31 Aralık 2014 Çarşamba

EĞİTİM SİSTEMİMİZİN ORTAÇAĞA DÖNÜŞÜ

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapere Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.” —Immanuel Kant Cumhuriyet Devrimi, Eğitim reformu yaparken dünyayı gençlere açıyor, aydınlanmayı Kant’ın dediği gibi “aklı kullanma cesareti” olarak görerek ona göre düzenliyordu. Demokrat parti ile başlayan karşı reform hareketleri sonucu, eğitimin cemaatlerin eline geçmesi AKP ile doruğa ulaşmıştır. Avrupa’nın ortaçağını gençlerimize-geleceğimize 21. Yüzyılda yaşamak dayatılmaktadır. Ortaçağda Luther’in Roma Kilisesine karşı çıkışı, aslında eğitimin ihmal edilmesine idi. İnancı ruhban sınıfından alıp halkın kendisine yüklemek, bunun içinde halkı eğitmek amaçlanıyordu İlköğretim Protestanların çocuğudur. 16. yüzyılda eğitim özellikle ortaöğretim cemaatlerin elinde idi. Bunların en büyüğü de Cizvitlerdi. Özellikle Fransa’da 17. Yüzyılda Üniversite çöküyor. Çünkü Cizvit kolejleri tüm öğrencileri çekiyordu. 1764’te ülkeden kovuldular. Devlet; çocukların dini kurumlara ait olmadığını, devlete ait olduğunu göstermek istiyordu. Çeşitli reformlarla 1806’da Napolyon döneminde bütün eğitim işlerini düzenleyen yasa yayınlandı ve bu düzen 1968’e kadar ana hatları ile değişmeden kaldı. Avrupa ülkelerinde de durum farklı değildi. Din işleri uzun süre eğitim bakanlıklarının içinde kaldı. Kilise bir şekilde okulları kontrol etmek istiyordu. 1850’lerde işçi ihtilalinden korkan Avrupa Devletleri, eğitimi nerede ise tekrar klişenin eline verdiler. Ama 1870’ten sonra hemen bütün Avrupa ülkelerinde Kiliseyi okullardan uzaklaştırmak için zorlu bir mücadele başlıyor. Bu kısa tarihçeden sonra asıl değinmek istediğim Fransız Bakalorya veya olgunluk sınavları. 1808 yılından beri uygulanan 200 yıllık bir gelenekle lise bitirme sınavlarında öğrencilere açık uçlu sorular sorulur. 29 Kasım 2011 tarihinde aramızdan ayrılan Server (Tanilli)(D:1931) Hoca hemen hemen her yıl köşesinde bu soruları yayınlardı. 20 Haziran 2008 yılının sorularını köşesinde şu şekilde vermiş. “Bu yıl, felsefede hangi sorular soruldu? * * * Öğrenciler, üç büyük bölümde toplanmış ve sorular, ona göre farklı. - " E d e b i y a t " bölümündeki öğrencilere, biri seçilmek üzere şu üç soru sorulmuş: İlk soru şu: "İdrak eğitilebilir mi?" İkinci soru da şöyle: "Canlıyı bilimsel olarak tanımak mümkün mü?" Üçüncü soru da, Sartre'dan bir metnin açıklanması; filozofun, "İnsanın başarısı nereden geliyor?" konusunda ilginç tespitleri var. - " E k o n o m i " bölümündeki öğrencilere, yine biri seçilmek üzere, şu üç soru sorulmuş: İlk soru şu: "Acı çekmeden arzu mümkün mü?" İkinci soru da şöyle: "Başkasını tanımak, kendimizi tanımaktan daha kolay mı?" Üçüncü soru da, Alexis de Tocqueville'in Amerika'da Demokrasi üstüne eserinden alınmış bir metnin açıklanması; filozofun, "halkın çoğunluğuna dayanan yönetim" konusunda önemli tespitleri var. - " B i l i m " bölümündeki öğrencilere, biri seçilmek üzere, şu üç soru sorulmuş: İlk soru şu: "Sanat, bizim gerçeklik üstüne bilincimizi değiştirir mi?" İkinci soru da şöyle: "Bir gerçeği ortaya koymakta, ispattan başka araçlar da var mı?" Üçüncü soru da A. Schopenhauer'in İrade ve Tasavvur Olarak Dünya adlı eserinden alınmış bir metnin açıklanması; filozofun, "ahlak ve devlet" konusunda önemli tespitleri var. Görülüyor ki, öğrenciler bu soruları yanıtlarken, hayli terlemişlerdir. Ama şu da aşikâr: F e l s e f e n i n, insanın önüne açtığı bir dünya vardır ki, yaşamın içinde yürürken, kendisi ve toplum üstüne karar verirken, kişi bu eğitimin yararlarını görecektir. Felsefenin gücü de, akla ve bilime dayanmasından geliyor; bu iki dayanak da, toplumda başta gelen temellerdir. Eğitim de, gençleri yetiştirirken bunlarla donatmalıdır.” 2014 yılı felsefeden hangi sorular sorulduğunu da Fransa’da yaşayan bir dostumdan rica ettim. Sorulardan biri seçilmek üzere 2014 yılı olgunluk sınavı Felsefe soruları; 1. Sanatçı sanatının efendisidir; açıklayın; 2. Mutlu olabilmek için yaşam da neler yapmalıyız 3. Aşağıdaki sözlerin ne anlama geldiğini açıklayın; “Aritmetik ve geometrinin birçok bilim dalında önemli yeri vardır. Diğer bilim dallarında yapılan deneyler ile kolay gözüken sonuçlar hep akıl ile çözülmüştür. Bu nedenle her şey daha açık ve daha kolay olunca istediğiniz nesne kolay olmakla beraber insan dikkatsizlik neticesinde hatalı sonucu doğruymuş gibi kabul edebilir. Ancak bizim için sürpriz olmamalıdır. Bu bütün çalışmaları da kavramaktadır. Herkese daha çok özgürlük verir, karanlıkta kalmış bir konuyu kolayca çözmek varken kehanet ile çözmeye kalkmak spekülasyon yaratmakta olup zihinleri karıştırabilmektedir. Bütün bu bilgiler ışığında biz konuları öğrenmekten çok aritmetik ve geometrik değerleri de kullanarak sonuçlandırmalıyız. Eğer sadece doğruyu görmek istiyorsanız aritmetik ve geometrinin kurallarını da mutlaka öğrenin. Descartes, Aklın Yönü “ Descartes, 1596-1650 yıllarında yaşayan, Fransız filozof, bilim adamı ve matematikçi. Descartes’e göre, var olmanın temel koşulu “Düşüncedir.” Düşünmek şüphe ile başlar ve daha da önemlisi uygarlıklar şüphe ile var olurlar. Akla ve bilime dayanan aydınlık günlerin bir an önce gelmesi dileklerimle yeni yılınızı kutluyorum.

27 Aralık 2014 Cumartesi

CEHENNEM EKZOTERMİK Mİ yoksa ENDOTERMİK MİDİR?

Eğitim sistemimizi daha iyi irdelemek adına biraz uç ta olsa yaratıcı düşünceyi, eleştirel aklı ifade ettiği için ekteki hikayeyi paylaşmak istedim. Bu tür bir soru bizim üniversitelerimizde sorulsa böyle bir yanıt verilse ne olacağını bile düşünmek istemiyorum. * * * Aşağıdaki soru Arizona Üniversitesinin Kimya Fakültesinde dönem ortası sınavında öğrencilere soruldu. Bir öğrencinin yanıtı, profesörün çok ilgisini çekti ve meslektaşları ile paylaştı. Konu internette de paylaşıldı. Bonus soru: CEHENNEM EKZOTERMİK Mİ (ısıyı kusar mı - ısıveren) yoksa ENDOTERMİK MİDİR (ısıyı emer midir - ısı alan)? Öğrencilerin çoğu bildikleri ve inandıkları BOYLE YASASINA göre (Gaz genişlediğinde soğur, baskı altında ise ısınır.) yanıtlarını bazı ufak farklılıklarla verdiler. Bir öğrenci ise aşağıdaki şaşırtıcı cevabı verdi. "Öncelikle, cehennemin KÜTLESİNİN zaman içinde NASIL DEĞİŞTİĞİNİ bilmeye ihtiyacımız var. İlave olarak cehenneme giden ruhların oranını ve bunlardan ne kadarının beğenmediği için orayı terk ettiğini de bilmemiz gerekiyor. Düşünceme göre, bir kere cehenneme yolu düşmüş bir ruhun orayı terk edebilmesinin mümkün olmadığını kesinlikle varsayabiliriz. Dolayısıyla cehennemden geri çıkan bir ruh yoktur. Şimdi dünyada var olan muhtelif din ve inançlara göre hangi oranda ruhun cehenneme gittiğine bakmalıyız. Bu dinlerin hemen tamamına göre, O DİNİN MENSUBU OLMAYAN her insan CEHENNEM YOLCUSUDUR. Pek çok insanın bir dine mensup olması, bazı insanların da bu dinlerden herhangi birine inanmaması nedeniyle göçen bütün ruhların CEHENNEM YOLCUSU olduğunu projekte edebiliriz. Doğum ve ölüm oranlarına bakarak CEHENNEMDEKİ RUH SAYISININ katlamalı (geometrik dizi ile) ARTTIĞINI kabul etmeliyiz. Şimdi, cehennemin hacmindeki genişleme oranına bakmalıyız. BOYLE YASASINA göre cehennemdeki ısı ve basınç aynı kaldığı sürece CEHENNEMİN HACMİ katılan yeni ruh miktarıyla orantılı olarak ARTACAKTIR. Bu bize İKİ OLASILIK sunar. 1) Cehennemin HACMİ katılan ruhtan DAHA DÜŞÜK oranda genişler ise cehennem bir süre sonra bu yüksek oranlı artış gösteren ruh sayısıyla bağlantılı artan ısı ve basınç artışını taşıyamayıp YOK OLACAKTIR. 2) Eğer cehennem HACMI, yeni katılan ruhlardan DAHA YÜKSEK oranda genişlerse bir süre sonra ısı ve basınç düşüşüne bağlı olarak DONACAKTIR. HANGİSİ? Ergen yıllarımda RAHİBE TERESA'NIN bana söylediğini postulat olarak kabul edersek CEHENNEM SOĞUYACAK. Teresa bana "Seninle yatmam için cehennemin bir gün buz gibi soğuması şart" demişti. Bu gerçeği göz önüne aldığımız takdirde postulat gerçekleşmiş olmalı çünkü DÜN AKŞAM Teresa ile yattık. Şimdi eminim ki cehennem EKZOTERMİK(ısı kusan) şartlarda ve hızla donuyor. Bu teorinin sonucunun, donmakta olan cehennemin artık daha fazla ruh kabul edemeyeceğinin, bu nedenle SADECE CENNET YOLUNUN AÇILDIĞININ ilahi işareti olduğunu varsayabiliriz. Açıklaması ise Teresa'nın dün geceki çığlığı idi "OH MY GOD" ÖĞRENCİ BU CEVABI İLE A+ ALDI. İletiyi gönderen İ.Ü. Öğretim Görevlisi Tuncay Erciyes’e teşekkürlerimle.

24 Aralık 2014 Çarşamba

OKUL KİTAPLARI ÇOCUKLARIMIZIN AKIL SAĞLIĞI İLE OYNUYOR

“Öğretmenlerim aklımın yavaş çalıştığını, asosyal olduğumu ve ölene kadar aptal rüyalarımın peşinde sersemce savrulacağımı söylüyorlardı.” Albert Einstein Tehlikenin farkında mısınız.? Burada okul öncesi dini eğitim verilmesi, Osmanlıcanın ders olarak okutulması tehlikelerinden bahsetmiyorum. Tehlikenin boyutuna siz karar verin, geleceğimiz olan çocuklarımızın ders kitapları aracılığı ile akıl sağlığı ile oynanmasından bahsediyorum. Çocuğunuzu ilkokula yolladınız. Harfler, rakamlar, sembollerle yoğun olarak çalışmaya başladı. Fakat o da ne. Çocuğunuz çok zeki olmasına karşılık bir türlü okumayı sökemiyor, ifadeleri çok düzgün, çok akıllı ama yazısını okumak imkansız, çok yaratıcı ama okuması çok yavaş, harfleri karıştırıyor, ya da çok güzel okuyor yazıyor fakat matematikte en basit problemleri dahi çözemiyor. Birde kısa, uzun çalışan bellek sorunları, dikkatsizlik, duygusal ve sosyal sorunlar da eklenince sorunlar daha da ciddi bir durum kazanır. Özel Öğrenme Güçlüğü denen bu durum toplumumuzda %10-15 sıklıkla görülebilen nörolojik kökenli, gelişimsel bir bozukluktur. Özel Öğrenme Güçlüğü okuma alanında “disleksi”, yazma alanında “disgrafi”, matematik becerilerinde “diskalkuli” ve sözel olmayan alanda “dispraksi” olarak çeşitlendirilir. Çocuk bu semptomlardan sadece birini gösterebilirken, tüm kombinasyonlar halinde de görülebilir. Bu durumda çocuğa hemen “tembel” “isteksiz” damgası vurulabilir. Kesin bulguları olmadığı için aile ve öğretmen anlamakta güçlük çekebilir. Tanı deneyimli bir hekim (tercihen Çocuk Ergen Psikiyatristi) tarafından muayene edilerek konur. Neden oluştuğu konusunda kesin neden ya da nedenleri bilinmese de çeşitli nedenleri var, fakat hemen hemen tüm beyin rahatsızlıklarında olduğu gibi genetik kökenli olduğu düşünülmektedir. Tüm bu belirtilere ek olarak yaşanan akademik zorluklara paralel olarak gerçek potansiyellerini gösteremediklerinin farkında olan çocukların, tekrarlanan başarısızlık sonucu motivasyonları düşer, öz güvenleri incinir, aile, okul, sosyal ilişkileri hasar görür, sıklıkla duygusal sorunlar ve davranış bozuklukları gözlemlenir. Ergen ve yetişkin ÖÖG vakalarında “ben kendimi ifade edemiyorum”, “ben kendimi gösteremiyorum”, “ben farklıyım/tuhafım” cümleleri hâkim negatif düşünceler oluşur. Hemen şu soruyu sorabilirsiniz? Madem beyinsel bir rahatsızlık okul kitapları ile ne ilgisi var? Bu köşenin okurları yazılarımda doğru bilgiyi vermek adına uzmanların görüşlerine sürekli başvurduğumu bilirler. Bu konuda da yine uzmanına başvurmakta yarar var. 15.12.2014 günü Okul Öncesi Eğitim uzmanı Serpil Yakan Ulusal Kanal’da Çetin Ünsalana’a konuk oldu ve birinci sınıfa başlayan çocuğun 3 ayda nasıl Özel Öğrenme Güçlüğü çekme durumuna geldiğini anlattı. (İlgili veliler için bu linki ekte veriyorum.) Ayrıca bu konuda okul kitaplarını dava ederek Hukuk Mücadelesi veren Eğitimci-Yazar Mahiye Morgül Hanım “Beynin çalışma sistemini, enerji akışını keserek darmadağın ediyorlar. “ritim-akış” kesintiye uğrarsa zihinsel faaliyet durur. Uyumsuz/asimetrik şekillere bakmak enerji akışını keser, akıl tutulması hali doğar” diyor. Ve Mahiye Hanım’ın İngilizce 5.sınıf kitabının incelemesinden köşemin izin verdiği ölçüde örnek vermek istiyorum. “Bu başlıkla kitabın kapak fotoğrafı arasında bağlantısızlık vardır, resimdeki çocuklar birlikte İngilizce konuşmak bir yana, ortak bir etkinlik içinde bile değildirler. Bu açıdan söz ile eylem arasında ters bir durum vardır, disleksi hatası içermektedir. Yazı stili olarak eğitim amaçlı olmayan harf şekli kullanılmış; çarpık çurpuk, dışı beyaz çevreli ve birbirine bitişmiş harfler, okunaksızlık veriyor. Bu yazım yanlış örnektir, disgrafi hatası vardır. Kitabın bütün sayfalarında inanılmaz derecede disgrafi hatası var; farklı puntolarla yazılar, farklı düzlemde satırlar, farklı görünürlük derecesinde (karanlıkta) yazılar, vb. “WE SPEAK ENGLISH I” yazısında, büyük harf I ile sondaki I (bir!) birbirine karışacak şekilde aynı renkte ve aynı grafikle verilmiştir. Sondaki eğer 1 rakamı ise neden I harfiyle aynıdır, izah edilebilir değildir. Öğrencinin ders kitabında yazı ile rakamı bu şekilde birbirine karıştırmak hem disgrafi (sembolleri anlayamama), hem de diskalkuli (matematiği anlayamama) sorunu yaratır. Bu tür belirsizlikler normal çocuklarda ve üstün zekâlı çocuklarda aynı derecede algıda azlığa ve zihinsel durgunluğa sebebiyet verir. Yine kapakta bir diğer diskalkuli hatası: Kapaktaki Grade 5 (Seviye 5) yazısı, 2.sınıfta başlatılan zorunlu İngilizce dersinin 5.sınıftaki basamağına denk gelmez. Hemen üzerindeki “We Speak English I” şeklinde 1. kitap olduğunu düşündüren yazıyla da bir daha çelişir. Eğer sınıf olarak Ortaokul 1.sınıfı kast ediyorsa, bu durumda yine Grade 5 ile çelişik düşer. Çocuğun bu şekilde zincirleme tökezletilesi matematiksel gelişimine engeldir.” Ayrıca, dava açılan Türkçe 1.sınıf ders kitapları için Ankara İdari Mahkemesine Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesinin sunduğu raporda tüm bu tezleri desteklemektedir. 26 sayfalık raporun önerilerinin 1. Maddesini vermek yeterli olacaktır. 1. İlköğretim 1. Sınıf Türkçe Programı, program geliştirme ilkelerine uygun olarak oluşturulacak program geliştirme ekibi tarafından yeniden hazırlanmalıdır. Tarihi değerdeki bu raporu verenlerin bilirkişi olmalarında Milli Eğitim Bakanlığı son derece rahatsızdır. Son not, bu ülkenin karanlığa sürüklenmesinde suçlu yönetim mi? Okullarda yapılan toplantılara katılımın azlığı,”saldım çayıra mevlam kayıra” zihniyetinde ki ilgisiz veliler, bu hükümetin tam da aradığı düşünmeyen, üretmeyen, akıl sağlığı bozulan sürüleri yetiştirmek için ne güzel bir fırsat değil mi? https://www.youtube.com/watch?v=3syVwPw2JAk

20 Aralık 2014 Cumartesi

OSMANLICA, EĞİTİM ve HUKUKSUZLUK

Tarihini, kültürünü, dinini bilmeyen kişiler tarafından hukuksuzca yönetilmek ne büyük bir acı. Son dönemlerde gündem değiştirmek için eğitimle oynayan yönetimin bu bilgisizliğini ortaya koymak adına kısa anektodları paylaşmak istiyorum. Osmanlının torunlarıyız diyenlere, yere göğe sığdıramadıkları Abdülhamitin Latin Alfabesi konusunda ki düşüncelerini hatırlatmakta fayda var sanırım. “Yazımızı öğrenmek pek kolay değildir. Bu işi halkımıza kolaylaştırmak için belki de Latin Alfabesini kabul etmek yerinde olur. “ (İkinci Abdülhamit, Siyasi Hatıralarım, bet 192) Yine Abdülhamit döneminde çıkarılan Kanuni Esasi’de Devlet kurumlarında çalışabilmek için sarayın dili Osmanlıca değil de halkın dili Türkçe’nin bilinmesi esas alınmıştır. “Kabul Tarihi: 7 Zilhicce 1293 (23 Aralık 1876) Düstur, Birinci Tertip, Cilt 4, s.1-40. MADDE 18.- Teba-i Osmaniyenin Hidemat-ı Devlette istihdam olunmak için devletin lisan-ı resmisi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır. Türkçesi: Osmanlı vatandaşlarının devlette görev alabilmeleri için resmi dil olan Türkçe'yi bilmeleri şarttır.” Ak Saray’da ya da saltanattakiler acaba 18. Maddeyi anlayabiliyorlar mı ? Ve Hukuksuzluğun en güzel örneği. “19. Milli Eğitim Şurası’nda alınan ve tavsiye niteliği taşıyan okul öncesinde dini eğitim verilmesi teklifi “acil” koduyla hayata geçirildi. Eğitim-İş İstanbul 1 Nolu Şube Yönetim Kurulu Üyesi Maksut Balmuk, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, Milli Eğitim Şurası’ndaki kararların tavsiye niteliği taşıdığını, bu tavsiyelerin uygulanması için önce Bakanlar tarafından onaylanması ardından ise Tebliğiler Dergisi’nde yayınlanması gerektiğine dikkat çekildi. Maksut Balmuk, Şura’daki bu tavsiye kararının Tebliğler Dergisi’nde yayınlanmadan, Talim Terbiye Kurulu Kararı beklemeden ve Bakanlığın onayı olmadan uygulanmaya başladığına vurgu yaptı. “Tamamen hukuksuz bir uygulama ile karşı karşıyayız” denilen açıklamada, geçen hafta İlçe Milli Eğitim Müdürü’nün okullara “acil” koduyla dini eğitimin okul öncesinde verilmesi talimatı geçtiği belirtildi.” Bu konuda ki basın açıklamasını vererek fazla da yorum yapmaya gerek yok sanırım. “Eğitim Sen Merkez Yürütme Kurulu`nun `Anaokulunda Dini Değerler Eğitimi, Pedagojiye ve Laik Bilimsel Eğitim Anlayışına Temelden Aykırıdır!` başlıklı açıklama metnidir. 19. Milli Eğitim Şurası`nda alınan laik eğitime ve pedagojiye aykırı tavsiye kararları uygulaması için çalışmalar başlatıldı. Milliyet Gazetesi`nde yer alan habere göre, anaokullarında ‘değerler eğitimi` verilmesi yönündeki tavsiye kararı, Osmaniye Kadirli İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü`nü harekete geçirdi. Müdürlüğün okullara gönderdiği 21 sayfalık programda, derse besmeleyle başlanması, besmeleyi hecelerken sağa sola, öne arkaya dönecek, ellerini şaplatması gibi talimatlar yer alıyor. Programda, çocuklara Kuran-ı Kerim dersi de verilmesi de yer alıyor. Buna göre öğrenciye Kuran-ı Kerim`le ilgili genel bilgiler verilecek, Kuran`dan bölümler okunacak, Kuran alfabesinin ilk 5 harfi tekerlemelerle mahreçli olarak çalıştırılacak. Programa göre anaokulu öğrencilerine şunlar anlatılacak: -Öğrenciler derse selam ve besmele ile başlayacak. - Çocuklara öğretilecek dualar önce öğretici tarafından yüksek sesle tane tane okunacak. Daha sonra duayı önce öğretici sonra çocuklar okuyacak. - Dua pekiştirme günleri yapılacak. Öğrenciye öğrendiği duaları tekrar etme alışkanlığı kazandırılacak. - Haftalık dua çizelgesi oluşturulacak. - Besmele ve ‘Allahuekber` hareketli bir şekilde öğretilecek. Çocuk, besmeleyi hecelerken sağa sola, öne arkaya dönecek, ellerini şaplatacak. "Allahuekber" derken, "Kim daha sesli söyleyecek?" gibi sorularla öğrenci motive edilecek. - Kuran öğretiminde masal hikaye anlatımı, etkinlik ve konuya geçiş tekerlemeleri mutlaka kullanılacak. - Çocuğa dua etmenin adabı ve önemi öğretilecek. - Dua ve sureler tecvit kurallarıyla öğretilecek. - Tecvit kuralları (tutma-uzatma-çekme vb) parmak oyunları ya da drama gibi oyunlarla öğretilecek. Türkiye`de siyasi iktidar eliyle eğitimin bütün kademelerinde, eğitim biliminin ve pedagojinin en temel ilkelerine aykırı bir şekilde "dini eğitim" verilmesi yönündeki fiili uygulamalar sürüyor. Siyasi iktidarın, "dindar nesil" ve "muhafazakâr yaşam tarzı" ifadeleri ile somutlaşan, eğitim sisteminde ve genel olarak toplumsal yaşamda iktidarın kendi dünya görüşüne uygun bir nesil yetiştirme yönündeki uygulamaları anaokullarına kadar indi. Bu durumun son örneği Osmaniye`nin Kadirli ilçesinde görüldü. Henüz oyun çağında olan, somut ve soyut düşünce yetileri gelişmemiş olan anasınıfı öğrencilerine dini temelli değerler eğitimi dayatması yapılması, 4-6 yaş grubundaki bu çocukların zihinsel gelişim özellikleri dikkate alındığında son derece sakıncalı bir durumdur. Eğitimin bütün kademelerinde eğitimin niteliğini yükseltmek ve çocukların özgür ve sağlıklı bireyler olarak yetiştirilmesi için en küçük bir adım atmayanların, din ve inanç alanı gibi son derece hassas bir konuda henüz gelişim çağının başında olan anasınıfı öğrencilerine dini değerler eğitimi vermek istemesi asla kabul edilemez. Bu uygulama, eğitim sistemini kendi dünya görüşlerine ve tamamen dini kurallara göre biçimlendirmeye çalışanların bunu yaparken hiçbir sınır ya da kural tanımadığını gösteriyor. Çocuklarının eğitiminden ve kişisel gelişiminden endişe duyan hiçbir öğrenci velisi, hiçbir eğitimci ileriki yaşlarda çocuklarda farklı kişilik sorunları ortaya çıkarma ihtimali taşıyan bu tür uygulamalara onay vermemelidir. Türkiye`de yıllardır bizzat iktidar eliyle hayata geçirilen ve birbirinden ayrı olması gereken eğitim alanı ile inanç alanları birbirine karıştırılmaktan vazgeçilmelidir. Eğitim Sen olarak, çocuklarımızın siyasi iktidarın kendi siyasal-ideolojik hedeflerine ulaşmak için kullanılmasına sessiz kalmamız mümkün değildir. Anasınıfı öğrencilerine dini değerler eğitimi, iktidarın "ağaç yaşken eğilir" yaklaşımının somut bir yansımasıdır. Çocukların somut düşünme evresini 11-12 yaşlarında tamamladığı, özellikle okulöncesi çağındaki çocuklara soyut kavramların öğretilmeye çalışılmasının çocuklarda davranış bozuklukları, korku ve psikolojik travma yaratacağı gerçeği göz önünde bulundurularak, bu tür bilim dışı ve pedagojik açıdan son derece sakıncalı uygulamalara derhal son verilmelidir.”

17 Aralık 2014 Çarşamba

BEYİN YA DA ŞEYTANLIK !

Yaşayan beynimiz 140 milyar hücre, 1,5 kilogram ağırlık ve l milyon kilometreden uzun lif bağlantısına sahip jelatin bir yapıdır ve 60 watt’lık ampul kadar enerji kullanır, vücuda giren oksijen ve glikozun dörtte birini tüketir. Her sinir hücresi küçük bir jeneratör gibi çalışır. Karikatürlerde aklımıza bir fikir geldiği zaman kafamızın üzerinde ampul çizmek sanırım bu 60 Watt’lık ampulden kaynaklanıyor. “Beyinde 100 milyar nöron denilen beyin hücresi var. Düşünceler kafamızın içinde saniyede 120 metre hızla dolaşıyor.” Yani saatte 400 kilometre hızla şeytanlık düşünebiliyoruz! Beyin, insan vücudunun %2’si ağırlığında olmasına rağmen, geriye kalan %98’i yönetiyor. Öğrenirken, düşünürken, konuşurken onu kullanıyoruz. Ancak çoğumuz kafamızı nasıl daha iyi çalıştırabileceğimiz üzerine pek kafa yormuyoruz! Toplumsal, dinsel, siyasal, ailesel, genetik, teknolojik özellikleri göz ardı ederek, daha güzel bir dünya ve gelecek için sadece beynimizi nasıl daha iyi çalıştırabiliriz konusunda aşağıdaki önerileri gerçekleştirebilirsek aydınlık yarınlar için çok mu iyimser düşünmüş oluyorum?. Beyin kas sistemiyle çalışmadığı için, beden gibi yorulmaz. Beyindeki yorgunluk monotonluktan gelir. Beyin çok iş yaptığı için değil, hep aynı işi yaptığı için yorulur. Beynimizi dıştan içe doğru geliştirmenin yolu, duygularımızı zenginleştirmektir. Gözümüzü güzel ve farklı görüntülerle beslemek, kulağımızı farklı ve güzel seslerle beslemek iç dünyamızı genişletecektir. Çok gezmek de çok okumak kadar beyin dostu etkinliktir. Beyin sulanmaz, beyin kurur! Beyin yüzde 80 sudan oluşuyor ve bu yüzden beyne su takviyesi yapmak gerekiyor. Günde 8-10 bardak kadar su içilmezse beyin kurur ve algı kalitesi düşer. Eli hızlandıran şeyler, aklı yavaşlatır! Bir alışkanlık edindiğimiz zaman elimiz hızlanır ve otomatik pilot ile hareket eder, bu durum da aklı yavaşlatır. Zihinsel rutinlerinizi kırın: eğer sağ elinizi kullanıyorsanız bazen telefonu sol elinizde tutun (solaksanız tam tersi), çantanızı diğer elinizde taşıyın, evinize başka bir yoldan gidin. Akıl tutulmasına karşı, açık görüşlü ol. Kullanılmayan organ körelir. Sürekli aynı insanlarla aynı programları seyredip aynı hayatları yaşayarak aklınızı köreltmeyin. Beyninizin sınırlarını zorlamayan etkinlikler, beyninizi geliştirmez. Beyne çöp girerse, beyinden çöp çıkar! Beyninizi ne ile beslerseniz beyninizden alacağınız verim ya da çıktı o olacaktır. Girdilerin kalitesi çıktıların kalitesini belirler, dolayısıyla beyninize ne aldığınıza dikkat etmelisiniz. Sihirli “eğer” ile düşünün. Beyin tıkandığında varsayımlarla akıl yürütür. Kararsız kaldığınız bir durumda önemsediğiniz, model aldığınız bir kişiyi aklınıza getirerek “O benim yerimde olsaydı ne yapardı?” diye düşünün. Aklının takıldığı yer hayatının takıldığı yerdir! Zihin bir şeye takıldığında tüm sistem kendi içinde kilitlenir, aklınızı çözmek için kendi hayallerinizi gerçekleştirin, yani yeni ihtimalleri görmeye çalışın. Sosyal medya diyeti yapın! Sosyal medyanın aşırı kullanımı insanı beyninden vuruyor. Bu araçları aşırı derecede kullanırsanız beyin ölümünüz gerçekleşir, aşırı iletişim kurmak düşünmeyi durduruyor. Bu gerçek yaşamda da doğrudur. Beyni en çok yoran yeni insanlar tanımaktır. İyi ve kötü arasında sorgulama yaptığı için beynimiz bu durumlarda matematik çözmekten daha fazla yorulur. İnsanları beyninizle sevin! Aşk bir beyin işlevidir! Duyguların gerçekleştiği yer insan beynidir. Mantıksız davranış aşk üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılıyor, bu doğru bir düşünce değil. Nasıl çalışması gerektiğini beynine öğret! Beyin kendisini nasıl çalıştığı hakkındaki bilgi ve inançlarına göre kendini yapılandırır. Beyninizi sabah çalışmadığına inanırsanız beyin sabah çalışmaz, dolayısıyla beyninizi nasıl çalıştığına dair yapılandırırken dikkatli olun. Yürüyerek kolları sallamak beynin performansını olumlu etkiliyor. Önemli kararlarınızı açık havada, kollarınızı sağa sola sallayarak yürürken almaya ne dersiniz? Yabancı bir dil öğrenme beyni güçlendiriyor. Her gün birkaç yabancı ya da yerli yeni kelime öğrenip, kullanabilirsiniz. Sözlük okuyabilirsiniz. Alışveriş listesi veya telefon numaralarını ezberlemeyi deneyebilirsiniz. Zihinsel jimnastik/antrenman yapın. Bunun için çeşitli bulmacaları çözün, Satranç gibi akıl oyunları oynayın. Beyninizi kaliteli cümlelerle besleyin. Entelektüel zevklerinizi geliştirmek için her gün mutlaka iyi bir özdeyiş antolojisinden birkaç cümle okuyun. Her gün güzel bir resme veya fotoğrafa bakmaya çalışın. Estetik algınız, gördüğünüz estetik şeyler kadar gelişir. Sevdiğiniz bir müziği bir süre gözleriniz kapalı dinleyin. Beyin otoriteleri tarafından klasik müziğin zekaya 7 puan ekleyebildiği iddia edilmektedir. Unutmayın, kafanızda en çok neyi düşünürseniz, hayatınızda da onu çoğaltırsınız. Günde aklınızdan 60 bin ile 80 bin arası düşünce geçer. Bu düşünceler ne hakkındaysa, hayatınız da ona göre şekillenir. Düşünmek üzerine düşünmek, beyin ve düşünce kapasitesini arttırır. Bir konu hakkında düşünürken, nasıl düşündüğünüzü de gözlemleyin. İyi bir uyku kaliteli bir beyin için şarttır. Çok uyuyorum diye üzülmeyin. Einstein'in günlük 10 saatten fazla uyuduğu biliniyor. 24 saati geçen uykusuzluk beyinde sarhoşluğa benzer bir etki yapar. Bol ve temiz oksijen beyin için çok önemlidir. Beynimiz ağırlık olarak vücudumuzun yüzde 2'sini oluşturduğu halde, vücuda gelen oksijenin yüzde 25'ini tüketir. Oksijensiz kaldığımızda ölümü gerçekleşen ilk organımız beyindir. Odanızın penceresini açarak kendinize bol bol oksijen ısmarlayın. Farklı düşünme tarzları beyninizi geliştirir. Çocuklar ve hayvanlarla daha fazla vakit geçirin. Sizden farklı düşünen insanlarla konuşun. Beynin en tehlikeli yanı ''ters çaba'' kuralına göre çalıştığı anlardır. Başınıza gelmesinden en çok korktuğunuzu başınıza getirir! Buna ters çaba kuralı denir. Beyin odaklanılan hedef olumsuz olsa bile, bunu gerçekleştirmek için çalışır. Topluluk önünde konuşma yaparken ''acaba heyecanlanır mıyım ?'' diye düşünürseniz, heyecanlanırsınız. Beyni yoran monotonluktur. Hayatınızı ne kadar renklendirirseniz, beyninizi o kadar neşelendirebilirsiniz. Beyin kısa süreli hafızada beş ile yedi arasındaki bilgiyi işleyebilir. Yeni bir bilgi gelince, bu bilgilerden birini atar. Buna ''sihirli sayı'' kuralı denir. Bu kural aşılıp aşırı bilgi yüklenmesi durumunda beynimiz ''servis dışı'' olur. Hayatınızın en büyük kararlarını alırken ''kafadan'' değil,tıpkı beş haneli iki rakam grubunu çarparken yaptığınız gibi, bir kağıt üzerine yazarak ne yapacağınızı hesaplayın. Son olarak Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Sinan Canan, beynin 2.5 milyon gigabayt hafızası bulunduğunu belirterek, bunun 300 yıl süren HD filmin kaydedilmesi anlamına geldiğini söylüyor. Scientific American dergisinde ki bir makalede “Peki kullanamayacağımız kadar geniş bu hafıza neden evrimleşti?” diye sorarark şöyle yorumluyor. “ Evrimsel olarak muhtemelen bu beynimizin büyümesine paralel olarak edindiğimiz bir özellik, doğrudan üzerinde bir seçilim baskısı bulunmuyordu. Ancak beynimiz büyümek zorundaydı. Bu büyüme, bu orantısız hafıza artışını da beraberinde getirdi. Ancak dolduramıyoruz, çünkü hafızayla ilgili tüm süreçler düzgün evrimleşemedi. Daha seçilim süreçleri işini yapamadan, insan, zekasıyla doğal seçilimin önüne geçti ve etkisini büyük oranda kırdı. İşte bu yüzden beyin bu kadar karmaşık, bu yüzden anlaşılmaz hatalarla dolu.”

13 Aralık 2014 Cumartesi

TÜRBAN BAHANE, BİG BANG ŞAHANE

“Özgürlükten Kaçış” adlı eserinde Erich Fromm şöyle der : “Bir öğreti ne kadar mantıksız olursa olsun, toplum tarafından kabul edilerek güç kazandığı zaman, milyonlarca insan, kendilerini dışlanmış ve izole edilmiş hissetmektense, ona inanmayı tercih edecektir.” Ve aynı eserinde soruyor “Çağdaş insan için özgürlüğün anlamı nedir?” yanıtını da kendisi veriyor. “İnsan neden kendi özgürlüğünü diktatörlerin eline bırakmakta ve bir robot gibi yaşamaya razı olmaktadır? Özgürlüğüne sahip çıkamayan insan, biyolojik olarak bir canlı olmasına karşın, ruhsal açıdan bir robot gibidir. Zihinsel ve coşkusal yetenekleri körelmiştir, canlı değildir artık. Yeni ve kalıcı hiçbir şey üretmez. Yaşama karşı tam bir açlık içinde olmasına karşın uzak durur ondan, kaçar. Çünkü davranışları ve kararları kendisine ait değildir. Onu, dışındaki güçler yönlendirmektedir. Hoşnutluk ve iyimserlik maskesinin altında mutsuz ve endişeli bir insan gizlidir. Çağdaş toplumlarda birey, kendi yazgısıyla baş başa bırakılmamakta bu da kendisine korku ve güçsüzlükten başka bir şey getirmemektedir. Kendini içinde yaşadığı dünyadan ve toplumdan soyutlamış duran bireyler gittikçe çaresizleşerek yeni diktatörlüklere, totaliter yönetimlere verimli bir zemin oluşturmaktadırlar.” Bu özgürlüğü bilim insanı kuşku duyarak aşmayı hedefler. Ve Richard F.Feynman’ın dediği gibi “Bilim insanları olarak, büyük ilerlemelerin bilgisizlik felsefesinden geldiğini, düşünce özgürlüğünün meyvesi olarak ilerlemenin doğduğunu, bu özgürlüğün değerini yüceltmeyi, kuşkudan korkulmaması gerektiğini ve gelecek nesiller adına kuşku duyma özgürlüğünün değerini bilmemiz gerekir.” Evet, ne yazık ki bilim tarihi boyunca bu kuşku duyma özgürlükleri sürekli engellenmiş, doğmatizm engeline takılmıştır. Önceki yazılarımdan birinde Batlamyus’un dünya merkezli teorisine sarılan kilise, evrenin insan için yaratıldığı aşağılık kompleksine kapılarak, bilimin nerede ise bin yıl ilerlemediğini anlatmıştım. Ama kuşkucu bilim insanları bu teorinin eksikliklerini daireler içine daireler koyarak çözmeye çalışsalar da sonuçta kuşku ve gözlemler bu teorinin geçersizliğini kanıtlamıştır. Öğrencilik yıllarımda öğretilen Büyük Patlama ya da Big Bang teorisine göre evren, yaklaşık 14 milyar yıl önce aşırı yoğun ve sıcak bir noktadan patlayarak genişlemeye başlaması teorisini ilk kez 1920’lerde Rus kozmolog ve matematikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaitre tarafından ortaya atıldığıdır. Tabi Big Bang herhangi bir yerde olmuş bir patlama değildir. Büyük Patlama genişleyen evrenin şiddetine gönderme yapmak üzere tercih edilmiş bir terimdir. Gelişmeler ışığında ve gözlemlerle desteklenmesi sonucunda teori geniş kabul görmüş hatta günümüzde de desteklenmektedir. Big Bang’ın önerdiği ya da en azından sade modelinde önerdiği çözüm, şaşılacak derecede yaratılışçı bir görünüm taşıyordu. Her şeyden önce, sonuç, evrenin bir başlangıcı olduğu anlamına geliyordu. Fizikçi Papaz Lemaître’e Big Bang modelini hazırlamasında dinî kanaatlerinin yardımcı olduğu ileri sürülmüştür. Bununla birlikte Big Bang teorisi yaratılışçıların lehine görünen sonuçlara varmış bulunuyordu. Tabi Vatikan’da bu modele sarılarak Cern’deki çalışmaların en büyük maddi destekçisi konumundadır. Fakat Big Bang modeli bazı sorunları da beraberinde getirmiştir. Ayakta kalabilmesi için Batlamyus’un daireleri gibi beklenmedik değerlere birçok parametrenin eklenmesi gerekmektedir. Bu tür bir ince akort fizik modellerinde sorunlu olarak kabul edilir. Sonuç olarak teoriyi reddeden bilim insanları da yeni modeller geliştirmektedirler. İşte yazımın başlığının anlamı da burada şekilleniyor. Türban bahane edilerek hapse gönderilen Prof.Dr.RENNAN PEKÜNLÜ (Ege Üniversitesi Astronomive Uzay Bilimleri Bölümü emekli öğretim üyesi)’de Big Bang teorisinin yetersizliğini düşünenlerdendi. 18.11.2004 tarihinde kaleme aldığı makalesinde “Bilinmeyene doğru ilerlemek için kuşku şarttır. Çözülmemiş bir problemi çözmek istiyorsak, bilinmeyene, kapıyı sonuna dek açık tutmalıyız.” diyerek, 22 Mayıs 2014 tarihinde New Scientist Dergisinde yer alan “ Bilim Dünyasına Açık Mektup’ başlıklı bildirinin içeriğine değiniyor. “Bildiride Büyük Patlama modelinin giderek artan sayıda düşsel varlıklara(hypothetical entities), diğer bir deyişle asla gözlenememiş olgu ve süreçlere dayanmak zorunda kaldığı belirtiliyor. Örneğin,uzayın enflasyonist (Şişerek) genişlemesi, karanlık madde ve karanlık enerjinin varlığına dayandırılıyor. Eğer bu “hayaletler”dikkate alınmazsa. Büyük Patlama modelinin öngörüleriyle, gökbilimcilerin gözlemleri arasında ölümcül bir çelişki olacağı savunuluyor. Kuram arasındaki uyuşmazlığı gidermek için düşsel nesnelere, “hayaletlere” bu denli sık başvurma gereksiniminin, fiziğin başka hiçbir dalında onanmayacağı belirtiliyor. Böylesi yara bantları (Batlamyus epycycle’ları) Big Bang kuramının geçerliliğine kuşku duyulmasına neden oluyor. Büyük patlama evren modeli bu yara bantları olmaksızın varlığını sürdüremez. BüyükPatlama modeli, bir tür karanlık madde (hayaleti)olmazsa, evrendeki madde niceliğine ilişkin çelişkili öngörülerde bulunmaktadır. Evrende gözlenen Lityum, Dötoryum ve Helyum elementlerinin “anormal” bolluğunu açıklayabilmek için, enflasyon(şişme, büyüme) denen hayalete gereksinim var. Eğer karanlık erke(enerji) denen bir diğer “hayalet” yoksa evrenin yaşı yalnızca sekiz milyar yıl olacaktır. Oysa ki, diğer gökadalarda olduğu gibi bizim gökadamızda da 8 milyar yıldan milyarlarca yıl daha yaşlı yıldızlar bulunmaktadır. “ Dahası da var! Büyük Patlama kuramı gözlemlerle sınayabileceğimiz bir tek nicel öngörüde bulunamıyor. Bu kuramı destekleyenlerin başarı diye sundukları şey, gözlemlerden sonra, kuramın çökmemesi için uydurulan bir dizi ayarlanabilir parametrelerdir. Bugün, evrenbilimin parasal ve deneysel gözlemsel kaynakları Büyük Patlama çalışmalarına akıtılmaktadır. Parasal desteklerin kaynağı oldukça azdır; bilimsel makaleleri değerlendiren komitelerin hepsinde Büyük Patlama yanlıları baskın konumdalar. Sonuç olarak, evrenbilim alanında Büyük Patlama kendini korumaya almış, kuramın bilimsel geçerliliğinin sorgulanmasından bağışık kalmıştır. Parasal desteklerin Büyük Patlama’nın geçerliliğini araştıran ve ona seçenek olan modellere ilişkin çalışmalara verilmesi, evrenin tarihini saptamaya yönelik bilimsel sürecin başlamasını sağlayacaktır. Evet, bu bildirinin altında bu bildiriye imza atan bilim insanlarının isim listesi var. Çoğu Nobel Ödüllü, değişik ödül almış, alanında başarılı bilim insanları. Vurgu, yine ünlü, Nobel ödüllü bir kuantum fizikçisi olan Richard Feynman’ın “Bilim kuşku duyma kültürüdür” saptaması üzerine yapılmış.” Yoktan var olan bir evren modelini desteklemezsen sonucun türban bahane, big bang şahane olması normal sanırım. İ.Ü. Öğretim Görevlisi Tuncay Erciyes’in, 22 Temmuz 2007’de kaleme aldığı Büyük Patlama ile ilgili kişisel görüşlerini ve Rennan Hoca'nın Büyük Patlama'ya karşı bildirisini ekteki adreste 24 Kasım 2014 tarihinde yeniden yayınladı. Meraklısı için ilginç bir deneyim olacağını düşünüyorum. https://www.facebook.com/notes/tuncay-erciyes/profdr-rennan-pek%C3%BCnl%C3%BC-b%C3%BCy%C3%BCk-patlamaya-kar%C5%9Fi-bildiri-ve-richard-feynmanin-konu%C5%9Fma/10154943587565201

10 Aralık 2014 Çarşamba

CEHALETİN DERİNLİĞİ, BEYİNLERİN SÖMÜRGELEŞMESİ

“Ussal olmayan hiçbir şey dinsel de olamaz” İbn-i Rüşd Bazen insanın aklı donup kalıyor. Yazacaklarını biliyorsun ama yazamıyorsun. Öfke, isyan, çaresizlik, acıma, sorumluluk tüm duygular kafanda dolaşıyor ama buzdağının altında ki kütleden sadece kısa sözcükler fırlıyor. Egom(benliğim), idim (alt bilincim) ve süperegomdan (üstbenliğimden) fırlayan bu sözcükleri kurmamda dengeyi sağlayamıyor. Diğer bir deyişle buzdağının altındaki bilinçdışım baskın çıkmaya çalışarak bilinç seviyemi, düşüncelerimi, algılarımı kontrolsüz bırakmaya çalışıyor. Freud’un sözüyle şahlanmış bir at üzerindeki şövalye gibi olan egom, idim ile süperegomun isteklerini uzlaştırmak istemiyor sanki, hakemliği bırakmış vaziyette. İnsan hayatının çeşitli evrelerinde oluşan bu kişilik yapılarının sağlıklı ve uyumlu olabilmesi için uzlaşma ve denge içinde olması gerekmektedir. Eğer ego, bu dengeyi sağlanamazsa kişilik yapıları arasında çatışma yaşanır. Şu an benim egom bu dengeyi sağlamak için savunma mekanizmasını devreye soktu. Fakat bu savunma mekanizmalarını aşırı bir biçimde kullanırsam bu da dengenin bozulmasına, savunma mekanizmalarımın kişiliğimi denetim altına alarak, uyumsuz davranışlar sergilememe neden olabilir. Tabi ki hepimiz toplumsal bir varlık olduğumuz için toplumumuz da yaşanan sorunlar bazen insanın dengesinin geçici de olsa bozulmasına neden olabiliyor. Şu an ben, kendimde ki bu dengesizliğin nedenlerini çok iyi bildiğim için bunu atlatmam zor olmayacaktır. Ben de, bu dengesiz duygulara neden olan ise yine içimizde ki doyumsuz hayvan olan idi ile yaşayan, diğer kişilik yapılarına evrimleşememiş, beyinlerini sömürgeleştirmiş, ego ve süperego evrelerine ulaşmamış cehaletin derinliğinde ki, kişilerin düşünce ve davranışlarıdır. İd(alt bilincimiz) ya da bilinç dışımız kendisini yalnızca ihtiyaçlarına göre ayarlayan, eleştiri kabul etmeyen, güdüsel, durdurulamayan en ilkel benliğimizdir. Ana kaynağı, cinsellik, kabullenemez cinsel arzular, saldırganlık, açlık, kin, ahlak dışı dürtüler, mantık dışı istekler, bencilce ihtiyaçlar, vahşet dürtüleri gibi ihtiyaçların en bencilce şekilde doyurulmasıdır. Ruhsal yapımızın düzenleyici, dizginleyici, yargılayıcı, suçlayıcı ve cezalandırıcı ögesi olan süperegomuz yani üstbenliğimiz ise, dolayısıyla da vicdan denilen kavramla bu anlamda özdeştir. Şimdi yazacaklarımı ise sizlerin vicdanlarına bırakıyorum. 3 Aralık Dünya engelliler günü nedeni ile Kayseri’deki yerel bir gazete “…….. Sakatlar Derneği Başkanı” ile bir röportaj yayımlıyor. Dernek başkanı aynen şunları söylüyor : "Kazadan sonra bir yerini kaybeden insanın psikolojisi bozuluyor. Biz bu noktada devreye girmeliyiz. ’Bu Allah’ın vergisi, ben bir hata yaptım, bu cezayı çekiyorum’ demesi gerekiyor. İnsanlar yaşarken hatalarını görürler. Bu hatalara karşılık da Allah tarafından bazı cezalar verilir. Bir kere yaşarken bunu görmek lazım. Allah kulunu çok sever. Kulunun yaptığı hatalara bir aldırmaz, iki aldırmaz, beş aldırmaz. Der ki, ‘Ey kulum sen hala niye kendine gelmiyorsun.’ Bu hadisi şerifte de var. İşte burada müftülüğümüz devreye girecek." Tepkiler üzerine aynı dernek başkanı kabahatinden büyük bir özür diliyor. Sanki engelli olmanın Allah’ın bir cezası olduğunu söylediği gibi yanlış algı oluştuğunu söyleyerek; "Engelli olmak ceza değil, lütuftur" diyen Kılıç, "Bütün engelli arkadaşlarıma söylüyorum; Biz engelliler, Allah’ın en sevdiği kullarıyız. Bazı engelli arkadaşlarımızın psikolojik ve manevi destek alması gerektiğini ifade etmekteyim" diye konuştu. Çevir kazı yanmasın, önce günahların bedelini ödeme, sonra en sevilen kul olma. Nasıl bir mantık ve nasıl bir vicdan bu. Ve nasıl bir çark etme. Bu köşede daha önce de özellikle akıl sağlığı konusunda inançsızların akıl sağlığı bozuktur, otistikler ateisttir şeklinde ki vicdan dışı düşünceleri paylaşmış, özellikle “her insan masum doğar” anlayışından hareketle akıl hastalıklarının genetik kökenli olması düşünüldüğünde bu yanlış ve sapkın düşünceler eleştirilmişti. Çünkü hiçbir din akıl sağlığı ve genetik hakkında bilgi vermez. Ama tüm dinlerde kendilerini Tanrı yerine koyan egemen güçler bu tür fetvalarda bulunmaya devam etmektedir. Fakat, benim ilkel benliğimin, benliğimi ele geçirmeye çalışmasına neden olan son haber ve düşünceler. Haber ve düşünceden ziyade tepkisizlik. Özellikle doğumdan sonra oluşan bazı engeller var ki dinlerce, bırakın günahkarlık sayılmasını, kutsal sayılmıştır. Bu zatı muhteremin akıl dışı fetvalar vermesini, rahat ve huzurlu bir şekilde yaşamasını sağlamak için gazi olan, bir organını kaybeden insanlarımızın günahı, bunu söyleyen kişinin cehaletinin derinliğinin en güzel örneği bence. Çünkü ego evrimleşmediği için ilkel benlik ve üst benliğini dengeleyememektedir. Daha da tehlikeli olan bu düşüncelerin son yıllarda gittikçe aleni bir şekilde ifade edilmeye başlanması. 3 Mart 1924 tarihinde Şeriye ve Evkaf Vekaletinin yerine Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle kurulan ve "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir." Denilerek kurulmasına rağmen, ne yazık ki son yıllarda egoları tavan yapan siyasetçilerin güdümünde olan ve siyasallaşan Diyanet İşleri Başkanlığı, bu tür vicdansız düşüncelerin dinde olup olmayacağını araştırmak yerine sessizliği tercih ederek bu düşüncelere ortak olmaktadır.

6 Aralık 2014 Cumartesi

İBN-İ SİNA, EİNSTEİN ve EĞİTİM ŞURASI

“Şarap gerçekten ruhun gıdasıdır. Onun rengi ve kokusu gülün rengini ve rayihasını bastırır. Tad bakımından bab öğüdü gibidir; acı fakat yararlıdır. Şarap içmek cahile göre batıl, bilgin yanında haktır. Aklın fetvası ile âlime helal olmuştur. Şeriat hükümlerinde ahmak olanlar için haram sayılmıştır.” İbn-i Sina Geçtiğimiz günlerde Antalya’da gerçekleşen 19. Eğitim Şurası’nda Cumhurbaşkanının konuşmasından bazı aykırı notları eleştirel aklın süzgecinden geçirmekte fayda var diye düşünüyorum. Şöyle diyor Cumhurbaşkanı; ““Einstein kimdir deseniz? Her gencin diyecek bir sözü vardır. İbni Sina kimdir deseniz? Çoğu bundan habersiz.” Hemen akla neden? sorusu geliyor. Cumhurbaşkanının iddia ettiği gibi eğitimde, “Cumhuriyetimizin ilk yıllarda çok ciddi seferberlik yaşandı. 2002 yılında bizim hükümetimizi devir almamıza kadar çok ciddi bir duraklama dönemi yaşandı.” Yaşı 50’yi aşmış ben yaştakiler o ciddi duraklama döneminde yetişen, eğitim gören ama bilim tarihine damga vurmuş bu iki büyük insanı da çok iyi tanıyan kuşaktanız. Derslik sayısının arttırılması eğitim kalitesini arttırmaz. Ayrıca nitelikli öğretmenden bahsediyor Cumhurbaşkanı. Nitelikli öğretmen yetiştiren kurumlar, öğretmen okulları kapatılırsa, Öğretmen yetiştiren kurumlardan mezun olanlar atanmaz, üniversite öğretimi almış kişilere ücretli öğretmenlik yaptırılırsa nasıl olacak eğitimde ki kalite artışı. Yine Cumhurbaşkanı okullara 1 milyondan fazla bilgisayar gönderilmesinden bahsediyor. Ama şunu görmezden geliyor. Teknolojinin gelişmesi ile birlikte psikiyatri yeni bir bağımlılık türü ile ilgilenmeye ve önlem almaya çalışıyor. Teknoloji bağımlılığı. Ve son yıllarda bu konuda psikiyatrlara müracaat eden ebeveynlerin sayısında ciddi bir artış olduğunu söylüyor konunun uzmanları. Hatta geçen yıl yapılan kongrede, uzmanlar teknoloji bağımlılığının öğrencilerin kimyasını bozduğunu belirtiyorlar. Hele kitap okumayan bir nesilde bu durum toplumu tamamen kitaplardan uzaklaştıracaktır. Bu şartlarda mı öğrenciye “özgüven” aşılanacak. Dört işlem yapamayan lise öğrencilerinin olduğu dönemde değil bilgisayar, hesap makinası bile yasak olmalı diye düşünüyorum ben lise bitene kadar. İçi boşaltılan müfredatlarla, eğitim vermeye çalışılırsa olacağı budur sanırım. Açıkçası içi boşaltılan okul kitapları ile ilgili olarak değerli çalışmaları olan eğitimci – yazar Mahiye (Morgül) hanım, “Eğitim, çocuğun zihinsel, fiziksel ve ruhsal gelişimini desteklemek içindir” diyerek ekliyor, “2005’te başlayan “her yıl kullan at, içini masallarla donat” kitaplardan “sıfır” çeken nesiller yetiştirildi.” Tabi bu kitaplarla eğitim gören yeni nesillerin İbn-i Sina’yı, Itri’yi, Dede Efendi’yi tanımaması çok normal bence. İlgilenen ebeveynler için 1968 bilimsel Müfredatına göre hazırlanmış ve çocuğu sosyal varlık olarak gören, eğitimde duraklama dönemi olarak adlandırılan dönemde yazılmış çok değerli okul kitaplarına http://www.mahiye.net/kitap.html sitesinden ulaşarak ücretsiz indirebilir ve çocuklarınıza en azından yardımcı ders kitabı olarak okutabilirsiniz. Son olarak Cumhurbaşkanı, “Atalarının kelimelerinde mahcubiyet duyan gençlerimiz var.” diyor. Örnek verdiği İbn-i Sina (980-1037) öncelikle tıp insanı, bilim insanı ve filozof. Tıbbın Kanunu kitabı 17. Asrın ortalarına kadar Batı Üniversitelerinde tıbbın temel kitabı olarak okutulmuştur. Hatta ruhbilimle ilgilenmiş, insanların ruhlarının müzikle tedavi edilebileceğini öne sürerek bu yöntemi geliştirmiştir. Ayrıca İbni Rüşt’ün düşüncesine göre bazı konularda “şeriat ve akıl çelişirse akıl yolu tutulur” mantığı ile yazımın başında ki sözleri de söyleyerek çalışmaları sırasında sürekli şarap içmiştir. Bu yüzden İbn-i Sina’dan mahcubiyet duymalı mıyız onu çözemedim açıkçası !

3 Aralık 2014 Çarşamba

“MATEMATİK ŞEYTAN İŞİDİR”

"Bilinende sınır vardır, bilinmeyende sınır yoktur. İnsan aklı anlaşılmazlığın engin okyanusunda barınacak bir ada sağlar. Her kuşağa düşen iş, bu okyanustaki adaya biraz daha toprak katarak büyütmektir." T. H. Huxley Düşünmek için sormak gerek. Doğru soruyu sormak içinse bilgi gerek. Soru şu : Neden Batı bilimde bu kadar ileri iken Doğu geri kalmış ve hala ortaçağ karanlığındadır? Aslında bilimdeki bu ortaçağı Batı’da yaşadı. Şöyle ki daha önceki yazılarımdan birinde Dünya Merkezli Sistemi çağın yöneticilerine –ki aşağılık kompleksinden dolayı Kilise’ye - kabul ettiren Batlamyus Batı’da bilimin ortaçağını başlatmıştır. Batlamyus’a rağmen İskenderiye Kütüphanesi bilimin ayakta kalmasına neden olmuştur. Botanik bahçesi ve bir rasathanesi bulunuyordu. Otopsi yoluyla insan vücudunun incelenmesi için bir anatomi salonu açılmıştı. Bu bilim sitesinde fizik, kimya, tıp, astronomi, matematik, felsefe, edebiyat, ve fizyoloji bilgileri için evler yapılmıştı. Yunan eserlerini, Akdeniz, Asur, Çin, Roma, Ortadoğu ve Hindistan’daki çeşitli dillerden Yunancaya yapılmış tercümeleri de kapsıyordu. Bu kütüphanede 900.000 el yazması ve 150.000 in üzerinde kitap olduğu tahmin edilmektedir. Ne yazık ki bu kütüphanenin yetiştirdiği filozof, matematikçi ve astronom Hypatia, İskenderiye Psikoposu tarafından “dinsizlik” ve “şeytanlık” ile suçlanarak hedef gösterilmiş, 415 yılında taşlanarak öldürüldükten sonra kütüphanesi yerle bir edilerek yakıldığı ve bilgiden korkanlar tarafından bilgi kaynaklarının ortadan kaldırılmasıyla bilginin yayılması engellenmeye çalışılmıştır. Avrupa’da da durum değişik değildi, orada da bilgiden korkanlar tüm antikçağ belgelerini yok etmiş, hatta Kilise tarafından gülmek bile yasaklanmıştır. (Özellikle kadınların gülmesi sizlere bir şeyler hatırlatmıyor mu? Ortaçağın yasağı 21. Yüzyılda iffetsizlik oluyor bu topraklarda) İşte bu dönemlerde Batı, bilimin ortaçağını yaşarken Doğu’da özellikle M.S. 800-1100 yılları arası ise Bilimsel anlamda büyük bir ilerleme içinde idi. Batı’nın yok ettiği tüm Antik döneme ait eserler bu dönemde Doğu dillerine çevrilmiş, Bağdat bilim merkezi haline gelmiştir. Büyük Selçuklu Devleti dönemlerinde Melikşah’ın veziri Nizamülmülk ilim meclisleri denilen tartışma ortamlarını ve medreseleri açıyordu. Dönemin parlayan yıldızı Gazali (1058-1111) Nizamülmülk tarafından Bağdat’taki Nizamiye Medresesi’nin Baş Müderrisliğine atanmış. Burada kısa sürede ün ve saygınlık kazanmıştır. Bir müddet sonra içine girdiği ruhsal bunalımın da etkisi ile Sufizm’e yönelen Gazali Hac’a gitme arzusuyla Medresedeki görevini bırakarak Şam, ardından Hac’a gider. İman tazeleyip döndüğünde artık akıl çağı dönemi hem kendi için, hem de Doğu için bitmiş olur. “Felsefenin Tutarsızlığı’ nı yazarak, “Matematik Şeytan işidir” deyip tutuculuğun ve Doğuda ki aydınlık bilimsel çağın çökmesine neden olur. Bir daha toparlanamamak üzere. Hatta İbni Sina’yı, Farabi’yi kafirlikle suçluyor. Doğu ve batı fark etmiyor bilim eşittir kafirlik. Gazali’ye en büyük eleştiri yine Doğu’dan İslam Dünyasından gelmiştir. Endülüslü İbni Rüşt (1126-1198) Gazali’yi mahkum ederek “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir” dolayısı ile akla uygun olan nakle (vahiy) aykırı olamaz. Aklın özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağını savunur. Bunları düşünüp yazarken Batı’nın yok edilmiş ve unutulmuş eserlerine şerhlerde yazıyordu. Batı’da Rönesansın başlaması İbni Rüşt’ün eserlerinin Latince’ye çevrilmesi ile başlamıştır. Hatta Batı, Rüşd’e “Şarih” (Yorumcu) diyerek yüksek derecede önem veriyordu. O tarihten sonra Doğu itaat ve teslimiyeti temsil eden Gazali’nin, Batı özgür irade ve aklın yolunu seçen İbni Rüşt’ün izinden gitmiştir. Ne yazık ki İbni Rüşt, bu gericilik ve tutuculuk ortamında İslam Dünyasında sadece bu topraklarda Türkiye Cumhuriyeti’nde kazanır. 1923 Atatürk Devrimleri ile. 2000’lerin başından itibaren bu topraklarda Gazali yeniden hortlamaya başlamıştır. Aydınlık ve özgür aklın iradesini isteyip te başarılı olunmamasının nedenleri belki de doğru soruyu soramamızdan kaynaklanmaktadır. Mustafa Kemal’in izinden gittiğini söyleyen, mirasını koruması gereken sözde ilericiler, yoksa doğru soruyu soramayan cahillerden misiniz? Soruyu anlamak çözümün yarısıdır der eğitimciler. Not: Araştırmacılar için zorunlu bir açıklama. Bir müddettir akıl sağlığını yazmıyorum. Fakat ne hikmetse karşımıza çıkıyor. Dinciler; (inançlıları kastetmiyorum dini kullanan çıkarcıları kastediyorum) akıl sağlığı bozuk olanların inançlarının eksik olduğunu iddia ediyorlar. Fakat Gazali’de görüyoruz ki ruhsal bunalıma girdikten sonra teslimiyetçiliği savunmaya başlıyor. Tam bir araştırma konusu olabilir diye düşünüyorum.

29 Kasım 2014 Cumartesi

“BÜYÜLEYİCİ BİR ŞEKİLDE HUZUR BOZUCU”

Astrofizikçi Prof.Dr. Rennan Pekünlü’nün hapse girdiği bu günlerde; Amerikalı Astrofizikçi Neil deGrasse Tyson’un bir televizyon programında ki yaşamın dünyada başlaması ve evrende yaşam konusunda sorulan soruya verdiği yanıtı aktarmak istiyorum bu yazıda. “Tamam sadece birkaç düşünce. Birisi son derece kozmik, diğeri ise büyüleyici bir şekilde huzur bozucu. Bence kararını siz verin. Son altmış yılda öne çıkan birkaç belli başlı gerçeği ele alalım. Eğer 50 yıl önce kimya öğretmeninize sorsaydınız sınıfta asılı olan o gizemli kutucuklarla dolu olan tabloya bakıpta – elementlerin periyodik tablosu- bu elementler nereden geldi. Kimya öğretmeninizin size verecek bir cevabı olmazdı. Derdi ki “işte topraktan kazıyorlar” hayır geldikleri yer orası değil. Kimyasal elementlerin kaynaklarını modern astrofizik sayesinde tespit edebildik. Yıldızları inceledik merkezlerinde ne olduğunu biliyoruz, infilak ediyorlar, içeriklerini açığa çıkarıyorlar, ve keşfettik ki, bu periyodik tabloda ki elementler – aynı zamanda bizlerde bu elementlerden yapıldık- yıldızların bu hareketlerinden elde ediliyor. Bu yıldızlar, elementleri ürettiler, infilak ettiler, bu zengin içeriklerini galaksi boyunca saçtılar, etraflarında ki gaz bulutlarını kirlettiler, daha doğrusu zenginleştirdiler ve daha sonra yeni nesil yıldızları oluşturdular. Etraflarına yerleşmiş gezegenler ve muhtemelen yaşam ve evrenin içindeki elementlere baktığınızda bir numaralı bileşen hidrojen, bir sonraki helyum, sonraki oksijen, karbon, nitrojen,. Bunlar evrendeki başlıca elementler. Derler ki tamam bu ilgi çekici ve dünyaya bakarız “çünkü biz özel olduğumuzu düşünmeyi severiz” deriz ki hey biz özeliz. Eeeeeee bizlerin hammaddeleri ne. Vücutlarımızda ki bir numaralı molekül nedir. Su… eeee suyun ham maddesi nedir .Hidrojen ve oksijen. Aslında eğer insan vücudundaki elementleri sıralarsak, kimyasal olarak etkisiz olan helyum hariç, -soluyupta Mick Mouse gibi sesimiz olması dışında sizlere faydasızdır- bu arada tek başına teneffüs edilmedikçe helyum yüzünden ölmezsiniz. İnsan vücudundaki 1 numara hidrojen evrenle uyuşuyor, 2 numara oksijen evrenle uyuşuyor, 3 numara karbon, 4 numara nitrojen evrenle uyuşuyor ve hepimiz için 5. Element –diğerleri- de iki taraf için aynı. Geçtiğimiz 50 yıl içinde öğrendik ki bizler bu evrenin bünyesinde yer alıyoruz. Ancak aynı zamanda evrende bizlerin bir parçası. Eğer bizmutun nadir bir izotopundan meydana geliyor olsa idik o zaman – biz özeliz- düşüncesini savunabilirdiniz. Ama bu fikir bazı insanları üzüyor. Diyorlar ki, - yani bu özel olmadığımız anlamına mı geliyor- bence özeliz ama başka bir şekilde. Gece gökyüzüne baktığınız zaman sadece biz buradakiler ve onlar oradakiler değil de aslında biz oradakilerin bir parçasıyız. Ve işte bu ilişki benim için gerçekten aydınlatıcı, yükseltici ve yüceltici bir duygu. Nerede ise manevi…. Öğrendiklerimiz sayesinde gece gökyüzüne bakmak ve bir ait olma hissi bulmak …… Ve şimdi kendimize soruyoruz. “evrende yalnız mıyız” orada bulunan en yaygın malzemeden yapılmışız ve kimyamız karbona odaklı. Karbon periyodik tablodaki bütün elementler içinde kimyasal olarak en aktif olandır. Eğer yaşam gibi kompleks bir şey için gerekli kimyayı oluşturacak olsa idiniz bunu karbonu baz alarak yapardınız. Ve karbon evrende en çok bulunan 4. Element. Biz nadir bulunur değiliz. Karbon kullanarak yapabileceğiniz molekül sayısı diğer bütün moleküllerin toplamından daha fazladır. Bu yüzden kendimize sorarsak – evrende yalnız mıyız- UFO lar hakkında ki sert eleştirilerime rağmen aynı inançla söylüyorum ki kozmosta yalnız olduğumuzu savunmak çok yersiz bir şekilde bencillik olur. Kimya yalnız olmadığımız ilan etmek için çok zengin. Evren çok muazzam, evrende bulunan yıldız sayısı dünyadaki bütün sahillerdeki kum tanelerinin toplamından daha fazla. Evrende bulunan yıldız sayısı dünyada yaşamış bütün insanların mırıldandıkları seslerin ve kelimelerin toplamından fazla. Evrende yalnızız demek için hayır henüz dünya dışında yaşam bulmadık araştırıyoruz. Fazla uzağa bakamadık galaksimiz bu kadar biz ancak küçük bir kısmına bakabildik. Ama araştırıyoruz. Peki dünya üzerinde ki yaşam… neden oluşması zor olsun ki. Bizim bir laboratuvarda oluşturamıyor olmamız doğanında sıkıntı yaşadığı anlamına gelmez. Belki de bu bilgi ile beraber, ve her yerde bulunabilen doğru malzemeler ile belki de yaşam kaçınılmazdır. Kompleks kimyanın kaçınılmaz bir sonucu. Eğer öyle ise kendi güneş sistemimize bakıyoruz, Marsa bakıyoruz oradaki bütün kanıtlar gösteriyor ki Mars bir zamanlar ıslak verimli bir yerdi. Bir vaha. Kurumuş ırmak yatakları var, taşkın ovaları, nehir deltaları, menderesler… Hepsi köküne kadar kurumuş. Marsta kötü bir şeyler olmuş. Onun ortamında bir şeyler ters gitmiş ve şu anki haline getirmiş. Venüs tede bazı şeyler ters gitmiş. Sera etkisi. Venüs 464 derecelik bir yüzey sıcaklığına sahiptir.. İnsanlar diyorlar ki burada yerde para harcamak yerine neden yukarıda para harcıyalımki. Çünkü yukarıdan burası hakkında bir şeyler öğrenebiliriz. Burada ki sera etkisini incelemek istemiyorum. Venüs bizim güneş sistemimizde ki kötüye giden gezegenlerin en iyi örneği. İlk önce onun hakkındaki bilgileri öğrenelim. Öğrendik ki bir gök taşı çarptığında etrafa kaya parçaları saçabiliyor. Uzaya doğru kaçış hızıyla. Yani fırladığı gezegen geri dönmemek üzere. Eğer Mars bulgularınında doğruladığı gibi dünyadan daha önce ıslak ve verimli bir yerse ve eğer mars dünyadan önce yaşam barındırıyorsa bu uzaya fırlayan kaya parçalarının çatlaklarında bazı kaçak bakterilerin bulunması muhtemeldir. Dünyada hali hazırda bildiğimiz bazı dirençli bakteriler var. İnanılmaz sıcaklıklarda, basınç altında, kupkuru donmuş ortamda, radyasyonda ayakta kalabiliyorlar. Uzayda ki ölümcül ortam bu bakterilerin bazılarına dokunmaz bile. Belki de dünyadaki hayatın tohumları bu Marstan gelen kaya parçasındaki kaçak bakteriler tarafından ekildi. İşte bu “panspermi” diye akla yatkın bir senaryodur. Yaşamın bir gezegenden diğerine transfer olması. Eğer böyle olduysa bu hepimizin atalarının Marslılar olduğu anlamına gelir. Şimdi izin verin sizi rahatsız edici bir fikir vereyim ve orada bırakayım. Genetik olarak insanları en yakın akrabalarımıza, şempanzelere bakarsak %98 in üzerinde özdeş DNA’yı paylaşıyoruz. Şempanzelerden zekiyiz. İnsanları özgün kılacak bir zekilik ölçüsü icat edelim ve diyelim ki zekilik ; şiir ve senfoni yazabilmek, sanat yapabilmek, matematik ve bilim yapabilmek olsun. Bunu zekiliğin anlamı olarak kabul edelim şimdilik. Şempanzeler bunların hiçbirini yapamıyor. Yine de onlarla DNA’larımız %98, % 99 ortak. Yaşamış en parlak şempanze belki biraz işaret dili yapabiliyordu. Bizim bebeklerimizde bunu yapabilir. Beni çok derinden endişelendiren şey şu: Bizi şempanzelerden ayıran her şey DNA’ larımızdaki %1 farktan doğuyor. Öyle olmak zorunda çünkü fark bu kadar. Hubble Teleskobu bu %1 in içinde. Belki de bizlerde olupta şempanzelerde olmayan her şey şempanzelere göre düşündüğümüz kadarda zeki değil. Belki de bir Hubble teleskobunu inşa etmek ve fırlatmak ile bir şempanzenin işaret dili olarak iki parmak hareketi yapabilmesi arasında ki fark belki de aradaki bu fark o kadarda büyük değil. Biz kendimize büyük olduğunu söylüyoruz. Kitaplarımıza optik illizyonlar diye isim verdiğimiz gibi. Farkın çok olduğunu kendimize söylüyoruz. Belki de nerede ise hiç yok. Buna nasıl karar verebiliriz. Başka bir yaşam biçimi düşleyin. Bizden %1 farklı olan bizim şempanze ile olan farkımızla aynı yönde düşleyin. Onlardan %1 farkımız var ve biz Hubble teleskobunu inşa ediyoruz. %1 daha ilerleyin biz onlara göre neyiz? Onların yanında salya akıtan tam birer aptal gibi görünürdük. Stefan Hawkink’i alır ve araştırmacı öğrencilerinin önlerine geçirip “bu onların arasında en parlak olanı çünkü astrofiziğe benzer bir şeyler yapabiliyor.” Ayyyy çok tatlı bizim ufaklık John’da yapabiliyor. Hatta John’i geçenlerde yapmıştı dur getireyim buz dolabına asmıştık. Bunu ilkokulda yapmıştı. Bir düşleyin ne kadar zeki olurlardı. Kuantum mekaniği onların bebekleri için içgüdüsel olurdu. Çocukları senfoniler yazabilirdi ve dediğim gibi buzdolabı kapılarına asarlardı. Tıpkı bizim makarna kolajları gibi. Zeki bir yaşam formu bulacağız ve onlarla iletişim kuracağımız düşüncesi. En son ne zaman durdunuz ve bir solucanla muhabbet ettiniz. Ya da bir kuşla. Tamam belki muhabbet etmişsinizdir ama bir cevap beklediğinizi düşünmüyorum. Dünyada ortak DNA’larımız bulunan bir canlı türü ile iletişim kuramıyoruz. Ve bir zeki yaşam biçiminin bizimle iletişim kuracak kadar ilgilendiğine inanıyoruz. Hubble teleskobuna bakıp diyecekler ki “aaaaaa bak ne yapıyorlar ne kadar ilginç değil mi” geceleri uyanık yatıyorum ve düşünüyorum. Acaba araştırdığımız evreni anlayabilmek için bir canlı türü olarak çok mu aptalım. Belkide %1 daha zeki bir türe ihtiyaç vardır ki sicim teorisi sezgisel olsun, evrenin bütün gizemi kara madde, kara enerji, yaşamın başlangıç noktası ve düşüncelerimizin temellerini onlar sezgi ile algılasın. Bu olasılığı kıskanıyorum çünkü bütün bu buluşlar yapıldığında bende bulunmak istiyorum.

26 Kasım 2014 Çarşamba

ROSETTA, CÜBBELİ AHMET, Prof. RENNAN PEKÜNLÜ

"İnandıklarını görenler, görmediklerine inananlar arasından çıkar " T. H. Aldous Huxley Bir uzay aracı ismi, bir isim ve yan yana gelmesi mümkün olmayan bir bilim adamı nasıl bir araya gelebiliyor. Gelebilir efendim gelebilir. Rosetta bilimin zaferini, ikinci isim din tüccarlarını, yani engizisyonu, son isim haksızlığa uğrayan bir bilim adamını ifade ediyor. Galileo gibi engizisyonda yargılanan bir bilim adamı. Bugün engizisyonun değil, Galileo’nun haklı olduğu biliniyor. Galileo cezasını çekti , Pekünlü’de hapsedilerek geçirecek haklı iken haksız durumda bulunmasını, ama ülkemin gidişi sırf evrenin sonsuz ve eş dağılımlı olduğunu söyleyen Giordano Bruno gibi sapkın ilan edilip diri diri yakılan bilim adamları çağına bir adım sanki. Geçen yazımda anlattığım, Avrupa Uzay Ajansı (ESA) tarafından 10 yıl önce fırlatılan ve 67P/Çuryumov-Gerasimenko Kuyruklu Yıldızı'na "Rosetta" adlı uzay aracı tarafından indirilen "Philae" sondası tüm bilim çevrelerini heyecanlandırırken, kendisini her konuda otorite ilan eden Cübbeli Ahmet Hoca ise meseleyi 'gereksiz iş' olarak gördü. Yolculuğun 1,3 milyar avroluk maliyetini 'masrafa değmez' diye yorumlayan Cübbeli Ahmet, "Hâlâ birinci kat semanın aşağısında olan gezegenler ve yıldızlar hakkında; "Mars'ta su var mı?" "Et var mı-but var mı" manyak manyak işler.. Ben sana söyleyeyim, sen oraya çıkamadan dünya kopacak" diyor. Ayrıca Cübbeli Ahmet, kendisine 100 bin dolar vermeleri halinde uzaya ilişkin her şeyi söyleyeceğini de açıklıyor. Kendini otorite olarak gören bu tür din tüccarlarının özellikle bilim hakkında ki yorumlarını okuduğumda aklıma imam olan rahmetli babamın anlattığı bir hikaye gelir. Hikaye şöyle; Eski zamanlarda bir köye 3 adet gezici vaiz gelir. Birinci vaiz başlar anlatmaya. “Ben Peygamberimizin gezdiği yedi kat semayı görebiliyorum. Birinci katta Adem, ikinci katta Yahya ve İsa’yı, üçüncü katta Yusuf’u, dördüncü katta İdris’i, beşinci katta Harun’u, altıncı katta Musa’yı, yedinci kattı İbrahim’i görebiliyorum.” Sazı ikinci vaiz alıyor ve başlıyor anlatmaya. “Ben, yedi tabaka olan cehennemi görebiliyorum. En yukarısı cehennemdir ki; orada müminlerin en asilerini görüyorum. Bunun azabı, diğerlerinden hafiftir. 2.si Lezadır. Burada Nasara(Hristiyanları) görüyorum. 3.sü Hutamedir. Burada Yahudileri, 4.sü Sairdir. Burada Sabileri görüyorum. 5.si Sakardır. Burada Mecusileri, 6.sı Cahimdir. Burada müşrikleri, 7.si Haviyedir. Burada da münafıkları görüyorum. Bir de Allahlık davası güdenleri görüyorum. (Firavun, Nemrut gibi)” Üçüncü vaiz altta kalır mı. O da başlar anlatmaya; “ Cennetü’n-Maim’de refah, huzur, mutlu hayatı görüyorum. Rabbinden korkan O’na saygı gösterenleri Adn cenettinde görüyorum. İçinde üzüm bulunan, iman edip güzel amel işleyenleri Firdevs cennetinde görüyorum. Allah’ı görme şerefine nail olacakları Hüsna’da (daha güzel karşılık) görüyorum. Ebedi ikamet olan Darü’l-Mukame’dekileri görüyorum. İman edip amel işleyenleri de Cennetü’l Me’va da görüyorum.” Vaazları dinleyen köyün akıllı ve zeki muhtarı vaizlerden akşam yemeği hazırlığı yapmak üzere izin ister ve evine giderek hanımından tavuklu bulgur pilavı yapmasını ister. Ama karısına, üç tepsiye alta tavukları koyarak üzerlerini pilavla örtmesini, diğer tepsilere ise önce bulgur pilavını üzerlerine tavukları koymasını söyler. Akşam olur sofraya oturulur tepsiler gelir ve muhtar tavukların pilavla örtülmüş olduğu tepsileri vaizlerin önüne, tavukların pilavın üzerine konulmuş tepsileri de ailesi ve köylülerinin önüne koyar. Vaizlerin yemeğe başlaması beklenir ama onlar şaşkın şaşkın birbirlerine bakarak bir türlü yemeğe başlamazlar. Sonunda biri dayanamaz; -Muhtar, muhtar biz gibi alimlere tavuksuz, cahil köylüne tavuklu pilav sunman revamıdır” diyerek patlar. Zaten bunu bekleyen muhtar kaşıkla pilavları aralar ve alttaki tavukları göstererek, -Sizi gidi mendeburlar, burnunuzun ucunda ki tavukları göremiyorsunuz da yedi kat semayı, yedi kat cennet ve cehennemi görebiliyorsunuz. diyerek bunları aç bilaç kapı dışarı koyarak köylüsü ile afiyetle yemeklerini yerler. İşte Cübbelinin bunlardan ne farkı var. Dünyadaki haksızlıkları görmüyor da tüm kainatı görebiliyor. 30 Kasım’da hala yürürlükte olan türban kanunu hatırlattığı için öğrencilerine, hapse girecek olan Astronomi ve Uzay Bilimleri emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Rennan Pekünlü’ye yapılan haksızlığın yeni bir boyutunu İstanbul barosu başkanı Ümit Kocasakal çarpıcı bir şekilde açıklıyor. Pekünlü'ye verilen cezanın 2 yıldan 1 ay fazla olması nedeniyle CMK'ya göre hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına tabi olamadığını vurgulayan Kocasakal şöyle devam ediyor: “Bazı şeyler gizlenmeye çalışılsa da olmuyor. Eğer Pekünlü'ye verilen ceza 2 yıl olsaydı kanunen hükmün açıklanması geri bırakılabilir ya da ertelenebilirdi. Mahkeme ne ilginçtir ki 2 yılın bir ay üzerine çıkarak bu yolları kapatmış. Bu kimsenin dikkatinden kaçmış değil. Ben ceza hukukçusuyum. Haklı olarak bir şüphe taşırım. Pekünlü'nün cezaevine girmesi için özellikle 2 yılın üzerine çıkılmış.”

22 Kasım 2014 Cumartesi

“İNSANLIK İÇİN DEV BİR ADIM”

Bu sözler 20 Temmuz 1969 yılında aya ilk ayak basan insan olan Neil Armstrong’a aittir. Bizler Amerika’yı kim keşfetmiş tartışmaları ile uyutulurken, 12 Kasım 2014 günü insanlık için dev bir adım daha atıldı. İnsan yapımı bir araç ilk kez bir kuyruklu yıldızın yüzeyine indirildi. Bu proje neden insanlık için önemli idi.? Dünyadaki yaşamın geçmişte dünyaya çarpan kuyruklu yıldızlar sayesinde başladığı hakkında ki teoriyi test etmek. Çünkü; kuyrukluyıldızlar güneş sistemimizin oluştuğu zamanlardan kalan ve yapılarını oldukça iyi koruyan gök cisimleridir. RNA ve DNA’larımızın yapıtaşı olan nükleik asitler ile proteinlerin yapıtaşı olan aminoasitlerin kaynağı olduğu düşünülmektedir. Kuyruklu yıldızlar buz, toz ve gazdan oluşmuş gökcisimleridir. Aynı gezegenler gibi bir yörüngesi olup belli bir periyodta bu yörüngede güneşin etrafında dönerler. Güneş sistemimizin oluşumu sırasında dışarı itilen kalıntılardan oluştuğu düşünülen ve sistemimizi saran kuşaklardan gelirler. Bu iki kuşak Oort Bulutu ve Kuiper kuşağıdır. Oort bulutundan gelenler, bir yıldız sisteminin ya da Samanyolu’muzun gelgit etkisi ile koparak güneşin çekim gücüne girdikleri, periyodları 200 ile bir milyon yıldır arasındadır.. Kuiper Kuşağı ise Neptün’ün yörüngesinden sonra gelen bölgedir. Gezegenimsiler, (ki gezegenlikten alınan Pluto’da bu kuşaktadır) buzlu cisimler ve taşları barındırır. Büyük gezegenlerin çekim etkisi ile de bu kuşaktan kopup gelirler. Periyotları 200 yıldan azdır. Kuyruklu yıldızlar, güneşe en yakın konuma geldiklerinde en parlak gözlemlenirler. Buz, toz ve donmuş gazdan oluştukları için güneşe yaklaştıkça bunlar buharlaşır ve güneş rüzgarlarının etkisi ile de artlarında bir iyon ve gaz kuyruğu oluşur. Kuyruklu yıldız araştırmaları 1970’lerde hız kazanmaya başladı. İlk kuyruklu yıldız görevi 1978 yılında fırlatılan ICE uydusuyla gerçekleşti. Uydu 1985 yılında Giacobini-Zinner kuyruklu yıldızının 7860 km yakınına gelmişti. Bu gözlemler kuyruklu yıldızın üzerinde zengin karbon, hidrojen, oksijen ve nitrojenden oluşan organik moleküllerin olduğunu gösterdi. 1993 yılında gözlemleri daha da geliştirmek adına ESA (Avrupa Uzay Ajansı) Rosetta projesini onaylandı. Rosetta adı verilen uydu 2004 yılında 67P/Churyumov-Gerasimenko kuyruklu yıldızına doğru fırlatıldı. Yüzeye inerek sondaj yapacak kimyasal analizlerle bu teoriyi ya kesinleştirecek ya da teorinin geçerli olmadığını ortaya çıkaracaktı. Neden bu kuyruklu yıldız seçildi? Genelde kuyruklu yıldızlar onu keşfedenin adı ile adlandırılır. Bilimsel kataloglarda ise kodlanır. 1969 da Kiev ve Alma Ata’dan iki bilim adamı keşfettiği için bu şekilde adlandırılmıştır. Bu kuyruklu yıldızın yörüngesinin iyi biliniyor olması, güneşe yaklaştıkça aktifleşen yapısının Rosetta aracının ömrü dahilinde gözlemlenebilecek olması seçimde en büyük etkenlerdir.. Güneşe en yakın olduğu mesafe 185 milyon km. Ve güneş etrafında ki bir turunu 6,5 yılda tamamladığı bilindiği için bir sonraki yaklaşımın 13 Ağustos 2015’te olacağı hesaplandı. Bu kaya parçasının ağırlığı yaklaşık 10 milyar ton, boyutları ise 4,1 kilometreye 4,5 kilometre. Rosetta fırlatıldıktan sonra yol aldığı yaklaşık 7 milyar kilometre içinde enerjiden tasarruf için 31 ay uyutuldu. Bu yolculuk sırasında yine enerjiden tasarruf etmek adına 1 kez Mars 3 kez de Dünyamız yörüngelerine yaklaşarak onların itme gücünde faydalanılıp hızlandırıldı. Geçtiğimiz Ocak ayında uyandırılarak kuyruklu yıldızın 30 Km’lik yörüngesine yerleştirilerek tüm yüzey haritalandırılıyor. Alınan fotoğraflar analiz edilerek Rosetta’nın taşıdığı yüzeye inecek Philae Sondasının ineceği bölge tespit ediliyor. Philae sondası yaklaşık bir çamaşır makinası ebatlarında olup 100 kg. ağırlığındadır. Bunun 27 kilogramlık kısmını bilimsel görev yükleri teşkil etmektedir. Ve 12 Kasım 2014 günü Türkiye saati ile 10:30’da kuyruklu yıldıza 22,5 km uzaktaki Rosetta, Philae sondasını fırlatıyor. Çok yavaş hareket etmeli idi çünkü çekim gücü (0,5 km/sn) çok az olan kuyruklu yıldızdan sekerse sonsuza kadar uzay boşluğuna fırlayabilirdi. O yüzden 7 saatlik bir süre sonunda Philae kuyruklu yıldız yüzeyine erişiyor. İlk denemede sabitleme zıpkınlarının açılmaması sonucu zıplayarak hedeflenenden farklı bir noktaya sabitlenmiştir. Enerjisini güneşten alması planlanan sonda bu sabitlendiği konumda gölgede kalarak ömrü 60 saat olan bataryaları güneşi göremediği için enerjisiz kalmış vaziyettedir. Şu an derin uyku moduna giren sonda kendini geçici olarak kapatmıştır. Bu 60 saatlik sürede gönderdiği bilgilerde çok değerli olup incelenecektir. Ama ne yazık ki yüzeyde 23 cm’lik sondaj şimdilik ertelenmiştir. Şu an güneşe 500 milyon km uzakta olan kuyruklu yıldız güneşe yaklaştıkça sonda yeniden enerjisine kavuşarak çalışmalara devam edecektir. Ki önümüzde ki Ağustos ayında güneşe en yakın mesafe olan 185 milyon km’ye gelene kadar güneşten enerji alarak pillerini şarj edebilir. Çünkü bu görevini tamamladıktan sonra belki de sonda bir başka kuyrukluyıldıza yönlendirilecekti. Kuyruklu yıldızın şekli hakkında ise hayal ötesi tanımı kullanıyor Proje mühendisi. “Çünkü kimse plastik bir ördeğe benzeyeceğini beklemiyordu” diye de ekliyor. Amerika’yı yeniden keşfeden ülkemde, benim ülkemin Astrofizikçileri (Prof.Rennan Pekünlü) türban yüzünden hapse atılırken, 1492’de Kolomb’un keşfettiği ABD’li Astrofizikçiler insanlık için dev adımların peşinde özgürce.

19 Kasım 2014 Çarşamba

PERİNÇEK’TEN ÇAĞRI : 6 OK PROGRAMINDA BİRLEŞELİM

İşçi Partisi seçim programına Trakya’dan start aldı diyebiliriz. İP Genel Başkanı Doğu Perinçek bir dizi etkinliklerde bulunmak üzere geçtiğimiz günlerde Trakya’da idi. Toplantının Lüleburgaz ayağından aldığım notları paylaşarak bir değerlendirme yapmak istiyorum. Perinçek konuşmasına “AKP’nin tüketim, borçlanma ekonomisinin iflas ettiğini, bunun yerine üretim ekonomisine mecburuz” diyerek başladı. “Bizim ekonomik programımız 6 ok’un programıdır, Atatürk yazdı bunları” açıklamasından sonra programın ana hatlarını çizdi. “- Paranın giriş çıkışı kontrol edilecek - Gümrükleri dikeceğiz. Kendi ürettiğimizi tüketeceğiz. - Tarımı destekleyerek yeniden üretici olarak saman ithal eder duruma düşmeyeceğiz. Yüksek taban fiyat vererek çiftçi desteklenecek. Bunun içinde hesaplarımızı yaptık. 20 Milyar dolarlık destekle bunlar başarılabilir. - Sanayi desteklenecek.” Ardından dış politikanın iflasını anlattıktan sonra, PKK’nın Türk Silahlı kuvvetleri aracılığı ile yok edileceğinden, komşularla teröre karşı işbirliği yapılacağından bahsederek “onlar Şam’da Cuma namazı kılamadı ama biz onların cenaze namazını kılacağız” diyerek yapılan yanlış dış politika konusunda hükümete gönderme yaparak komşularla ticari ilişkilerin de geliştirileceğinden bahsetti. “Toplumsal yozlaşma, ahlaksızlık, hırsızlık, ahlaklı üretim ekonomisi ve Cumhuriyet ahlakımızla, bilime dayalı Cumhuriyet felsefemizi yeniden canlandıracağız.” Sözlerinden sonra “sizi göreve davet etmek için geldim.” Diyerek ABD bizden dostluk istiyorsa şartların olduğunu bu şartların ise “Vatanı bölemezsin, Cumhuriyetimizi yıkamazsın” olduğunu belirtip sözlerine son vererek soru – yanıt bölümüne geçildi. İlk söz alan vatandaş bir şikayet te bulundu. “Ulusal kanal CHP’yi son zamanlarda çok eleştiriyor” diyerek. Bu şikayet üzerine Perinçek, “Şimdiye kadar CHP adını ağzıma almadım. Ulusal Kanal bir haber kanalı, Haber vermek onların görevi. Şimdi ben Dersim’li Kemal’im diyen Kılıçdaroğlu haberini yapmamalı mı. Tunceli’ye Dersim demesinin haber değeri yok mu. Orası Tunceli, Dersim değil.” Sözlerinin ardından CHP’lilere seslenerek Genel Başkanınızı ikna edin diyerek Kılıçdaroğlu’na çağrı yaptı. “6 ok programında birleşelim Dersim’de Seyit Rıza’nın heykeli altında değil, Tunceli’de Atatürk Heykeli altında birleşelim. Birleşmenin yeri çok iyi tanımlanmalı. Atlasın uçağa Lüleburgaz’a gelsin 1 saat içinde, Lüleburgaz Atatürk Heykelinin altında birleşmeye hazırız. Ya da ben Ankara’ya gideyim” Yeni sorulara geçilirken sanırım trafoya bir kedi kaçtı ve o mahallenin elektrikleri kesildi. Jeneratörün devreye girmesi ile kitapların imzalanması faslına geçildi. Aslında kafamda bir yığın soru vardı. Evet anlatılan programın ana hatlarında tüm ulusalcılar hemfikir. Ama İP niye kendini ifade edemiyor.? İmzalar bittikten sonra Sn. Perinçek ile 5-10 dakika ayaküstü sohbet imkanı buldum. Öncelikle siyasi partilerin programında “insan”a ait hedeflerin olmadığını, bedensel ve ruhsal sağlık olmadan hiçbir hedefin gerçekleşemeyeceğini, özellikle akıl sağlığımızın gittikçe kötüleşmesinin bu hedefleri daha da zorlaştırılacağını, programlarında bu konunun da olması gerekliliğinden bahsederek destek talebinde bulundum. Yaklaşım oldukça iyi idi ve inceleneceği söylendi. Ardından Trakya sorunları konusunda kısaca bilgilendirme yapıldı. Son olarak ta edindiğim izlenimlerden biri olan İP’si ve yayın organlarında son dönemlerde Milliyetçi zihniyet taşıyan kişilerin çoğalması ve bu konuda partinin anti pati topladığı şeklinde idi. Konunun önemi daha da belirginleşiyor yanıtla. Çünkü aldığım yanıt “bu farklılığın iyi bir gelişme olduğu ve kişilerin değişebileceği” yönünde idi. Özellikle son yıllarda yapılan beyin araştırmaları kişilikle ilgili yeni boyutları ortaya koyuyor. İnsan belli bir hareketi yaparken, belli bir şey düşünürken veya hissederken beynin hangi bölgeleri aktivite gösteriyor, gözlemlenir oldu. Bu araştırmalar neticesinde kişiliğin gelişimindeki etmenler, genler, birleşmeden sonra aktif hale gelmesi, ana rahminden doğup büyüyünceye kadar ki çocuk, anne ve baba, yakın çevre, okul ilişkileri ve hayat tecrübeleridir. Ve kişiliğin tutarlı hale gelmesi yani oturması 20 li yaşları bulmaktadır. “yedisinde ne ise yetmişinde de odur” az çok kişiliğin değişemeyeceği konusunda dilimize yerleşmiş bir atasözüdür. Evet, aşık olmak, ağır bir hastalık, psikolojik travmalar, hapis, işkence, ırza geçme, taciz gibi olaylarda kişilik yapılarını değiştirir. Ama bu değişimler genellikle geçicidir. Ağır ruhsal travmalar sonucu az da olsa kalıcı kişilik değişiklikleri olabilir. Bu durum artık kişilik bozukluklarına girmekte ve belki de psikiyatrinin en zor problemlerinden biridir. Kısacası düşünce ve fikirlerdeki değişimler çok zaman ister ve çok zahmetlidir. Hele hele herkesi düşman gören paranoid, militer, dinci bir ortamda, milliyetçi bir eğitimle büyüyen insanlarda ki davranış ve düşünce tarzlarının değişimi çok çok zordur. Bilime dayalı Cumhuriyet felsefesi ve demokrasiyi kurmak istiyorsak, gelecek nesillerin demokratik toplumda tutarlı kişilikler geliştirmesini istiyorsak, ülkeyi karanlıktan kurtarmak istiyorsak akıl sağlığı konusu tüm oluşumların programlarında olmalıdır.

15 Kasım 2014 Cumartesi

ÇAĞDAŞ(!) ENGİZİSYONUN HEDEFİ: Prof.Dr.Rennan PEKÜNLÜ

ah, güven içinde olan dostlar neden böyle düşmanca tavrınız? biz, haksızlığın düşmanlarını, düşman mı görüyorsunuz kendinize? haksızlığa karşı savaşanlar yenildiyse haklı değildir haksızlık gene de! biz alçaklığa karşı savaşanların bozgunları azlığımızın kanıtıdır. ve seyirci kalanlardan beklediğimiz en azından utanmalarıdır! Bertolt Brecht Bilim ve aydınlanmanın beşiği olan Üniversitelerimiz ne yazık ki gericiliğin ilk hedefleri haline gelmiş, üniversitelerin ortaçağ medreselerine dönüştürülme yolu açılmıştır. Bu yolda ilerlerken de ilerici, aydınlanmacı değerli bilim insanları hukuksuz baskılara maruz kalarak, hapis cezalarına çarptırılmıştır. 1948’lerde solcu ve kominist yaftası ile ilerici öğretim üyeleri üniversitelerden uzaklaştırılmış, 12 Eylül cuntası üniversiteleri anarşi merkezleri olarak görüp buldozer gibi üzerinden geçerek liseleştirme faaliyetlerine başladı. Bu dönemde meşhur 1402 sayılı yasa ile yüzlerce öğretim üyesi üniversitelerden uzaklaştırıldı. Bu da yetmezmiş gibi üniversitelerin üzerinde bir baskı aracı olarak YÖK (Yükseköğretim Kurulu) kuruldu. Artık bilgi piyasa için üretilmeliydi. Günümüzde ise Engizisyon hukukuna (gücün, dini kullanarak keyfi uygulamalar yapması) dönüştürülen ülkemiz hukuk sisteminin de ilk hedefi bilim insanları olmuştur. Bunun son örneği Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri bölümü öğretim üyesi (emekli)Prof. Dr. E. Rennan Pekünlü’dür. Ve önümüzde ki günlerde cezaevine girecektir. Ne yapmıştır Rennan Hoca? 2011 yılında türbanla üniversiteye gelen öğrencilere AYM ve AİHM kararlarını anımsatıp (YÖK’ün bir genelgesi ile başlatılan fiili türban serbestliği dayatmasına karşı) bunlara uymaya davet ederek öğrenim özgürlüğünü ihlal etmiş miş(!) Ve bu büyük suçundan(!) dolayı davada en üst sınırdan kesilen ceza ile 2 yıl bir ay hapis cezasına mahküm edilmiştir. Pekünlü’yü şikayet eden öğrenciler kendi bölümü öğrencisi olmayıp Matematik bölümü öğrencileridir. Ve öğrenim özgürlüklerinin ihlal edildiğini öne süren bu öğrencilerin derse alınmayıp devamsızlıktan sınıfta kalma gibi bir durumda söz konusu değildir. Evet, Pekünlü’nün suçu yasalara uymak. Çünkü, AYM’nin türban serbestliği getiren yasayı laikliğe aykırılık nedeniyle bu gün hala geçerli olan iptal kararını hatırlatmıştır. Türk Hukuk Kurumu Başkanı Sabih Kanadoğlu konunun hukuksuzluğunu açıklayarak, açıklamasını şöyle sonlandırıyor. “Eğer bir suç varsa, AYM kararlarını bir genelgeyle uygulanmadan kaldıran YÖK başkanı ve bu genelgeye uyan Üniversite Rektörleri değişik kararlarla buna yardımcı olan Ege Üniversitesi Rektörlüğü ve olup bitene sessiz kalan siyaset adamlarına aittir. Türkiye’de zor yetişen onurlu, ilkeli, gerçek bir BİLİM ADAMI ve adalet duygusu, DİNİ her zaman olduğu gibi SİYASETE ALET EDENLERE KURBAN EDİLMEKTEDİR. Adalet umudu, artık ne yazık ki Türk yargısında değil, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndedir.” Pekünlü’nün kesinleşen infazının durdurularak yeni deliller çerçevesinde yeniden yargılanması konusunda Prof.Dr. Atilla User’in başlattığı imza kampanyasına destek vermemizi Cumhuriyet ve Hukuktan yana olan hepimizin görevi diye düşünüyorum. “BUGÜN DE HALEN YÜRÜRLÜKTE OLAN ANAYASA MAHKEMESİ VE AİHM KARARLARINI UYGULADIĞI İÇİN HAPSE MAHKUM EDİLEN PROF. DR. RENNAN PEKÜNLÜ İNFAZ DURDURULARAK YENİDEN YARGILANMALIDIR. "Bilindiği gibi bugün de halen yürürlükte olan Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına karşın üniversitelerde YÖK'ün dayatmasıyla başlatılan fiili türban serbestliğine karşı, öğrencilere AYM ve AİHM kararlarını anımsatıp bunlara uymaya davet eden Prof. Dr. Rennan Pekünlü, türbanlı bir öğrencinin şikayeti üzerine "Öğrenim özgürlüğünü engellediği (!)"gerekçesiyle yargılandığı davada en üst sınırdan kesilen ceza ile 2 yıl bir 1 ay hapis cezasına mahkum edilmiştir. Prof. Pekünlü bu mahkumiyeti onaylayan Yargıtay kararından sonra “Anayasa'ya aykırılık ve adil yargılama hakkının engellendiği" gerekçesiyle AYM'ne başvurmuş, fakat türban serbestliği getiren yasalar hakkında laikliğe aykırılık nedeniyle bugün de hâlâ geçerli olan iptal kararlarını veren aynı AYM ne yazık ki bu başvuruyu reddetmiştir. Türkiye’deki hukuk yollarının bu şekilde tükenmesi üzerine Prof. Pekünlü AİHM’ne başvurmuş, ancak AİHM’den bu konuda henüz bir karar çıkmamıştır. Kesinleşmiş bu mahkumiyet kararının infazı, Pekünlü’nün sağlık sorunları nedeniyle iki kez ertelenmiştir. İkinci erteleme süresi 20 Kasım 2014’de dolacak, Pekünlü’nün bu tarihten itibaren 10 gün içinde cezaevine girecektir. Ancak hal böyle iken PROF. PEKÜNLÜ GEREK HAPSE MAHKUM EDİLDİĞİ DAVANIN ŞİKAYETÇİSİ OLAN, GEREKSE AÇILAN YENİ DAVADAKİ ŞİKAYETÇİ ÖĞRENCİLERİN ÖĞRENİM HAKLARININ ENGELLENDİĞİNİ İDDİA ETTİKLERİ ÖĞRETİM DÖNEMLERİNDE DEVAMSIZLIKTAN KALDIKLARI TEK BİR DERS BULUNMADIĞINI GÖSTEREN BELGeLERE ULAŞTIĞINI AÇIKLAMIŞTIR (*). ORTAYA ÇIKAN VE DAVANIN SEYRİNİ ETKİLEYECEK NİTELİKTEKİ BU YENİ KANIT KARŞISINDA YÜRÜRLÜKTEKİ YASALARA GÖRE DAVANIN YENİDEN GÖRÜLMESİ GEREKİR. SONUÇ OLARAK BÜYÜK BİR ADALETSİZLİK VE HAKSIZLIK SÖZ KONUSUDUR. BU ADALETSİZLİĞE KARŞI ÇIKMAK ve PROF. PEKÜNLÜ’NÜN KASIM 2014 SONUNDA BAŞLAYACAK İNFAZIN DURDURULARAK YENİDEN YARGILANMASINI TALEP ETMEK BAŞTA EGE ÜNİVERSİTELİLER OLMAK ÜZERE HUKUK DEVLETİ VE LAİKLİK CUMHURİYET'TEN YANA OLAN HERKESİN GÖREVİDİR ! Prof.Dr.ATİLLA USER (*)” http://www.change.org/p/change-org-prof-dr-rennan-pek%C3%BCnl%C3%BCn%C3%BCn-infazinin-durdurulmasi?recruiter=34109582&utm_campaign=signature_receipt&utm_medium=email&utm_source=share_petition

12 Kasım 2014 Çarşamba

ABD’nin AK Saray’ının Faturası

Sürekli düşünmüşümdür, tarihe baktığımızda yöneticilerin şaşaa ve gösterişe dayalı hayatlar yaşamasının nedeni nedir diye? Bu sorumun yanıtını tıp dünyasının önemli dergilerinde biri olan Brain dergisinde 2010’da yayınlanan bir makale yanıt vermiş. İlk olarak, Psikiyatrist David Owen ve Jonathan Davidson tarafından dile getirilen bu sendrom, “tanrısal ego” olarakta bilinen Hubris (kibir) hastalığı imiş. Özellikle diktatörlerin Hubris Sendromuna özel bir eğilim taşıdığı gözlemlenmiş. Bu hastalarda; kriz dönemleri, savaşlar ve ekonomik felaketler daha fazla kibire yani hubrise neden oluyormuş. Amacım bu hastalığı tanıtmak olmadığı için makalede bahsedilen bulguları vermem gereksiz sanırım. Konuyu gündeme getirmemin nedeni ise geçtiğimiz günlerde Başbakanlık'tan yapılan açıklama. "Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık hizmet binalarına ilişkin yanlış yönlendirmeler" başlığıyla yapılan açıklamada "Tüm bu imkânların gerçek sahibi sadece millettir. Emanetin kime verileceğine de yine sadece aziz milletimiz karar verecektir" denildi. Acaba öyle mi ? Kişi başına 46.000 dolar milli geliri olan ABD’nin Beyaz Evin’de ki yaşamı Cemal Tunçdemir’in kaleminden öğrenelim.(AmerikaBulteni.com) “1981 yılında yemin ederek ABD Başkanlığına göreve başlamasından yaklaşık bir ay sonra dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ve eşi Nancy Reagan, Beyaz Saray’da akşam yemeğini yedikten sonra hiç beklemedikleri bir sürprizle karşılaşırlar. Görevli garson yemeğin hesap faturasını getirmiştir. Baş kahyanın bir garsonla gönderdiği hesap faturasında sadece o akşamın değil son bir ayın bütün yemeklerinin hesabı da yer almaktadır. Sadece yemekler de değil… Ağırladıkları kişisel misafirlerin, bir aydır kullandıkları kuru temizleme hizmetinden, diş fırçası, diş macunu, temizlik ve parfümeri malzemelerine kadar bütün kişisel malzemelerin ücreti de miktarlarıyla beraber kaydedilmiştir. Ronald Reagan, hesabın büyüklüğüne şaşırsa da görevlinin getirdiği faturayı gülümseyerek alır ve muhasebeye maaşından ödenmesi talimatı verir. Kocasının aksine Nancy Reagan’ın şaşkınlığı çok daha büyüktür. Anılarında, ‘kimse bize Başkan ve Eşinin Beyaz Saray’da yaşarken yedikleri yemeklere ve kullandıkları günlük malzemelere para ödemek zorunda olduklarından bahsetmemişti’ diye anlatıyor o şaşkınlık anını. Aslında, ABD kamuoyunun büyük çoğunluğu da pek bilmiyordu. ABD eski Başkanı Bill Clinton’un eşi ve birinci Obama döneminin dışişleri bakanı Hillary Clinton‘ın, bu yıl yayınlanan “Hard Choices” kitabının Haziran ayındaki tanıtım ve imza gezilerinden birinde, Beyaz Saray’dan ayrıldıkları zaman, ‘borç içinde ve beş parasız olduklarını’ söylemesi, sosyal medyada büyük yankı yapmıştı. Hillary Clinton, sekiz yıl kaldıkları Beyaz Saray’dan taşınınca Washington DC’de ve New York’ta mortgage kredisiyle iki ev aldıklarını, bu kredi ile kızları Chelsea’nin Stanford Üniversitesi parasının kendilerini, 2001 kışında 12 milyon dolar borcu olan olan bir aile haline getirdiğini anlatacaktı. Borç batağından, Bill Clinton’ın art arda yayınlanan kitaplarının, ücretli konuşmalarının gelirleriyle düzlüğe çıkacaklardı. Son borçlarını da 2004 yılında ödeyerek borçlarını temizleyeceklerdi. Peki, 8 yıl boyunca yıllık ortalama 500 bin dolar maaşı olan ve kira gideri olmayan bir aile niçin Beyaz Saray’dan beş parasız ayrılacaktı? Nancy Reagan’ı çok şaşırtan sebepten dolayı… ABD Başkanları Beyaz Saray’a kira ödemez ama onun dışındaki her şey maaşlarından kesilir. Beyaz Saray, devletin ABD Başkanı için tahsis ettiği misafirhanedir ve orada 4 ya da 8 yılını geçirmek zorunda olan her aile, kendilerinin ve kişisel misafirlerinin bütün masraflarını kendisi karşılamak durumundadır. Sadece resmi devlet konuklarının ağırlanma masrafını Amerikan vergi mükellefleri öder. Geri kalan kişisel mutfak giderleri, hizmet ve malzemelerin ücreti Başkan ve ailesine aittir. Başkan takım elbiselerinin kuru temizleme ücretini kendisi ödemek zorundadır. Kaybolan düğmesinin yerine alınacak yenisinin de, ayakkabılarının boya ve cilasının da… Konutun başkan ve ailesinin kaldıkları kısmındaki temizlikçi, garson ve hizmetçilerin çalıştıkları süredeki saat ücretini de başkan öder. Kısacası, kira ve elektrik faturası dışında kendileri için harcanan her kuruşu devlete ödemek zorundadırlar. Çünkü, ABD bir monarşi değil bir cumhuriyettir ve bu konut da bir ‘saray’ değil bir evdir. Amerikalılar buraya ‘saray’ demiyor zaten, o bizim yakıştırmamız. Washington DC’de ‘’1600 Pennsylvania Avenue’’ adresinde bulunan dünyanın bu en ünlü evinin adı Türkçe’ye yanlış şekilde ‘Beyaz Saray’ diye çevirilmiş olsa da, aslında İngilizce’deki orijinal adı ‘White House‘ yani ‘Beyaz Ev‘dir. Ve ABD’ye devlet başkanı seçildi diye kimse, devletin parasını keyfince harcayamaz. Sadece bu ev içinde de değil her yerde… ABD Başkanı, şehir dışı tatil masraflarını, hafta sonlarını geçirmek istediğinde Camp David’teki dinlenme evinin haftasonu masraflarını kendi cebinden karşılamak zorunda. Yine örneğin başkan, ABD Başkanlık uçağına, devlet delegasyonundan olmayan tek bir kişi bile bindirecekse, (kardeşi bile olsa), bir ticari yolcu uçağının ‘first class’ uçak bileti miktarınca devlete para ödemek zorundadır. Gerald Ford’tan George W. Bush’a kadar 6 başkan döneminde bu evin ‘baş kahyası (chief usher)’ olmuş Gary Walters’ın deyişi ile, başkan ve ailesi bu evin 4 veya 8 yıllık kira sözleşmesine sahip kiracılarıdır. İstedikleri yemekler pişirilir, malzemeler ve ürünler istedikleri markalardan seçilir ama parasını Amerikan halkı değil, Başkan ve ailesi maaşlarından öder. Ve doğal olarak fiyatın yüksekliğine alışmaları zaman alır. Çünkü başkanlar ve ailelerine verilen hizmet 5 yıldızlı otel kalitesinde olduğu gibi başkanın bunlar için ödeyeceği para da 5 yıldızlı otel fiyatları düzeyindedir. Devlet konutu diye cüzi ücretlendirme yapılmaz. Walters, ‘yemek, hizmet ve malzemelerin pahalı olduğundan yakınmayan tek bir first aile hatırlamıyorum’ diyor. Hatırladığı en büyük tepki iseJimmy Carter’ın eşi Rosalynn Carter’a ait. Memleketleri Atlanta’da yemeğin de malzemelerin de çok daha ucuz olduğunu söyleyip durmuş aylarca. Ama ‘first lady’nin şikayetleri, fiyatları aşağı çekmeye yetmemiş. George W. Bush’un eşi Laura Bush da, “Spoken from the Heart” adlı anı kitabında, Beyaz Saray’da yaşamanın ne kadar pahalı olduğundan yakınıyor. Onu en çok zorlayan konulardan biri de, her gün saçlarını yapan kuaföre, devleti temsil edeceği törenlere giderken bile olsa, ücretini kendisinin ödemesi olmuş. Bayan Bush kitabında, faturanın aylık geldiğini ve Başkan ve eşi ile iki kızının bütün yemeklerinin, kullandıkları bütün kişisel malzemelerin, kuru temizleme dahil tüm hizmetlerin, garsonların ve temizlik görevlilerinin saat başı ücretinin, özel misafirlerinin tüm masraflarının bu faturada yer aldığını yazıyor. ‘’Faturada ağzımı açık bırakan kalemler de vardı’’ diye aktaran Bayan Bush şu örneği veriyor: ‘’Ülkenin First Lady’si olarak giyeceğim kıyafetlerin de özel tasarım olması gerektiği şartı vardı ama elbisenin ücretinin yanı sıra bu tasarımların ücreti de yine benden tahsil ediliyordu.’’ ABD Başkanlarının maaşına en son 1999 yılında zam yapıldı. Buna göre ABD Başkanın çıplak maaşı yıllık 400 bin dolar civarında. 50 bin dolar da görev tazminatı ödenir. Bu her iki ödeme de vergiye dahildir. Başkan bunların gelir vergisini ödemek zorunda. Bunların yanı sıra başkanın gezileri için, vergiden muaf yıllık 100 bin dolar harcırah ödenir. Ancak, Beyaz Saray faturasının yüksekliği göz önüne alındığında bir ABD Başkanı, maaşının neredeyse tamamını aylık giderlerine harcar. Yani ayrıca bir serveti yoksa, Beyaz Saray’da ‘ucu ucuna’ yaşamak durumunda… Belki de bu yüzden Başkan Gerald Ford, Beyaz Evi, ‘Bugüne kadar gördüğüm en lüks sosyal yardım konutu’ diye tanımlamıştı. Beyaz Ev, kompleks bir yapıdır. Aynı anda hem bir konut, hem bir müze ve hem de bir devlet dairesidir. ABD dünyanın süper gücü olmasına rağmen, Beyaz Ev, dünyadaki en büyük devlet başkanı sarayı değil, aksine büyük devletler içindeki en küçük devlet başkanlığı konutlarından biridir. Sadece bir katından, dünyanın en büyük devletinin yürütme organı yönetilir. ”1700’lerin dünyasında 13 kolonili devlet için inşa edilmiş, bugün dünya lideriyiz. Bu ihtiyaca uygun çok daha büyük bir saray yapalım” diyen tek bir başkan bile olmamıştır. Kimsenin aklına böyle bir şey gelmez. Çünkü, Beyaz Ev, ABD demokrasisinde ‘devamlılığın’ da sembolüdür.Ve yine Beyaz Ev, kendi toplumundan izole bir yer de değil. Dünyada, içinde başkan yaşadığı halde halkının ziyaretine açık tek devlet başkanlığı konutudur. Çünkü Amerikan tarihinin en önemli kültür müzesidir. Haftalık ortalama ziyaretçi sayısı 30 bindir. Başkanın penceresinin bir kaç on metre uzağındaki bahçe demirliğinin önü ise ABD’nin en ünlü gösteri ve protesto yeridir. Beyaz Ev, başkanlar için kalıcı bir ihtişam ve keyif sarayı değil geçici bir barınma ve hizmet yeridir. Başkan Truman’a göre, ‘dışı çok gösterişli bir hapishane‘den başka bir şey değildi. Ronald Reagan ise, buradaki yılları boyunca kendisini sürekli bir akvaryum balığı gibi hissettiğini anlatır. Michelle Obama da geçtiğimiz yıl, ‘’çok iyi dekore edilmiş bir hapishane’’ olarak niteleyecekti. Bu eve kiracı başkanlar aileleriyle gelir geçer. Mülk sahibi Amerikan halkı ve demokrasisidir. Bu gerçeği, bir hizmetçisi, Baba George Bush’un eşi Barbara Bush’a şöyle söyler bir gün: ‘’Buraya her dört yılda bir başkanlar gelir gider… Biz kalıcıyız’’.” Diyeceksiniz ki Hubris Sendromu ile bu olayın ne ilgisi var. Var DEMOKRASİ. Makaleye göre bu hastalığa yakalanan bazı siyasetçileri sayarsak; Oğul George W. Bush, Tony Blair ve Margaret Teacher. Demokrasi Bush’un bile sendromunu doya doya yaşamasını engelliyor. Ya demokrasi olmayan ülkeler. Korkarım yakında Başbakanlıktan bir açıklama daha gelmez. “Ey Türk milleti sahibi olduğunuz Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın bina vergisi için son gün 30 Kasım. Pamuk eller cebe”

8 Kasım 2014 Cumartesi

İLK TÜRK KADIN AVUKAT LOKANTAYA GİDİNCE... (*)

Ülkemizde avukatlık mesleğini seçen ve yapan ilk Kadın Avukat Süreyya Ağaoğlu, kadınların yemek yiyemediği lokantada yemek yiyince... Tarihten Anekdotlar Süreyya Ağaoğlu, Türkiye'nin ilk kadın avukatıdır. 1924-25 ders yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra, Ankara'ya ailesinin yanına döner. Bir arkadaşıyla birlikte Adalet Bakanlığı'nda staja başlar.. İlk günlerin heyecanı geçince, bir sorunla karşılaşırlar: Öğle yemeği işini nasıl çözeceklerdir ? Evlerine gidemezler, evleri bakanlığa çok uzaktır. Lokantaya da gidemezler.. Aslında o zamanlar Ankara'da yemek yenebilecek bir lokanta, İstanbul Lokantası vardır. Ama, hep milletvekillerinin yemek yediği bu lokantada, kadınların yemek yediği görülmüş şey değildir.. Türkiye'nin, bu ilk kadın stajyer avukatları, öğle yemeklerini, bir süre için peynir ekmek yiyerek geçiştirirler. Ama sonunda dayanamazlar.. Zamanın Basın-Yayın Genel Müdürü olan babası Ahmet Ağaoğlu'na giden Süreyya, öğle yemeklerini İstanbul Lokantası'nda yiyebilmek için izin ister. Ahmet Ağaoğlu, bunda bir sakınca görmez, peki, der.. İki arkadaş, ertesi gün öğleyin lokantaya gider, küçük bir bölümüne geçip güzel güzel karınlarını doyurur. Ahmet Ağaoğlu'nu ve kızını tanıdıkları için kimse yüzlerine bir şey söyleyemez, ama arkalarından konuşmalar başlar. Homurdanmalar ve şikayetler yükselir. Şikayetler aynı gün, zamanın başbakanı 'Rauf Bey'e de iletilir. Rauf Bey de Ahmet Ağaoğlu'nu arayıp durumu anlatır. Süreyya, o akşam eve döndüğünde, babasının kendisini beklediğini görür. Ahmet Bey hemen konuya girerek, "Başbakan Rauf Bey, senin ve arkadaşının lokantada yemek yediğinizi ve herkesin bunu konuştuğunu anlattı.. Bundan sonra öğle yemeklerine bana gelin," der.. Süreyya çok üzülür, ama yapacağı bir şey yoktur.. Birkaç gün sonra, Atatürk ve eşi Latife Hanım, Ahmet Ağaoğlu'na misafirliğe gelir. Sohbet edilirken, söz bu konudan açılınca, Süreyya Hanım, olayı bütün açıklığıyla Atatürk'e anlatır. Onun, kendisini anlayacağını ve destekleyeceğini düşünmektedir. Oysa, onu dinleyen Atatürk, "Babanın da, Rauf Bey'in de hakkı var," demesin mi ?.. Büyük bir hayal kırıklığına Süreyya, ertesi gün bakanlıktaki odasında çalışırken, bir yetkili telaşla içeri girer : "Süreyya hazırlan, Paşa seni yemeğe götürecekmiş !.." Süreyya şaşırır, apar topar kapının önüne çıkar. Yanında bir milletvekili ve yaveriyle arabada oturan Atatürk, onu görünce, "Latife bugün seni öğle yemeğine bekliyor," der. Süreyya hem şaşkın hem sevinçlidir. O bindikten sonra hareket eden otomobil İstanbul Lokantası'nın önünden geçerken, Atatürk, birden şoföre durmasını söyler. Bozüyük milletvekili Salih Bey telaşla yanlarına gelince, Atatürk, herkesin duyabileceği bir sesle, ona, "Bugün Süreyya'yı bize götürüyorum, ama yarın buraya gelecek, yemeğini lokantada yiyecek.." der. Süreyya'nın şaşkınlığı daha da artar. Ne olup bittiğini, Latife Hanım, yemekte, onun kulağına eğilip, "Paşa, dün akşam bu lokanta olayına çok kızdı, ama babanı senin yanında ezmek istemediği için kızgınlığını belli etmedi. Eve gelir gelmez, birkaç milletvekilini arayarak, yarın mutlaka eşleriyle birlikte lokantaya öğle yemeğine gitmelerini söyledi," deyince durumu anlar.. Süreyya Ağaoğlu, ertesi gün, arkadaşıyla İstanbul Lokantası'na gittiğinde, birkaç milletvekili eşinin de ilk kez orada olduğunu görür. Kimse onları bakışlarıyla bile rahatsız etmeye yeltenemez.. Bu bir ilk olur... Atatürk ve Türkiye'nin ilk kadın avukatı Süreyya Ağaoğlu, kadınların, tıpkı erkekler gibi, bir lokantada yemek yiyebilmesine de öncülük etmiştir... Atamızı 76. Ölüm yıldönümünde sonsuz sevgi, saygı ve özlemle anıyorum. (*) Bir Ömür Böyle Geçti – Avukat Süreyya Ağaoğlu – Kadın Eserleri ve Bilgi Merkezi Vakfı –İstanbul Barosu yayınları

5 Kasım 2014 Çarşamba

AVRUPA’DAN YANSIMALAR

Avrupa’da yaşayan ülke sevdalısı bir vatandaşımız geçmiş 12 yıllık siyasal gelişmeleri 29 Ekim’leri baz alarak yeniden başlıklar halinde düzenlemiş. “Akl-ı Beşer nisyan ile maluldür” sözünü yeniden hatırlayarak anımsatmak istedim. “29 Ekim 2002. Apo’nun idamı müebbete döndü. “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” denildi. AB’nin merkezi Brüksel’de Kürdistan Ulusal Parlamentosu açıldı, Madam Mitterand onur konuğu olarak katıldı. Kanada sözde soykırımı tanıdı. * 29 Ekim 2003. İsviçre sözde soykırımı tanıdı. Apo’nun avukatı ilk Kürtçe şiir kitabını çıkardı. AB’ye uyum ayaklarıyla Kürtçe kursları açıldı. Erdoğan başbakan oldu. * 29 Ekim 2004. Erdoğan oldu, “ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi kapsamında Diyarbakır yıldız olacak” dedi. Tam 29 Ekim günü, Papa heykelinin önünde AB Anayasası’na imza attı. Avrupa Parlamentosu, Ermeni kongresine ev sahipliği yaptı, Leyla Zana’ya Sakharov Ödülü verdi. CnnTürk’te ilk Kürtçe müzik klibi yayınlandı. TBMM camisindeki 30 Ağustos hutbesinde, tarihimizde ilk defa, Atatürk’ten hiç bahsedilmedi. * 29 Ekim 2005. Arjantin sözde soykırımı tanıdı. Orhan Pamuk “Kürtleri öldürdük, Ermenileri soykırdık” dedi, Almanya’dan barış ödülü aldı. Kaçak Kuran kurslarına verilen hapis cezası kaldırıldı, Tayyip Erdoğan “Teksas Tommiks okumak serbestken, Kuran okumak niye yasak olsun” dedi. * 29 Ekim 2006. Fransa, soykırım yok diyeni hapse tıkan yasa çıkardı. Aynı gün... Orhan Pamuk’a Nobel verildi. 23 Nisan’da TBMM kürsüsüne “çocuk” diye “21 yaşındaki” imam hatipli çıkarıldı. THY deve kesti. * 29 Ekim 2007. Tayyip Erdoğan’ın Apo’ya sayın, şehitlere kelle dediği ortaya çıktı. Kenan Evren’e Kürt meselesini sordular, “sekiz eyalete bölünmemiz” gerektiğini izah etti. ABD Ohio sözde soykırımı tanıyan 36’ncı eyalet oldu. AKP’li belediye başkanı, güya fıkra anlattı, “Atatürk şekerli kahve istemiş, o yörede şekerli kahveyi ibneler içermiş” dedi. Dindar(!) cumhurbaşkanı seçildi. Cumhuriyet mitingine katılan ve 19 Mayıs’ta öğrencilerine Atatürk tişörtü giydiren öğretmen, suçlu bulundu, cezalandırıldı, maaşı kesildi. Suudi Arabistan Kralı, takvimde başka gün yokmuş gibi, tam 10 Kasım’da Ankara’ya geldi, Anıtkabir’e gitmeyi reddetti, bizim cumhurbaşkanıyla başbakan, bu arkadaşa 10 Kasım’da madalya taktı. * 29 Ekim 2008. Ahmet Türk “Kürtler soykırıma uğradı” dedi. Türkiye’nin onur konuğu olduğu Frankfurt Kitap Fuarı’nda Türkiye’nin yarısını Kürdistan olarak gösteren harita asıldı. Bu sefer İngiltere Kraliçesi geldi, yemin ederken bile smokin giymeyen dindar cumhurbaşkanı, smokin giydi, papyon taktı, kraliçe de bizim dindar cumhurbaşkanına “şövalye madalyası” taktı. Anayasa mahkemesi, Akp’nin “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğunu tescil etti. Ermeni açılımı yapıldı, aydın kılıklı bazı tipler “Ermenilerden özür diliyorum” kampanyası başlattı. Atatürk’ü sarhoş, dinsiz, korkak gösteren Mustafa filmi vizyona girdi. Aynı hafta... CIA ajanı Graham Fuller’ın Akp’ye övgüler düzüp, Kemalizm’e saldırdığı kitabı piyasaya sürüldü, kitabın adı “Yeni Türkiye” Cumhuriyeti’ydi! * 29 Ekim 2009. Pkk açılımı yapıldı, dindar cumhurbaşkanı “Norşin” dedi. TRT, Kürtçe kanal açtı. Diyanet, ilk defa Kürtçe mevlit okuttu. Pkk’lılar Kandil’den Habur’a geldi, teslimiyet töreni yapıldı, otobüsün üstüne çıkıp zafer turu attılar, Tayyip Erdoğan “Habur’daki manzara karşısında umutlanmamak mümkün mü, çok sevindirici şeyler oluyor” dedi. Diyarbakır belediye başkanı “devlete mesajımız var, hastirin” dedi. Ermenistan’la İsviçre’de masaya oturup, kapıların açılması için protokol imzaladılar, Ermenistan maçında Azerbaycan bayraklarını yasakladılar. Domuz gribi ayaklarıyla okullar tatil edildi, tesadüfen(!) denk geldi, 29 Ekim törenleri iptal edildi. “Son Osmanlı Padişahı 1’nci Recep Tayyip Erdoğan” pankartı açıldı. * 29 Ekim 2010. ABD Temsilciler Meclisi, sözde soykırım tasarısını kabul etti. Asrın liderimiz “pkk’yla masaya oturduğumuzu iddia edenler şerefsizdir” dedi, masaya oturduğu ortaya çıktı, “hükümet oturmadı, devlet oturdu” dedi! Murat Karayılan, Kandil’de basın toplantısı yaptı, bizim basın kuyruğa girdi, naklen yayınladı. Türk Patent Enstitüsü, Kürtçe markaları tescilledi, Örümcek Adam mesela, “Tevnepir Mirov” oldu. Milli Güvenlik Kurulu, tarihte ilk defa, kırmızı kitap olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ni değiştirdi, irtica iç tehdit olmaktan çıkarıldı. Akp il başkanı “başbakanımız bizim için ikinci peygamber gibidir” dedi. Atatürk’ün Ankara’ya gelişini sembolize eden, geleneksel garnizon koşusu yasaklandı. * 29 Ekim 2011. Mit’ileaks patladı, Oslo pazarlıkları ortalığa saçıldı. Sabahat Tuncel, baş komisere tokat attı. YSK, Leyla Zana’nın milletvekili adaylığını iptal etti, otobüs, karakol, okul, her yeri yaktılar, YSK “pardon” dedi, adaylığa izin verdi, Leyla Zana 20 sene sonra TBMM’ye girdi, yemin ederken “büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim” diyeceğine “büyük Türkiye milleti” dedi. Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları istifa etti, Necdet bey bana mısın demedi. Bedelli askerlik çıkarıldı, taksitli, ensen kalınsa canın sağ olsun, garibansan vatan sağ olsun’du. Hizbullahçılar sokağa salındı. AKP milletvekili “başbakanımıza dokunmak bile ibadettir” dedi. Tayyip Erdoğan, 1938, Dersim olayları için devlet adına “özür” diledi, isyanın elebaşı Seyit Rıza’nın asılmasını “yürek burkucu” diye tarif etti, ağladı. Sabiha Gökçen, soykırımcı ilan edildi. Padişah açılımı yapıldı, TBMM Başkanlığı tarafından, Abdülmecid’i anıyoruz ayaklarıyla, Vahdettin’i anma sempozyumu düzenlendi, milletvekillerine padişah tuğralı davetiyeler gönderildi. Diyanet işleri, Kuran kurslarında yaş sınırını kaldırdı, eskiden beşinci sınıf şartı vardı, şimdi çocuklar ilkokula başladığı gün gidebileceklerdi. Fransa, soykırım yok diyeni hapse tıkan yasayı tekrar çıkardı. * 29 Ekim 2012. Pkk tanık, Tsk sanık oldu, genelkurmay başkanı terörist oldu. Leyla Zana “bu işi Tayyip Erdoğan çözer, başbakanda bu cesaret var” dedi. Papa “tarihte ilk soykırım Ermenilere yapılmıştır” dedi. 19 Mayıs’ın stadlarda kutlanması yasaklandı. Tayyip Erdoğan “dindar gençlik yetiştireceğiz, dininin, kininin davacısı gençlikten bahsediyorum” dedi. Diyanet, ilkokul çocuklarını sömestrde umreye götürmeye başladı. 4 artı 4 yasasıyla, imam hatip ilkokula sokuldu, Kuran’ı Kerim seçmeli ders oldu. Milli eğitim bakanı “Arapça öğretmeyeceğiz, Türkçe öğretir gibi öğreteceğiz, okuyacaklar ama anlamayacaklar, zaten Kuran’ı Kerim’i okuyanların çoğu anlamaz” dedi. Ders Kitapları Yönetmeliği değiştirildi, kitaplar hazırlanırken Atatürk ilkelerine uyulması kriterinden vazgeçildi. Necdet bey, Tsk’nın internet sitesindeki “Anıtkabir ziyaretçi sayısı”nı kaldırdı. Atatürk anıtlarına çelenk koymak yasaklandı. Yüksek Askeri Şura’da generaller oruçluydu, masaya su bile konulmadı, Necdet bey kendi lojmanında Tayyip beye ailece iftar verdi. Asrın liderimiz, metro açarken “10’uncu yıl marşında geçer, demir ağlarla ördük filan, neyi ördün, hiçbir şey örmüş değilsin, biz örüyoruz” dedi. Kayseri garnizon komutanı, 30 Ağustos’ta zafer bayramı pastasını Akp marşıyla kesti. Afyon’da cephanelik patladı, “Hindistan’da Pakistan’da olur böyle şeyler” denildi, vali bey Necdet beye kilim-sucuk hediye etti, “bi kaç Mehmet” denildi. Ahmet Davutoğlu “ulusçulukla hesaplaşma zamanı geldi” dedi. Diyarbakır emniyet müdürü “dağda ölen teröriste ağlamıyorsanız, insan değilsiniz” dedi. Barzani, Akp kongresinde onur konuğu oldu, Türkiye seninle gurur duyuyor diye alkışlandı. Akp il başkanı, peygamber efendimize nüfus cüzdanı çıkardı, Tayyip’i çocukları arasına koydu. 29 Ekim’de Atatürkçüler “terörist holigan” ilan edildi, coplandı, gazlandı. Tayyip Erdoğan, 10 Kasım’da Brunei Sultanı’na gitti, 1938’den bu yana, tarihte ilk defa, 10 Kasım törenleri başbakansız yapıldı. Bülent Arınç, Apo’nun gençliğinde namazında niyazında bi delikanlı olduğunu açıkladı. * 29 Ekim 2013. Ulus kelimesi yasaklandı, Ulusa Sesleniş’in adı Millete Hizmet Yolunda oldu. İmralı’yla resmi müzakereler başladı. Eşzamanlı olarak, türbanlı avukatlar duruşmalara girmeye başladı. Asrın liderimiz “milliyetçiliği ayaklar altına aldık” dedi, “Biji Erdoğan” pankartları açıldı. İmralı tutanakları basına sızdı, sayın Apo “yepyeni cumhuriyet kurulacak, akp’yi 10 senedir ayakta tutuyorum, anayasadaki vatandaşlık maddesi değişecek, Tayyip Erdoğan’ın başkanlığını destekleyeceğiz” diyordu. Apo, Nevruz’da Diyarbakır meydanında “ulusa sesleniş” konuşması yaptı, Türkçe-Kürtçe okunan mesajı “saygıdeğer Türkiye halkı” diye başlıyordu. “Akil adam”lar piyasaya sürüldü, “dağdakiyle birlikte yaşamak isterim, Türk demeyelim, Türkiye bayrağı diyelim” diyenler, akil yapıldı. TC’yi sildiler. Kızılay bile sodasındaki Türk ibaresini sildi. Andımız yasaklandı. Reyhanlı patladı, Burhan Kuzu’nun o geceki düğününü bile ertelemediler, teee 9 gün sonraki 19 Mayıs konserlerini iptal ettiler. Atatürk kabahat oldu, Atatürk anıtına çelenk koyanlara kabahatler kanunu’ndan para cezası kesildi. Padişaha doktora verildi, Sultan Abdülhamid’e onursal doktora unvanı takdim edildi! Tayyip Erdoğan “iki ayyaş” dedi. AKP milletvekilleri türban taktı. TRT’ye türbanlı spiker çıktı. * 29 Ekim 2014. Tayyip Erdoğan, cumhuriyet tarihinde ilk defa, sözde soykırım için taziye mesajı yayınladı. Yunanistan, inadına tam 9 Eylül’de, soykırım yok diyeni hapse tıkan yasa çıkardı. Beyaz Saray’da da, soykırım sembollerinden sayılan yetim halısı sergiye çıkarıldı. Okullar zorla imam hatip’e dönüştürüldü, çocuklar zorla imam hatip’e kaydedildi. Türban ilkokula sokuldu. Pkk mezarlık açıp, elinde kalaşnikofuyla terörist heykeli dikti. Atatürk heykelleri yakıldı, yıkıldı. Diyarbakır belediye başkanı mali özerklik istedi, daha önce barajları ve petrolü istemişti. Okullarımızı yaktılar, Kürtçe eğitim veren okullar açtılar, Öcalan’ın annesinin adını Kürtçe okula verdiler. Ağrı dağına cumhuriyetin mezarını kazdılar, mezar taşına TC yazdılar. Şehit Erkan Durukan Kışlası’nın önünde pkk bayraklarıyla resmi geçit yaptılar. Aysel Tuğluk, askere polise taş attı. Erdoğan, Cumhurbaşkanı oldu, “bundan böyle Yeni Türkiye” dedi. “Matematik, fizik, kimya dersi tartışılmıyor, her ne hikmetse, zorunlu din dersi tartışılıyor” dedi. Çankaya Köşkü tahliye edildi, Ak Saray’a geçildi. * 29 Ekim 2015 ???????” Bir yansımada ülkemizden anımsatmak istiyorum. “Demokratik anayasa, statükocu, ırkçılığa dayalı Atatürk milliyetçiliğine son vermek, kardeş halkların özgürce yaşadığı bir Türkiye için CHP” (10 haziran 2011 - Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu.) Anlayana sivrisinek saz………..