuduğu biliniyor. 24 saati geçen uykusuzluk beyinde sarhoşluğa benzer bir etki yapar. Bol ve temiz oksijen beyin için çok önemlidir. Beynimiz ağırlık olarak vücudumuzun yüzde 2'sini oluşturduğu halde, vücuda gelen oksijenin yüzde 25'ini tüketir. Oksijensiz kaldığımızda ölümü gerçekleşen ilk organımız beyindir. Odanızın penceresini açarak kendinize bol bol oksijen ısmarlayın. Farklı düşünme tarzları beyninizi geliştirir. Çocuklar ve hayvanlarla daha fazla vakit geçirin. Sizden farklı düşünen insanlarla konuşun. Beynin en tehlikeli yanı ''ters çaba'' kuralına göre çalıştığı anlardır. Başınıza gelmesinden en çok korktuğunuzu başınıza getirir! Buna ters çaba kuralı denir. Beyin odaklanılan hedef olumsuz olsa bile, bunu gerçekleştirmek için çalışır. Topluluk önünde konuşma yaparken ''acaba heyecanlanır mıyım ?'' diye düşünürseniz, heyecanlanırsınız. Beyni yoran monotonluktur. Hayatınızı ne kadar renklendirirseniz, beyninizi o kadar neşelendirebilirsiniz. Beyin kısa süreli hafızada beş ile yedi arasındaki bilgiyi işleyebilir. Yeni bir bilgi gelince, bu bilgilerden birini atar. Buna ''sihirli sayı'' kuralı denir. Bu kural aşılıp aşırı bilgi yüklenmesi durumunda beynimiz ''servis dışı'' olur. Hayatınızın en büyük kararlarını alırken ''kafadan'' değil,tıpkı beş haneli iki rakam grubunu çarparken yaptığınız gibi, bir kağıt üzerine yazarak ne yapacağınızı hesaplayın. Son olarak Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Sinan Canan, beynin 2.5 milyon gigabayt hafızası bulunduğunu belirterek, bunun 300 yıl süren HD filmin kaydedilmesi anlamına geldiğini söylüyor. Scientific American dergisinde ki bir makalede “Peki kullanamayacağımız kadar geniş bu hafıza neden evrimleşti?” diye sorarark şöyle yorumluyor. “ Evrimsel olarak muhtemelen bu beynimizin büyümesine paralel olarak edindiğimiz bir özellik, doğrudan üzerinde bir seçilim baskısı bulunmuyordu. Ancak beynimiz büyümek zorundaydı. Bu büyüme, bu orantısız hafıza artışını da beraberinde getirdi. Ancak dolduramıyoruz, çünkü hafızayla ilgili tüm süreçler düzgün evrimleşemedi. Daha seçilim süreçleri işini yapamadan, insan, zekasıyla doğal seçilimin önüne geçti ve etkisini büyük oranda kırdı. İşte bu yüzden beyin bu kadar karmaşık, bu yüzden anlaşılmaz hatalarla dolu.”

13 Aralık 2014 Cumartesi

TÜRBAN BAHANE, BİG BANG ŞAHANE

“Özgürlükten Kaçış” adlı eserinde Erich Fromm şöyle der : “Bir öğreti ne kadar mantıksız olursa olsun, toplum tarafından kabul edilerek güç kazandığı zaman, milyonlarca insan, kendilerini dışlanmış ve izole edilmiş hissetmektense, ona inanmayı tercih edecektir.” Ve aynı eserinde soruyor “Çağdaş insan için özgürlüğün anlamı nedir?” yanıtını da kendisi veriyor. “İnsan neden kendi özgürlüğünü diktatörlerin eline bırakmakta ve bir robot gibi yaşamaya razı olmaktadır? Özgürlüğüne sahip çıkamayan insan, biyolojik olarak bir canlı olmasına karşın, ruhsal açıdan bir robot gibidir. Zihinsel ve coşkusal yetenekleri körelmiştir, canlı değildir artık. Yeni ve kalıcı hiçbir şey üretmez. Yaşama karşı tam bir açlık içinde olmasına karşın uzak durur ondan, kaçar. Çünkü davranışları ve kararları kendisine ait değildir. Onu, dışındaki güçler yönlendirmektedir. Hoşnutluk ve iyimserlik maskesinin altında mutsuz ve endişeli bir insan gizlidir. Çağdaş toplumlarda birey, kendi yazgısıyla baş başa bırakılmamakta bu da kendisine korku ve güçsüzlükten başka bir şey getirmemektedir. Kendini içinde yaşadığı dünyadan ve toplumdan soyutlamış duran bireyler gittikçe çaresizleşerek yeni diktatörlüklere, totaliter yönetimlere verimli bir zemin oluşturmaktadırlar.” Bu özgürlüğü bilim insanı kuşku duyarak aşmayı hedefler. Ve Richard F.Feynman’ın dediği gibi “Bilim insanları olarak, büyük ilerlemelerin bilgisizlik felsefesinden geldiğini, düşünce özgürlüğünün meyvesi olarak ilerlemenin doğduğunu, bu özgürlüğün değerini yüceltmeyi, kuşkudan korkulmaması gerektiğini ve gelecek nesiller adına kuşku duyma özgürlüğünün değerini bilmemiz gerekir.” Evet, ne yazık ki bilim tarihi boyunca bu kuşku duyma özgürlükleri sürekli engellenmiş, doğmatizm engeline takılmıştır. Önceki yazılarımdan birinde Batlamyus’un dünya merkezli teorisine sarılan kilise, evrenin insan için yaratıldığı aşağılık kompleksine kapılarak, bilimin nerede ise bin yıl ilerlemediğini anlatmıştım. Ama kuşkucu bilim insanları bu teorinin eksikliklerini daireler içine daireler koyarak çözmeye çalışsalar da sonuçta kuşku ve gözlemler bu teorinin geçersizliğini kanıtlamıştır. Öğrencilik yıllarımda öğretilen Büyük Patlama ya da Big Bang teorisine göre evren, yaklaşık 14 milyar yıl önce aşırı yoğun ve sıcak bir noktadan patlayarak genişlemeye başlaması teorisini ilk kez 1920’lerde Rus kozmolog ve matematikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaitre tarafından ortaya atıldığıdır. Tabi Big Bang herhangi bir yerde olmuş bir patlama değildir. Büyük Patlama genişleyen evrenin şiddetine gönderme yapmak üzere tercih edilmiş bir terimdir. Gelişmeler ışığında ve gözlemlerle desteklenmesi sonucunda teori geniş kabul görmüş hatta günümüzde de desteklenmektedir. Big Bang’ın önerdiği ya da en azından sade modelinde önerdiği çözüm, şaşılacak derecede yaratılışçı bir görünüm taşıyordu. Her şeyden önce, sonuç, evrenin bir başlangıcı olduğu anlamına geliyordu. Fizikçi Papaz Lemaître’e Big Bang modelini hazırlamasında dinî kanaatlerinin yardımcı olduğu ileri sürülmüştür. Bununla birlikte Big Bang teorisi yaratılışçıların lehine görünen sonuçlara varmış bulunuyordu. Tabi Vatikan’da bu modele sarılarak Cern’deki çalışmaların en büyük maddi destekçisi konumundadır. Fakat Big Bang modeli bazı sorunları da beraberinde getirmiştir. Ayakta kalabilmesi için Batlamyus’un daireleri gibi beklenmedik değerlere birçok parametrenin eklenmesi gerekmektedir. Bu tür bir ince akort fizik modellerinde sorunlu olarak kabul edilir. Sonuç olarak teoriyi reddeden bilim insanları da yeni modeller geliştirmektedirler. İşte yazımın başlığının anlamı da burada şekilleniyor. Türban bahane edilerek hapse gönderilen Prof.Dr.RENNAN PEKÜNLÜ (Ege Üniversitesi Astronomive Uzay Bilimleri Bölümü emekli öğretim üyesi)’de Big Bang teorisinin yetersizliğini düşünenlerdendi. 18.11.2004 tarihinde kaleme aldığı makalesinde “Bilinmeyene doğru ilerlemek için kuşku şarttır. Çözülmemiş bir problemi çözmek istiyorsak, bilinmeyene, kapıyı sonuna dek açık tutmalıyız.” diyerek, 22 Mayıs 2014 tarihinde New Scientist Dergisinde yer alan “ Bilim Dünyasına Açık Mektup’ başlıklı bildirinin içeriğine değiniyor. “Bildiride Büyük Patlama modelinin giderek artan sayıda düşsel varlıklara(hypothetical entities), diğer bir deyişle asla gözlenememiş olgu ve süreçlere dayanmak zorunda kaldığı belirtiliyor. Örneğin,uzayın enflasyonist (Şişerek) genişlemesi, karanlık madde ve karanlık enerjinin varlığına dayandırılıyor. Eğer bu “hayaletler”dikkate alınmazsa. Büyük Patlama modelinin öngörüleriyle, gökbilimcilerin gözlemleri arasında ölümcül bir çelişki olacağı savunuluyor. Kuram arasındaki uyuşmazlığı gidermek için düşsel nesnelere, “hayaletlere” bu denli sık başvurma gereksiniminin, fiziğin başka hiçbir dalında onanmayacağı belirtiliyor. Böylesi yara bantları (Batlamyus epycycle’ları) Big Bang kuramının geçerliliğine kuşku duyulmasına neden oluyor. Büyük patlama evren modeli bu yara bantları olmaksızın varlığını sürdüremez. BüyükPatlama modeli, bir tür karanlık madde (hayaleti)olmazsa, evrendeki madde niceliğine ilişkin çelişkili öngörülerde bulunmaktadır. Evrende gözlenen Lityum, Dötoryum ve Helyum elementlerinin “anormal” bolluğunu açıklayabilmek için, enflasyon(şişme, büyüme) denen hayalete gereksinim var. Eğer karanlık erke(enerji) denen bir diğer “hayalet” yoksa evrenin yaşı yalnızca sekiz milyar yıl olacaktır. Oysa ki, diğer gökadalarda olduğu gibi bizim gökadamızda da 8 milyar yıldan milyarlarca yıl daha yaşlı yıldızlar bulunmaktadır. “ Dahası da var! Büyük Patlama kuramı gözlemlerle sınayabileceğimiz bir tek nicel öngörüde bulunamıyor. Bu kuramı destekleyenlerin başarı diye sundukları şey, gözlemlerden sonra, kuramın çökmemesi için uydurulan bir dizi ayarlanabilir parametrelerdir. Bugün, evrenbilimin parasal ve deneysel gözlemsel kaynakları Büyük Patlama çalışmalarına akıtılmaktadır. Parasal desteklerin kaynağı oldukça azdır; bilimsel makaleleri değerlendiren komitelerin hepsinde Büyük Patlama yanlıları baskın konumdalar. Sonuç olarak, evrenbilim alanında Büyük Patlama kendini korumaya almış, kuramın bilimsel geçerliliğinin sorgulanmasından bağışık kalmıştır. Parasal desteklerin Büyük Patlama’nın geçerliliğini araştıran ve ona seçenek olan modellere ilişkin çalışmalara verilmesi, evrenin tarihini saptamaya yönelik bilimsel sürecin başlamasını sağlayacaktır. Evet, bu bildirinin altında bu bildiriye imza atan bilim insanlarının isim listesi var. Çoğu Nobel Ödüllü, değişik ödül almış, alanında başarılı bilim insanları. Vurgu, yine ünlü, Nobel ödüllü bir kuantum fizikçisi olan Richard Feynman’ın “Bilim kuşku duyma kültürüdür” saptaması üzerine yapılmış.” Yoktan var olan bir evren modelini desteklemezsen sonucun türban bahane, big bang şahane olması normal sanırım. İ.Ü. Öğretim Görevlisi Tuncay Erciyes’in, 22 Temmuz 2007’de kaleme aldığı Büyük Patlama ile ilgili kişisel görüşlerini ve Rennan Hoca'nın Büyük Patlama'ya karşı bildirisini ekteki adreste 24 Kasım 2014 tarihinde yeniden yayınladı. Meraklısı için ilginç bir deneyim olacağını düşünüyorum. https://www.facebook.com/notes/tuncay-erciyes/profdr-rennan-pek%C3%BCnl%C3%BC-b%C3%BCy%C3%BCk-patlamaya-kar%C5%9Fi-bildiri-ve-richard-feynmanin-konu%C5%9Fma/10154943587565201

10 Aralık 2014 Çarşamba

CEHALETİN DERİNLİĞİ, BEYİNLERİN SÖMÜRGELEŞMESİ

“Ussal olmayan hiçbir şey dinsel de olamaz” İbn-i Rüşd Bazen insanın aklı donup kalıyor. Yazacaklarını biliyorsun ama yazamıyorsun. Öfke, isyan, çaresizlik, acıma, sorumluluk tüm duygular kafanda dolaşıyor ama buzdağının altında ki kütleden sadece kısa sözcükler fırlıyor. Egom(benliğim), idim (alt bilincim) ve süperegomdan (üstbenliğimden) fırlayan bu sözcükleri kurmamda dengeyi sağlayamıyor. Diğer bir deyişle buzdağının altındaki bilinçdışım baskın çıkmaya çalışarak bilinç seviyemi, düşüncelerimi, algılarımı kontrolsüz bırakmaya çalışıyor. Freud’un sözüyle şahlanmış bir at üzerindeki şövalye gibi olan egom, idim ile süperegomun isteklerini uzlaştırmak istemiyor sanki, hakemliği bırakmış vaziyette. İnsan hayatının çeşitli evrelerinde oluşan bu kişilik yapılarının sağlıklı ve uyumlu olabilmesi için uzlaşma ve denge içinde olması gerekmektedir. Eğer ego, bu dengeyi sağlanamazsa kişilik yapıları arasında çatışma yaşanır. Şu an benim egom bu dengeyi sağlamak için savunma mekanizmasını devreye soktu. Fakat bu savunma mekanizmalarını aşırı bir biçimde kullanırsam bu da dengenin bozulmasına, savunma mekanizmalarımın kişiliğimi denetim altına alarak, uyumsuz davranışlar sergilememe neden olabilir. Tabi ki hepimiz toplumsal bir varlık olduğumuz için toplumumuz da yaşanan sorunlar bazen insanın dengesinin geçici de olsa bozulmasına neden olabiliyor. Şu an ben, kendimde ki bu dengesizliğin nedenlerini çok iyi bildiğim için bunu atlatmam zor olmayacaktır. Ben de, bu dengesiz duygulara neden olan ise yine içimizde ki doyumsuz hayvan olan idi ile yaşayan, diğer kişilik yapılarına evrimleşememiş, beyinlerini sömürgeleştirmiş, ego ve süperego evrelerine ulaşmamış cehaletin derinliğinde ki, kişilerin düşünce ve davranışlarıdır. İd(alt bilincimiz) ya da bilinç dışımız kendisini yalnızca ihtiyaçlarına göre ayarlayan, eleştiri kabul etmeyen, güdüsel, durdurulamayan en ilkel benliğimizdir. Ana kaynağı, cinsellik, kabullenemez cinsel arzular, saldırganlık, açlık, kin, ahlak dışı dürtüler, mantık dışı istekler, bencilce ihtiyaçlar, vahşet dürtüleri gibi ihtiyaçların en bencilce şekilde doyurulmasıdır. Ruhsal yapımızın düzenleyici, dizginleyici, yargılayıcı, suçlayıcı ve cezalandırıcı ögesi olan süperegomuz yani üstbenliğimiz ise, dolayısıyla da vicdan denilen kavramla bu anlamda özdeştir. Şimdi yazacaklarımı ise sizlerin vicdanlarına bırakıyorum. 3 Aralık Dünya engelliler günü nedeni ile Kayseri’deki yerel bir gazete “…….. Sakatlar Derneği Başkanı” ile bir röportaj yayımlıyor. Dernek başkanı aynen şunları söylüyor : "Kazadan sonra bir yerini kaybeden insanın psikolojisi bozuluyor. Biz bu noktada devreye girmeliyiz. ’Bu Allah’ın vergisi, ben bir hata yaptım, bu cezayı çekiyorum’ demesi gerekiyor. İnsanlar yaşarken hatalarını görürler. Bu hatalara karşılık da Allah tarafından bazı cezalar verilir. Bir kere yaşarken bunu görmek lazım. Allah kulunu çok sever. Kulunun yaptığı hatalara bir aldırmaz, iki aldırmaz, beş aldırmaz. Der ki, ‘Ey kulum sen hala niye kendine gelmiyorsun.’ Bu hadisi şerifte de var. İşte burada müftülüğümüz devreye girecek." Tepkiler üzerine aynı dernek başkanı kabahatinden büyük bir özür diliyor. Sanki engelli olmanın Allah’ın bir cezası olduğunu söylediği gibi yanlış algı oluştuğunu söyleyerek; "Engelli olmak ceza değil, lütuftur" diyen Kılıç, "Bütün engelli arkadaşlarıma söylüyorum; Biz engelliler, Allah’ın en sevdiği kullarıyız. Bazı engelli arkadaşlarımızın psikolojik ve manevi destek alması gerektiğini ifade etmekteyim" diye konuştu. Çevir kazı yanmasın, önce günahların bedelini ödeme, sonra en sevilen kul olma. Nasıl bir mantık ve nasıl bir vicdan bu. Ve nasıl bir çark etme. Bu köşede daha önce de özellikle akıl sağlığı konusunda inançsızların akıl sağlığı bozuktur, otistikler ateisttir şeklinde ki vicdan dışı düşünceleri paylaşmış, özellikle “her insan masum doğar” anlayışından hareketle akıl hastalıklarının genetik kökenli olması düşünüldüğünde bu yanlış ve sapkın düşünceler eleştirilmişti. Çünkü hiçbir din akıl sağlığı ve genetik hakkında bilgi vermez. Ama tüm dinlerde kendilerini Tanrı yerine koyan egemen güçler bu tür fetvalarda bulunmaya devam etmektedir. Fakat, benim ilkel benliğimin, benliğimi ele geçirmeye çalışmasına neden olan son haber ve düşünceler. Haber ve düşünceden ziyade tepkisizlik. Özellikle doğumdan sonra oluşan bazı engeller var ki dinlerce, bırakın günahkarlık sayılmasını, kutsal sayılmıştır. Bu zatı muhteremin akıl dışı fetvalar vermesini, rahat ve huzurlu bir şekilde yaşamasını sağlamak için gazi olan, bir organını kaybeden insanlarımızın günahı, bunu söyleyen kişinin cehaletinin derinliğinin en güzel örneği bence. Çünkü ego evrimleşmediği için ilkel benlik ve üst benliğini dengeleyememektedir. Daha da tehlikeli olan bu düşüncelerin son yıllarda gittikçe aleni bir şekilde ifade edilmeye başlanması. 3 Mart 1924 tarihinde Şeriye ve Evkaf Vekaletinin yerine Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle kurulan ve "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir." Denilerek kurulmasına rağmen, ne yazık ki son yıllarda egoları tavan yapan siyasetçilerin güdümünde olan ve siyasallaşan Diyanet İşleri Başkanlığı, bu tür vicdansız düşüncelerin dinde olup olmayacağını araştırmak yerine sessizliği tercih ederek bu düşüncelere ortak olmaktadır.

6 Aralık 2014 Cumartesi

İBN-İ SİNA, EİNSTEİN ve EĞİTİM ŞURASI

“Şarap gerçekten ruhun gıdasıdır. Onun rengi ve kokusu gülün rengini ve rayihasını bastırır. Tad bakımından bab öğüdü gibidir; acı fakat yararlıdır. Şarap içmek cahile göre batıl, bilgin yanında haktır. Aklın fetvası ile âlime helal olmuştur. Şeriat hükümlerinde ahmak olanlar için haram sayılmıştır.” İbn-i Sina Geçtiğimiz günlerde Antalya’da gerçekleşen 19. Eğitim Şurası’nda Cumhurbaşkanının konuşmasından bazı aykırı notları eleştirel aklın süzgecinden geçirmekte fayda var diye düşünüyorum. Şöyle diyor Cumhurbaşkanı; ““Einstein kimdir deseniz? Her gencin diyecek bir sözü vardır. İbni Sina kimdir deseniz? Çoğu bundan habersiz.” Hemen akla neden? sorusu geliyor. Cumhurbaşkanının iddia ettiği gibi eğitimde, “Cumhuriyetimizin ilk yıllarda çok ciddi seferberlik yaşandı. 2002 yılında bizim hükümetimizi devir almamıza kadar çok ciddi bir duraklama dönemi yaşandı.” Yaşı 50’yi aşmış ben yaştakiler o ciddi duraklama döneminde yetişen, eğitim gören ama bilim tarihine damga vurmuş bu iki büyük insanı da çok iyi tanıyan kuşaktanız. Derslik sayısının arttırılması eğitim kalitesini arttırmaz. Ayrıca nitelikli öğretmenden bahsediyor Cumhurbaşkanı. Nitelikli öğretmen yetiştiren kurumlar, öğretmen okulları kapatılırsa, Öğretmen yetiştiren kurumlardan mezun olanlar atanmaz, üniversite öğretimi almış kişilere ücretli öğretmenlik yaptırılırsa nasıl olacak eğitimde ki kalite artışı. Yine Cumhurbaşkanı okullara 1 milyondan fazla bilgisayar gönderilmesinden bahsediyor. Ama şunu görmezden geliyor. Teknolojinin gelişmesi ile birlikte psikiyatri yeni bir bağımlılık türü ile ilgilenmeye ve önlem almaya çalışıyor. Teknoloji bağımlılığı. Ve son yıllarda bu konuda psikiyatrlara müracaat eden ebeveynlerin sayısında ciddi bir artış olduğunu söylüyor konunun uzmanları. Hatta geçen yıl yapılan kongrede, uzmanlar teknoloji bağımlılığının öğrencilerin kimyasını bozduğunu belirtiyorlar. Hele kitap okumayan bir nesilde bu durum toplumu tamamen kitaplardan uzaklaştıracaktır. Bu şartlarda mı öğrenciye “özgüven” aşılanacak. Dört işlem yapamayan lise öğrencilerinin olduğu dönemde değil bilgisayar, hesap makinası bile yasak olmalı diye düşünüyorum ben lise bitene kadar. İçi boşaltılan müfredatlarla, eğitim vermeye çalışılırsa olacağı budur sanırım. Açıkçası içi boşaltılan okul kitapları ile ilgili olarak değerli çalışmaları olan eğitimci – yazar Mahiye (Morgül) hanım, “Eğitim, çocuğun zihinsel, fiziksel ve ruhsal gelişimini desteklemek içindir” diyerek ekliyor, “2005’te başlayan “her yıl kullan at, içini masallarla donat” kitaplardan “sıfır” çeken nesiller yetiştirildi.” Tabi bu kitaplarla eğitim gören yeni nesillerin İbn-i Sina’yı, Itri’yi, Dede Efendi’yi tanımaması çok normal bence. İlgilenen ebeveynler için 1968 bilimsel Müfredatına göre hazırlanmış ve çocuğu sosyal varlık olarak gören, eğitimde duraklama dönemi olarak adlandırılan dönemde yazılmış çok değerli okul kitaplarına http://www.mahiye.net/kitap.html sitesinden ulaşarak ücretsiz indirebilir ve çocuklarınıza en azından yardımcı ders kitabı olarak okutabilirsiniz. Son olarak Cumhurbaşkanı, “Atalarının kelimelerinde mahcubiyet duyan gençlerimiz var.” diyor. Örnek verdiği İbn-i Sina (980-1037) öncelikle tıp insanı, bilim insanı ve filozof. Tıbbın Kanunu kitabı 17. Asrın ortalarına kadar Batı Üniversitelerinde tıbbın temel kitabı olarak okutulmuştur. Hatta ruhbilimle ilgilenmiş, insanların ruhlarının müzikle tedavi edilebileceğini öne sürerek bu yöntemi geliştirmiştir. Ayrıca İbni Rüşt’ün düşüncesine göre bazı konularda “şeriat ve akıl çelişirse akıl yolu tutulur” mantığı ile yazımın başında ki sözleri de söyleyerek çalışmaları sırasında sürekli şarap içmiştir. Bu yüzden İbn-i Sina’dan mahcubiyet duymalı mıyız onu çözemedim açıkçası !

3 Aralık 2014 Çarşamba

“MATEMATİK ŞEYTAN İŞİDİR”

"Bilinende sınır vardır, bilinmeyende sınır yoktur. İnsan aklı anlaşılmazlığın engin okyanusunda barınacak bir ada sağlar. Her kuşağa düşen iş, bu okyanustaki adaya biraz daha toprak katarak büyütmektir." T. H. Huxley Düşünmek için sormak gerek. Doğru soruyu sormak içinse bilgi gerek. Soru şu : Neden Batı bilimde bu kadar ileri iken Doğu geri kalmış ve hala ortaçağ karanlığındadır? Aslında bilimdeki bu ortaçağı Batı’da yaşadı. Şöyle ki daha önceki yazılarımdan birinde Dünya Merkezli Sistemi çağın yöneticilerine –ki aşağılık kompleksinden dolayı Kilise’ye - kabul ettiren Batlamyus Batı’da bilimin ortaçağını başlatmıştır. Batlamyus’a rağmen İskenderiye Kütüphanesi bilimin ayakta kalmasına neden olmuştur. Botanik bahçesi ve bir rasathanesi bulunuyordu. Otopsi yoluyla insan vücudunun incelenmesi için bir anatomi salonu açılmıştı. Bu bilim sitesinde fizik, kimya, tıp, astronomi, matematik, felsefe, edebiyat, ve fizyoloji bilgileri için evler yapılmıştı. Yunan eserlerini, Akdeniz, Asur, Çin, Roma, Ortadoğu ve Hindistan’daki çeşitli dillerden Yunancaya yapılmış tercümeleri de kapsıyordu. Bu kütüphanede 900.000 el yazması ve 150.000 in üzerinde kitap olduğu tahmin edilmektedir. Ne yazık ki bu kütüphanenin yetiştirdiği filozof, matematikçi ve astronom Hypatia, İskenderiye Psikoposu tarafından “dinsizlik” ve “şeytanlık” ile suçlanarak hedef gösterilmiş, 415 yılında taşlanarak öldürüldükten sonra kütüphanesi yerle bir edilerek yakıldığı ve bilgiden korkanlar tarafından bilgi kaynaklarının ortadan kaldırılmasıyla bilginin yayılması engellenmeye çalışılmıştır. Avrupa’da da durum değişik değildi, orada da bilgiden korkanlar tüm antikçağ belgelerini yok etmiş, hatta Kilise tarafından gülmek bile yasaklanmıştır. (Özellikle kadınların gülmesi sizlere bir şeyler hatırlatmıyor mu? Ortaçağın yasağı 21. Yüzyılda iffetsizlik oluyor bu topraklarda) İşte bu dönemlerde Batı, bilimin ortaçağını yaşarken Doğu’da özellikle M.S. 800-1100 yılları arası ise Bilimsel anlamda büyük bir ilerleme içinde idi. Batı’nın yok ettiği tüm Antik döneme ait eserler bu dönemde Doğu dillerine çevrilmiş, Bağdat bilim merkezi haline gelmiştir. Büyük Selçuklu Devleti dönemlerinde Melikşah’ın veziri Nizamülmülk ilim meclisleri denilen tartışma ortamlarını ve medreseleri açıyordu. Dönemin parlayan yıldızı Gazali (1058-1111) Nizamülmülk tarafından Bağdat’taki Nizamiye Medresesi’nin Baş Müderrisliğine atanmış. Burada kısa sürede ün ve saygınlık kazanmıştır. Bir müddet sonra içine girdiği ruhsal bunalımın da etkisi ile Sufizm’e yönelen Gazali Hac’a gitme arzusuyla Medresedeki görevini bırakarak Şam, ardından Hac’a gider. İman tazeleyip döndüğünde artık akıl çağı dönemi hem kendi için, hem de Doğu için bitmiş olur. “Felsefenin Tutarsızlığı’ nı yazarak, “Matematik Şeytan işidir” deyip tutuculuğun ve Doğuda ki aydınlık bilimsel çağın çökmesine neden olur. Bir daha toparlanamamak üzere. Hatta İbni Sina’yı, Farabi’yi kafirlikle suçluyor. Doğu ve batı fark etmiyor bilim eşittir kafirlik. Gazali’ye en büyük eleştiri yine Doğu’dan İslam Dünyasından gelmiştir. Endülüslü İbni Rüşt (1126-1198) Gazali’yi mahkum ederek “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir” dolayısı ile akla uygun olan nakle (vahiy) aykırı olamaz. Aklın özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağını savunur. Bunları düşünüp yazarken Batı’nın yok edilmiş ve unutulmuş eserlerine şerhlerde yazıyordu. Batı’da Rönesansın başlaması İbni Rüşt’ün eserlerinin Latince’ye çevrilmesi ile başlamıştır. Hatta Batı, Rüşd’e “Şarih” (Yorumcu) diyerek yüksek derecede önem veriyordu. O tarihten sonra Doğu itaat ve teslimiyeti temsil eden Gazali’nin, Batı özgür irade ve aklın yolunu seçen İbni Rüşt’ün izinden gitmiştir. Ne yazık ki İbni Rüşt, bu gericilik ve tutuculuk ortamında İslam Dünyasında sadece bu topraklarda Türkiye Cumhuriyeti’nde kazanır. 1923 Atatürk Devrimleri ile. 2000’lerin başından itibaren bu topraklarda Gazali yeniden hortlamaya başlamıştır. Aydınlık ve özgür aklın iradesini isteyip te başarılı olunmamasının nedenleri belki de doğru soruyu soramamızdan kaynaklanmaktadır. Mustafa Kemal’in izinden gittiğini söyleyen, mirasını koruması gereken sözde ilericiler, yoksa doğru soruyu soramayan cahillerden misiniz? Soruyu anlamak çözümün yarısıdır der eğitimciler. Not: Araştırmacılar için zorunlu bir açıklama. Bir müddettir akıl sağlığını yazmıyorum. Fakat ne hikmetse karşımıza çıkıyor. Dinciler; (inançlıları kastetmiyorum dini kullanan çıkarcıları kastediyorum) akıl sağlığı bozuk olanların inançlarının eksik olduğunu iddia ediyorlar. Fakat Gazali’de görüyoruz ki ruhsal bunalıma girdikten sonra teslimiyetçiliği savunmaya başlıyor. Tam bir araştırma konusu olabilir diye düşünüyorum.