29 Mart 2013 Cuma

BİPOLAR (İKİ UÇLU) BOZUKLUK-I (Manic-depresif)

BİPOLAR (İKİ UÇLU) BOZUKLUK-I (Manic-depresif) Bir gencimizin uzun, hüzünlü öyküsünü dört yazıdır okuyorsunuz. Aslında mektup çok daha uzun, özel detaylar tarafımdan çıkartılmış olup bir yerde konunun özü özetlenmiştir. Bu mektubu okuyan bir uzman (Psikiyatr) satır aralarından hastalığın teşhisi konusunda kesine yakın bir yargıya varabilir. Aşağıda; tırnak içindekiler mektuptaki satır aralarını, parantez içindekiler ise hastalığın teşhisinde kabul gören davranışları ifade etmektedir. “Annem o gece kuzenime bira aldırmış içmeye başlamıştı.” (alkol ve madde kötüye kullanımı) “Konunun aşırı ve gereksiz harcamalar olduğunu anlamıştım.” (aşırı para harcama) “Sinirli, hırçın, değişken ruh halinde olduğunu” (Olağandışı ve sürekli, kabarmış, taşkın, sinirlenmeye yatkın duygu hali) “Annem korkunç enerjik oluyordu, “ (uyku gereksiniminde azalma) “İnsan ilişkilerinde sorun yaşadığı anlaşılıyordu.” (bozulmuş ilişkiler, kötü iş verimi, sosyal sorunlar.) “Hastalığın içe dönük dönemi” (depresif atak sırasında mutsuz, ve karamsar hissetmesi) “Dışa dönük dönemlerinde annemin kendisini çok enerjik hissetmesi, hiçbir şeyi gözünün görmemesi” (Benlikte artma, aşırı kendine güven, kendini üstün görme) “İçe kapanık dönemlerde intihar riskinin olması.” (tedavi edilmediğinde intihar riski gibi sonuçlar) Bunlar; çocuk,ergen, genç dahi olsa bir hasta yakınının gözlemlerinden çıkardığı sonuçlar. Dolayısı ile bir hasta yakının gözlemleri bir hekim için çok çok önemlidir. Hasta ile görüşen hekim ekteki durumları da gözlemleyerek; - Fikirlerin uçuşması, aşırı konuşma, düşüncelerin yarışıyormuş gibi peşi sıra gelmesi, - Kolayca dikkatin dağılması - Yerinde duramama, huzursuzluk - Kötü sonuçlar doğuracak etkinliklere aşırı katılma, (aşırı para harcama, rastgele cinsel ilişki, otoriteye karşı gelme, aşırı seksi giyinme, cinsel istekte artış gibi) gencimizin mektubunda da ki hastalığın Manic-depresif bozukluk olarak da bilinen bipolar (iki uçlu) bozukluk olduğu konusunda karara varabilir. Ki gencimiz, mektubunda bunu belirtmiş olup tedavinin bu yönde yürütüldüğünü anlatmıştır. Bipolar bozukluğun, yaşam boyu yaygınlığı % 4.4’ e dek çıkabilen ciddi bir bozukluktur. Yaşam boyu her 4-5 kişiden birini etkileyerek, toplum sağlığı açısından ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Manik atak döneminde kişi aşırı mutlu yada sinirlenmeye meyilli olduğu halde yakınlarının mutsuz olduğu dönemdir. Depresif atak sırasında ise kişi mutsuz ve kendini karamsar hissettiği halde yakınlarının mutlu olduğu dönemdir. Çünkü, Manik dönemde hasta, gencimizin mektubunda da anlattığı gibi zapt edilemez bir duruma gelmekte, yakınları ise ne yapacaklarını bilemediklerinden çaresiz kalmaktadır. Depresif atakta ise hastanın sakinliği yakınlarını yanıltmakta daha rahat davranmaktadırlar. Ne yazık ki hasta yakınlarının bu rahatladığı dönem hasta için en riskli dönemdir. Çünkü ölüm düşüncesi ve hayatı yaşamaya değerli bulmama hastanın depresif döneminde görülmektedir. Duygudurumdaki bu ataklar, dalgalanmalar, haftalar yada aylarca sürebilir. Sağlıklı kişilerdeki iniş çıkışların tersine bu dalgalanmalar şiddetli ve yaşamı tehdit edici olabileceği için çok ciddi sonuçlar doğurmadan önlem alınmalıdır. Bipolar bozukluk herhangi bir kimseyi herhangi bir yaşta etkileyebilirse de, ergenlik dönemi sonu ya da erişkinlik dönemi başında başlamaktadır. Gencimizin mektubuna dönersek, annenin ailesinin “anneni siz delirttiniz, daha önce bu durum yoktu” suçlaması aslında hastalığın kişiyi etkilediği dönemle ilgili olduğunun bir kanıtı. Genellikle erişkinlik dönemi başları evliliğe adım atılan yaşlardır. Tartışmaya devam edeceğiz.

27 Mart 2013 Çarşamba

BİR GENCİN HÜZÜNLÜ ÖYKÜSÜ - IV

BİR GENCİN HÜZÜNLÜ ÖYKÜSÜ - IV “İlk bir hafta emdiğim süt burnumdan geldi. Büyükler sürekli bize karşı agresif davranıyorlar, en ufak bir şeyde annemin kliniğe yatmasının nedeni olarak özellikle bana karşı “anneni siz babanla delirttiniz yoksa annen böyle değildi” diyerek baskılar arttıkça arttı. Bir yanda kardeşimin sorumluluğu diğer yanda büyüklerin bize karşı davranışları. Bunaldıkça bunalmıştım ve çözüm olarak babamı arayıp, eve gelmemizi, kardeşime bakabileceğimi söyledim. Fakat şartlar uygun olmadığı için teyzemlere gittik. Teyzem pek belli etmese de davranışlarından onunda diğer büyükler gibi düşündüğünü anlamak zor olmadı. Babama baskı yapmaya başladım eve gelmek konusunda. Neyse ki bu ara annemin klinikten çıkış tarihi belli oldu ve çıkmasına birkaç gün kala kardeşimle evimize geldik. Tabi kardeşime annemin iş seyahatinde olduğunu söylemiştik üzülmesin, etkilenmesin diye. 3. hafta sonunda annem klinikten çıktı. Tedavisine devam etmeye başladık. Annemin tarafı klinik olayından sonra bana da cephe almaya, annemin yatmasının gereksiz olduğunu ima etmeye başlamaları ve annemin klinikte yattığı sürece gidip ziyaret dahi etmemeleri açıkçası beni çok üzmüştü. Sadece küçük teyzem annem çıkmadan 2 gün önce bir kez gitti. Hatta bizlerin ziyaretlerine izin verilmiyordu ama babam her gün gidiyordu. Annemin tedavisinin iyi seyretmesi hastalığın kontrol altına alındığını görmek ve yaşamak diğer aile büyüklerinin sözlerini artık düşünmemeye bile başlamıştım. Hekimin isteği ile tedavilere ailece gidiyor, annem ve babam hekimle görüşürken ben ve kardeşimde psikolog ile görüşüyorduk. Her şey çok güzel giderken birkaç ay sonra, annemin ailesi her fırsatta annemin artık tedavi gördüğünü bunun yeterli olduğunu ve ilaç kullanmasının gerekli olmadığını söylemeye başladı. Bunu anneme hissettirmemeye çalışsak bile annemde bazen ilaçlarını aksatmaya başlamıştı. Babam hekimle konuşmuş hekim aile ile görüşmüş anlatmış bu tedavinin en az iki yıl sürmesi gerektiğini, sonrada koruyucu ilaçlarını ömür boyu alması gerekliliğinden bahsetse bile psikolojik bir rahatsızlık olması ve bunun genetik olması aileyi rahatsız etmişti. Hatta klinikten çıkıp yazlığa gittiğimizde dedemin boşanmadan bahsetmeye başlaması ve bunu yüksek sesle dile getirmesi ailenin düşüncelerini açık açık belli ediyordu. Annemin iki arada kaldığını hissetmeye başlamamla birlikte yeniden aynı şeyleri yaşamamak adına annemim çok çok iyi giden bu tedavisini ve durumundaki düzelmeyi görmem üzerine annemi mümkün olduğu kadar aileden uzak tutmaya çalışmaya başladım. Bunu yapmam ise aile büyüklerinin bana karşı daha da çok cephe almalarına neden oldu. Tatillerde bile annemi ikna ederek evimizde kalmak için türlü bahaneler buluyordum. Aslında bahaneye de pek fazla gerek yoktu çünkü sınavlara hazırlanmam en güzel bahane idi. Ve annem artık öyle sık sık ailesinin yanına da gitmemeye başladı. Tabi onlarda eskisi gibi zırt pırt gelmeyerek ara soğutmaya başladılar. Aslında babam ve bana bir tepki idi gelmemeleri. Ama gündüzleri telefonlarla annemi etkileyerek kendisinin hasta olmadığına ikna çabaları da annemin tavırlarından belli idi. Evet klinikten ilk çıktıktan sonra annemin hareketleri yavaşlamış, ilaçların etkisi ile görünüşü bile değişmişti. Ama bizler bunun geçici olduğunu vücudun ilaçlara alışma sürecinden sonra eskisi gibi olacağını hekimlerin anlatmaları üzerine zaten biliyorduk. Bir genç kız olarak annemin o durumda olmasını onu ömür boyu öyle görmeye dayanabilir miydim. Ama aile bu süreci beklemeden tedaviye engel olmaya başlamıştı. Bu arada annemin hastalığından dolayı aşırı harcamaları, bu tür rahatsızlıklardaki ilaçların çok pahalı olması, klinik masrafları, tedavi sonrası terapilerin pahalılığı sosyal kurumların bu tür tedavilerde çok cüzi destek vermeleri aile bütçemizi de iyice sarsmıştı. Babam aile bütçesini düzeltmek için çözüm yolları ararken, teyzemden hakaret içeren, babamın deli olduğuna, annemi delirttiğine dair mailler gelmeye başladı. Tedavi sürecinin sürdüğü günlerde teyzem gelerek anemide ikna edip boşanma davası açtırttılar babamın aleyhine. Açıkçası babamla bunu şakaya vurduk ve yine birlikte yaşamaya devam ediyorduk hiçbir problem olmadan. Çünkü annem, makul, anlatılanları dinleyen bir kadın olmuştu. Yine bir kontrole gittiğimizde dedem de hastalığın ne olduğunu öğrenmek için doktora geldi. Doktora boşanmadan bahsedilince aynen şöyle demişti; “Beyefendi eş bu güne kadar -ki bir yıl oldu birlikte tedaviyi yürütüyoruz – boşanmak değil lafını bile etmedi ve boşanmak kızınızın rahatsızlığı adına çok olumsuz bir olay ama tabi ki siz karar vermişsiniz buna gibi algılıyorum ben” dediği halde çıkınca da dedem “benim kızım bana ağır gelmez kaderde bu varsa bunu da yaşayacakmışız” diyerek ailenin verdiği kararı açıkçası belli etmişti. Ve mahkeme gününü beklemeye başladık. Ve ben de istenmeyen torun olmuştum. Bir gün dedem, balkonda oturmuş kendi kendine söyleniyordu sinirli bir vaziyette. Annemle olan konuşmalarımız üzerine yerinden sinirle kalkıp üzerime yürümesi, elini kaldırıp vurmaya çalışması boşanmanın ailem adına çok daha olumlu olacağını düşünmeme neden oldu. Ve boşanma gerçekleşti. Tabi kardeşimle de ayrılmıştık. Boşanmadan sonraki ilk bayramda annem ve kardeşimle birkaç gün görüşmüştük. Ve orada annemin ilaçlarını artık kullanamadığını, kullansa bile düzenli kullanmadığına şahit olmuştum. Hekime de gitmiyordu artık. Yine bir tatilde kardeşimi almak için gittim sabah annemle buluştuk, aile evde olduğu için eve gitmedik, çünkü beni istemiyorlardı artık, onlar dışarı çıktı biz eve giderek iki saat dinlendim aynı gece kardeşimi alıp geri döndüm. Bir müddet sonra ki dönemde aile tatil yaptıktan sonra gitmiş dedem anneannem ve küçük teyzem orada idiler. Sürekli her hareketimi takip ediyorlar sürekli anneme beni şikayet ediyorlardı. Bir gün teyzem anneannemle kavga etti ve geri döndü. Annem bana gelerek “kızım annem kendi kızı gittiği için seninde gitmeni istiyor” diyerek açık açık beni geri yolladılar. Yinede anneme kızamıyordum çünkü artık tedavi filan bitmişti. Kardeşimle konuşmalarımda yaşamının nasıl gittiğini sorduğumda kendisinin televizyon izleyemediğini, sürekli anneannesinin dizi izlediğini, ısrar ettiğinde dedemin sinirlenip tokatladığını anlattı. Kardeşimle olan ilişkilerde ailenin ruh haline göre annemde kardeşimi etkileyerek benle ve babamla görüşmek istemediğini söylemeye başladı. Bir hat alıp rahat konuşalım diye verdiğimiz halde hattı sürekli kapalı tutmaya başladı. Kardeşimle daha sonradan yaptığım görüşmelerde bu talebin büyüklerden geldiğini öğrendim. Evet Sn. Vardar; yıllar geçmiş kardeşim de büyüdüğü için annemi sorgulamaya başlamıştı. Aynı şekilde babamla birlikte ona da durumu anlatmış ve gerekli önlemleri almaya başlamıştık. Çocukluğunu o da yaşayamamıştı, en azından gençliğinde benim yaşadıklarımı yaşamaması için elimden geldiğince destek olmaya çalışıyorum. Bu yaşamın bana kattıkları ve benden aldıkları sorgusunu yapmak belki de yanlış. Yaşanmıştı. Ve yaşanıyordu. Ben ve kardeşim %25 risk altında idik. Önemli olan bu durumda neler yapılması gerektiğini çok iyi öğrenmiştik. Ve en büyük şansımız da arkamızda babamın olması. Hoş, kişiliğimin gelişimi ne aşamada, seçeceğim arkadaşım ne ölçüde etkileyecek beni, annemi kabullenecek mi, yoksa ya ben ya ailen mi diyecek, söylemek zor bu toplumda. Ya da o zor yıllarda eksik kalan anne sevgisini minimize etmek adına çok yakın bulduğum öğretmenlerime sınıf harici “anne” diye seslenmenin verdiği hazzı sevgi olarak tanımlayabilir miyiz ? Seçeceğim eşle mi kapamaya çalışacağım bu eksikliği. Sevgi mi olacak adı, yoksa bastırılmış duyguların etkisi ile tutku mu? Boşanmaların çocukları etkilediği bilimsel bir gerçek, fakat bu anlattığım şartlarda sanırım boşanma çocuklar içinde kurtuluş. Şu da bir gerçek ki keşke annemin tedavisi kaldığı yerden devam etse idi, toplum baskısı etkili olmasa idi o hastalıkla yaşam çok daha mutlu ederdi en azından beni diye de düşünmüyor değilim. Hastalıkla yaşam çok daha zor ama kontrol altına alınmış bir hastalıkla yaşamayı öğrenmek ve mutlu olmak çok daha kolay ve mutluluk verici. Hayatımın çok kısa bir dönemi de olsa yaşamıştım bunu, biliyorum. Diğer yaşıtlarımdan farklı kılan beni; hayata bakışımın daha objektif olması. Bazen isyan etmiyor da değilim. Ama isyanım annemin hastalığına değil, büyüklerin hala bunu kabullenmeyip suçlu aramaları ve onca yıldır bir kez bile olsun “nasılsın, bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sormamaları. Sizin de yazdığınız gibi sevgi(sizlik) bu sanırım. Saygılarımla;”

25 Mart 2013 Pazartesi

BİR GENCİMİZİN HÜZÜNLÜ HİKAYESİ - III

BİR GENCİMİZİN HÜZÜNLÜ HİKAYESİ - III “Annemin bu dönemlerde alkol almaya başlaması tartışmaların kaynağı oluyordu. Babam anneannemleri, teyzemleri arıyor, alkol konusunu ve hastalığını kabul etmemesini ilaçlarını kullanmadığını, işe gittiği için takip edemediğini, böyle giderse kliniğinde işe yaramayacağını söylüyor, hastalığı hakkında doktorlardan, ansiklopedilerden araştırdığı bilgileri anlatıyor kendilerine gönderiyor sürekli yardım taleplerinde bulunuyordu. Ama babamın aile ile konuştuğu günlerin akşamları bir bakıyorduk ki annem eve ateş püskürerek geliyor ve babamın aileye anlattıklarını bir bir sıralıyordu. İşte alkol içtiğimi söylemişsin, aşırı para harcadığımı söylemişsin filan gibilerden. Büyüklerin bu davranışlarının nedenini hala çözemedim. Annemin alkol alımları arttığı dönemlerde anneannem ya da dedem geliyor annem bu kez onlarla kavga ediyordu. Hiç unutmam bir gece saat ikide dedem anneme alkol içtiği konusunda çıkışınca ve elinden şişeyi alınca annem dedemi evden kovarak yatak odasına kapandı, çıktığında sakladığı bira şişelerini dedem bulunca evi terk etti. İlaç kullanması konusunda da faydaları olmuyordu. Hatta bir gün psikiyatra gittiğimizde babamla, hekim ilaçlar yazarak gizlice vermemizi önerdi. Anneannem de bunu uygulamak için gelmişti. Nedendir bilinmez bu işi yaparken panikliyor ya da yapmak istemiyordu. Artık bende ergenlik yaşıma gelmiş annemin iyileşmesi konusunda elimden ne gelirse yapmak istiyordum. Ama o durumlarda bir şey yapamamak gerçekten çok sıkıcı ve üzücü idi. Annem alkol konusunda ki bu baskılar karşısında, evde kimse olmadığı zamanlarda ya da babam işten dönmeden birasını alıyor, bazen kapıcıya aldırtıyor kardeşimle bana da sıkı sıkıya tembihleyip kimseye söylememizi istiyordu. Ama annemin iyiliği için büyüklere ben bunları anlatıyordum. Hatta bir gece babam bira şişesini bulunca annem paniklemiş bizi de istemeyerek odasına kapanmıştı. Babam hadi gidin annenizden özür dileyin sizi affeder dediğinde, annemin yanına gitmiş öpmek istediğimiz halde bizi azarlayarak babamın yanına göndermişti. Salonda kardeşim babamın kucağında ben sandalyede oturmuş annemin sakinleşmesini beklerken, kardeşim babama dönerek “buldummmmmm, hadi arkadaşlar dışarı çıkıyoruz” deyip babamın kucağından atlamış kapıya yönelmişti. Biz babamla afallamış vaziyette kendisine bakarken neyi bulduğunu sormuştuk. O da “annemin bizi nasıl affedeceğini buldum” demişti. Bizim şaşkınlığımızı bir kat daha artmış “nasıl?” diye sormuştuk ki aldığımız cevap karşısında şok olmuştuk. “Baba, çıkıp anneme bira alırsak bizi kesin affeder “demişti. Tam bir trajikomik fıkra gibi ama acı bir gerçek. Bu olaydan sonra annemin ailesinin neden bunu kabullenmediğini, neden bizlere yardımcı olmadıklarını sorgulamaya başlamıştım. Ufacık bir çocuk bunları görebiliyor ama büyüklerin duyarsızlığı beni üzüyordu. Hatta o günlerde bu konuda babama yardım etmek için elimden geleni yapacağıma dair kendime söz verdim. Bunu babama da söyleyince annemin hekimine bunu danıştık ve onunda onayı ile sabahları babam erken işe gittiği için psikiyatrik ilaçlarda da zamanında kullanmanın önemi göz önüne alınarak sabah ilaçlarını annemin kahvesine ben damlatmaya başladım. Özellikle dr.da bunu rahat yapayım diye damla vermişti. Gece ilaçlarını da babam ezerek kahvesine katıyordu. Artık annem kızsa da gündüz bira içerse babama söyleyeceğim konusunda da kendisini uyarıyordum. Bu kez de bu tür ilaçlarla alkol almanın problemlerini yaşamaya başlamıştık. Yine hekime danışarak dozlarda ayarlama yapılmıştı. Ailenin destek olmaması sonucunda bende okula gittiğim için sürekli kontrol altında tutamıyorduk. Hatta bu konuları büyüklerime anlattığımda bana karşı tepki vermeye başlamışlardı. Annemin davranışlarının rahatsızlığından olduğunu bildiğim için asıl üzüntüm rahatsızlığına önlem alınmazsa sonunun kötü olabileceği. Hatta babamla bu konuda artık internette de araştırma yapabiliyor ve sonuçlarını gayet iyi anlayabiliyorduk. Annemin kesinlikle klinik tedaviye ihtiyacı vardı. Hekimlerinde tedaviden sonra düzenli ilaç alarak hastalığını kontrol altına alınabileceğini söylemesi babamla ikimizi daha da umutlandırmıştı. Fakat annemin ailesi sürekli bunu engellemeye ve annemin hasta olmadığı imajını yaratmaya çalışıyorlardı. Bir haftada yaşadığımız iki kötü olay artık aile istemese de klinik olayını gündeme getirmişti. Çünkü kitapların yazdığı ve hekimlerin anlattıklarını bire bir yaşıyorduk. Anneme gizlice ilaç verdiğim günlerde nispeten daha sakinde olsa bu sakinliğin hastalığın içe dönük dönemi olduğunu anlamamam artık düşünülemezdi. Çünkü bu hastalıkta okuduğum doktorlara sorduğumda aldığım yanıtlarda dışa dönük dönemlerinde kişinin kendisini çok enerjik hissetmesi, hiçbir şeyi gözünün görmemesi ve yaşananlar evi terk etmeler. Ve yazılanlara göre ise özellikle içe kapanık dönemlerde intihar riskinin olması. Dışa yönelik dönemlerinde ise anlattığım gibi alkolizme meyil ve alkolik olma riski. Her iki durumda da bir aile için istenmeyen durumlardır bunlar. Ama bilimin yanıldığını tarih yazmamıştı. Çünkü o çok korktuğum düşüncesinin bile korkuttuğu o intihar riski. Şu an beklide çok duyarsız gibi anlattığım, yazdığım düşünülebilir. Ne yazık ki bilimin öngörülerini birer birer yaşıyorduk. Artık intihara teşebbüs etmesini de gerçekleştirecekti annem böyle giderse önlem alınmazsa. Ve o korkunç kabus gibi geceler de geldi çattı. Bir gece yarısı babam beni uyandırdı. O günlerde de annem yine bir işe başlamış ve gece aslında sakin geçmişti. Babam, gece yarısı beni uyandırarak “kızım annen ilaç almış onu hastaneye götürüyorum kapıyı kitle ve sakın evden çıkma bir şey olursa telefon et” demişti. Ayrıcada “aslında merak etme korkmada, ben aldığı 3-5 ilacın ona bir şey yapacağını zannetmiyorum ama biliyorsun gizlice kendisine ilaç veriyoruz, birde alkol aldı o yüzden mutlaka kontrol ettirmemiz gerekiyor.”diye ekleyerek beni sakinleştirmeye çalıştı. Sabah 8:30 gibi geldiler anneme serum takılmış ve biraz kendine gelmişti. Babam o gün işe gitmedi annem ise hemen çıkıp işe gitti. O çocuk aklımla bu durumun olmaması gerektiğini düşündüm. Çünkü enerjik dönemi annemin ve intihara teşebbüs etmesi biraz garip gelmişti. Yaz tatili olduğu için biz de evde idik. Babam o gün hekimleri arayarak nasıl kliniğe yatırılması konusunda çözümler üzerine konuştular. Ve artık kesinlikle aile engellemeye çalışsa bile bunu gerçekleştirmek için karar aldık babamla. Bu olaydan yine tam bir hafta sonra aynı senaryoyu bir kez daha yaşadık. Yine babam beni kaldırdı gece yarısı annemin ilaç içtiğini ve hastaneye gideceklerini söyledi. Ertesi sabah geldiklerinde babam yine işe gitmedi annem gitti. O günde hekimlerle hangi hastane ve klinik olabilir diye konuşuldu. Ve karar verilen kliniği arayarak babam, oradaki hekimlere durum anlatıldı randevu alındı. Aynı gün teyzeme durum telefonla bildirildi. Haberiniz olsun durum bu pazartesi kliniğe yatıracağız diye söyledik. Ve o gün annem özel bir kliniğe yatırıldı. Tatil olduğu içinde ben ve kardeşim anneannemlere gittik. Gitmez olaydık.” Devam edecek……

22 Mart 2013 Cuma

BİR GENCİN HÜZÜNLÜ ÖYKÜSÜ - II

BİR GENCİN HÜZÜNLÜ ÖYKÜSÜ - II “Bu günlerde sürekli babama annemin neden böyle sinirli, hırçın, değişken ruh halinde olduğunu, bu yaşadıklarımızı sorup duruyordum. Bir gün yine aynı hekime gitmiştik. Annem hekimle konuşurken babam bana annemin hasta olduğunu ve tedavi olursa bu durumun geçeceğini söylemesi üzerine tam olarak anlamasam da rahatlamıştım. Sonradan bunu bana anlatmasının hekimin onayı ile olduğunu anlayacaktım. Annem her geçen gün daha kötüye gitmeye başlayınca babama baskı yapmaya ömür boyu bu şekilde mi yaşayacağız sorgusuna başladım. Babam bunların düzeleceğini tedaviyi de aile ile veya ailesiz başaracağımızı söylüyordu. Annemin gittikçe kötüleşmesini yaşanan olaylardan görmek çok kolaydı. Bir hafta sonu gecesi karşı komşularımız gelmiş ben çocuklarla odamızda oturup oynarken onlar salonda sohbet ediyorlardı. Tabi alkolde vardı çünkü annem alkol alabilmek için herkesi kullanabiliyordu onları da o davet etmişti. Gece yarısına doğru annemin gittikçe yükselen sesi ve naraları ile salona geçmek istemiş, fakat annem bizi görünce sinirli bir şekilde odamıza yollamış, kendisi de odasına giderek hazırlanmış“ben gidiyorum bu evi terk ediyorum” diye bağırıyordu. Kardeşim de peşimden yanına gelmiş “nereye?” diye sormuştu annemde “bir yere gitmiyorum hadi yatağına” diye azarlamıştı o da ağlayarak “madem gitmiyorsun ayakkabılarını niye giydin”diyerek yanımıza gelmişti. Annemin durumu yanında bir yandan da kardeşim için üzülüyordum. Daha çok küçüktü ve hiçbir şeye anlam veremiyordu. Babam kapıyı kilitlemiş annem kapıya ve babama anahtarı almak için saldırdıkça komşularımız onu sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Ama mümkün olmuyordu. Bir fırsatını kollayıp ve ben kapıda beklerken babam arka odadan doktoruna ulaşmaya çalışıyor komşular annemi sakinleştirmeye. Nihayet sabaha karşı üçte annemin doktoru aradı babam durumu anlattı ama ilk kez babamı bu kadar sinirli görmüştüm. Babam “ madem istedi, gündüz neden yatırmadın” diye bir yerde hesap soruyordu. Çünkü o gece akşam yemeğinde annem; “ben babanla konuşacağım kardeşini al git” demiş ve babama o gün doktoruna gittiğini kendisini kötü hissettiğini kendisini hastaneye yatırmasını istediğini söylemiş. Doktoru da ilaçlarını almasını, sakinleşmesini söyleyerek geri göndermiş. Babamın en son “nasıl sakinleştireceğim yol gösterin bağlayayım mı” diyerek doktora bağırması üzerine komşumuz telefonu almış hekimle o konuşmaya başlamıştı. Ama annemi zaptetmek mümkün olmadı komşumuz, eşi, babam zaptedemedik. Sonunda babam ve komşumuz çözüm olarak kendisini nereye gitmek isterse oraya komşumuzun götürmesini yoksa bırakmayacağını söylemesi üzerine komşularımız onu bir otele bıraktılar. Fakat sabaha kadar telefonumuz susmadı sürekli annem arıyor bizleri özlediğini ağlayarak söylüyordu. Bu o kadar acı bir durum ki biraz önce bizlere bağırıp çağıran kadın şimdi ağlayarak bizleri özlediğini söylüyordu. Tabi bu arada aile büyüklerine de haber vermiştik. Ertesi gün öğleden sonra annem yeniden aramış babamdan onu almaya gitmesini istemişti. Babamla geldiklerinde sanki o akşamki annem değil de sakin mülayim bir anne olarak eve dönmüştü. Bu olaydan tam bir hafta sonra yine annem evi terk edeceğim diye tutturmuş, babamda olay büyümesin diye benim istediğim otele gidersen tamam demişti. Annemi yine bir gece yarısından sonra taksiye bindirip yolcu ettik. O gitmeden de oteli arayarak rezervasyon yaptırdık. Annem daha otele gider gitmez telefona sarılmış, ağlayarak bizleri özlediğini, dayanamadığını tekrarlamaya başlamıştı. Sonunda uyuyan kardeşimi uyandırıp bir taksiye binerek kaldığı otele gitmiştik. Sabah saat 05:30. Lobide oturduk annem hemen bira istedi babam kahve dedi ve yine annem sinirlenip söylenmeye başladı. Kah yanımızda oturuyor kah sinirlenip uzaklaşarak kardeşimle ilgileniyordu. Kardeşim garibimde ayakta uyukluyor bir yandan da değişik bir ortam ve lobide koşturup duruyordu. Annem uzaklaştıkça, babamla yaptıkları ve yapacakları konusunu tartışıyorduk. Ne yapabilirdik. Babamın o oteli tercih nedeni işyerine yakın olması ve çevreyi iyi bilmesi idi. Bizleri bıraktıktan sonra iş yerine geçerek orada yine aileye durumu bildirip, ne yapılması gerektiği konusunda plan yapılacaktı. Annem ne babamı istiyor, nede babam ben gideceğim dedikçe, otur konuşalım diye ısrar ediyordu. Ben “hadi bak kardeşimin de uykusu geldi” diyerek annemi ikna edip odamıza çıktık. 6:30 gibi babam otelden ayrıldı. Bir iki saat uyuduktan sonra telefonlar çalmaya başladı. Babam aile ile temasa geçerek o gün 15:00 sularında annemi ikna edip geldi ve bizi alıp eve döndük. Geldiğimizde dedem ve anneannem eve gelmişlerdi. Yine her zamanki gibi birkaç gün kalıp annemin o sakin döneme girmesi ardından çekip gitmişlerdi. Aile büyüklerinden ümidi kesince artık babamla ciddi ciddi klinik arayışlarına ve kendi isteği ile olmayacağı için zorla nasıl yapılabilir arayışlarına girmiştik. Bazı dönemler annem çok sakin, çok sevecen ama bazı dönemler ise kardeşim, ben yada babama karşı çok sinirli, kırıcı ve bizlere karşı hırçın tavırları karşısında sürekli babam geçeceğini, tedavi ile annemin düzeleceğini telkin ediyordu. Artık bende büyümeye bazı şeyleri algılamaya başlamıştım. Annem korkunç enerjik oluyordu, benim okulumda sınıf annesi, çeşitli etkinliklerde aktif çalışmaları derken babam işe, ben okula gittikten sonra kardeşimi de alarak oda kendisini dışarı atıyordu. İnsanlarla kolay iletişim kurabiliyor ama akşam olunca babama anlattıklarında sürekli insan ilişkilerinde sorun yaşadığı anlaşılıyordu. Babam sürekli ona anlatıyordu. Dönem dönem işe girmek istiyor, giriyor, kardeşimi kreşe veriyorduk ama bir müddet sonra annem işten ayrılıyordu. İlk intiba da hemen insanlarla iletişim kurabiliyordu. Hatırlıyorum da Cuma sabahı işe başlayıp, akşamı işten ayrılıyor ve ertesi gün yeni bir işe başlayabiliyordu. Bir ayda 4-5 iş değiştirdiği bizim için artık olağan bir durumdu. Bu da insan ilişkilerindeki iletişimsizliği teyit ediyordu.” Devam Edecek…..

20 Mart 2013 Çarşamba

BİR GENCİMİZİN HÜZÜNLÜ HİKAYESİ - I

BİR GENCİMİZİN HÜZÜNLÜ HİKAYESİ - I Geçtiğimiz hafta sonu genç bir okurumdan uzunca bir mektup aldım. Bugünden itibaren önümüzde ki günlerde kısaltarak yayınlayacağım bu mektup Türk Basın tarihinde belki de bir ilk olacak. Çünkü; bir psikiyatrik hasta yakınının yazdığı bir mektup. Yorumlarımı mektuptan sonra yazmak üzere gelelim anlatılan hüzün dolu hikayeye. “Sn.Vardar Yazılarınızı ve özellikle akıl sağlığı konusunda ki yazılarınızı kendime de yararı olabilir düşüncesi ile dikkatle okuyorum. Özellikle 13 Mart 2013 tarihli “Sevgi(sizlik) üzerine aykırı düşünceler” başlıklı makalenizi okuduktan sonra yazmaya karar verdim. O yazınızda “Bu kez anne veya baba farklı olsun. Çocuk büyüdükçe farklı olana karşı olan sevgisi acıma hatta nefrete dönüşecektir. Çünkü büyüdükçe sorumlulukları artacaktır. Belki daha erken olgunlaşacak, çocukluğunu, gençliğini yaşayamayacaktır.” diyorsunuz. Çok haklısınız yazdıklarınızda. Fakat yazdıklarınıza – doğru olanın bu olduğuna inandığım halde – farklı düşündüğüm konularda yok değil. Bu konulardan benim için önemli olanı, siyasilerden önce bu tür hastaların en büyük desteğinin aile ve toplum olması gerektiğine inanıyorum. Aileler ve toplum bilinçlenmedikçe dünyanın en iyi sağlık sistemi bizde olsa bile bu tür hastaların yaşayacakları sorunlar değişmeyecektir. Öncelikle aile hastalığı kabullenmeli, bilgilenmeli, bilinçlenmelidir. Bu konuda da siyasilerden önce konunun uzmanları ve konu ile ilgili sivil toplum kuruluşlarına büyük görevler düştüğüne inanıyorum. Tabi bunun nasıl olacağı konusunda açıkçası fikrim yok. Sadece bir nebzede kamuoyunu bilinçlendirme konusunda katkım olursa çok mutlu olacağım. Ben, sizin deyiminizle farklı bir aileden geliyorum. Bu farklılığı nasıl öğrendim, neler yaşadım, yaşıyorum bunları paylaşmak istedim. Bunları anlatırken, yazarken dahi aynı yaşantıyı yeniden yaşıyorsunuz o yüzden yazacaklarımda farklı ruh hali yansıtabileceğim için önceden özür diliyorum. Annemle babamın 3-4 yaşlarında iken hatırladığım tartışmaları sürekli annemin konuştuğu, bağırdığı hatta vurup kırdığı tek taraflı monologlardı. Bu yüzden babamı bazen pısırık olarak algıladığım oluyordu. Sonradan babamın davranışlarını ve bu monologun nedenlerini çok iyi kavrayacaktım. Bir gece yatağımdan şangırtı ve kırılma sesleri ile korkuyla uyanıp kalktığımda annem eline sandalyeyi almış parçalıyordu. Beni görünce sert bir şekilde odama gidip yatmamı söyledi. Ben odamın kapısına gitmiş ve o günlerde yarattığım hayali arkadaşlarımla konuşarak sessizce ağlamıştım. O yaşlarda bu arkadaşımın ben zorda kalınca her çağırdığımda gelen gerçek bir arkadaş olduğunu düşünüyordum. Ve hayalimde yarattığım bir arkadaş olduğunu yıllar sonra anlayacaktım. Daha sonraki yıllarda yuvaya başlamıştım. Ana sınıfını bitirme partisinde annem çalıştığı için gelememişti. Diğer arkadaşlarımı gösterilere anneleri hazırlarken kendimi yapayalnız hissettiğimi algılayarak bir köşeye çekildim. Kapıdan babamın girdiğini bile hissetmedim. Arkadaşlarımdan birinin annesinden rica ederek bana makyaj yapılmış ve elbiselerim giydirilerek sahneye hazırlanmıştım. O günlerde servis beni alıyor, akşamları babam geç kalacaksa iş yerine, ya da alt komşumuz Ermeni madama bırakıyordu. Annem iki üç günde bir geldiği için onun geleceği günleri iple çekiyordum. Tabi annemin sürekli iş değiştirmesine anlam veremediğim o yaşlarda o günümde özellikle beni yalnız bırakmasını yadırgamıştım. Çünkü o çocuk aklımla o gün işe gitmeyebilirdi nasıl olsa bir müddet sonra sıkılıp ayrılacaktı diye düşünüyordum. Yine o yaşlarda nelerin olup bittiğini anlamasam da anne ve babamla hastaneye gittiğimi onların bir hekimle konuştuğunu bazen benimde odada onların konuşmalarını izlediğim olurdu ama genellikle ben dışarıda hemşirelerle oynardım. Çok net olarak hatırladığım ve babamın ilk kez annemin bu agresif tavırları karşısında bir açıklama yaptığı olay şöyle gelişti; 8 yaşında iken yarı yıl tatilinde teyzeme gittik. Ertesi günde babam geldi. Annem o gece kuzenime bira aldırmış içmeye başlamıştı. Babam geldikten sonra yine sürekli annem sinirli bir şekilde konuşarak teyzemle birlikte tartışmaya başlamışlardı. Kardeşim ve diğer kuzenlerle salonda tv seyretsek de ben sürekli onları izliyordum. Ve algılayamadığım annemin sürekli sinirli bir şekilde konuştuğu teyzemin de ona bağırdığı idi. Hatta bir ara annem kalkarak cüzdanını getirdi ve bir makas alıp cüzdanından çıkardığı kartları kesmeye başladı. Sonradan ve konuşmalardan onların kredi kartı olduğunu anladım. Konunun aşırı ve gereksiz harcamalar olduğunu yine yıllar sonra algılayacaktım. Ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi kahvaltı ettik annem babam ve kardeşimle aynı şehirde oturan amcamlara gitmek için dışarı çıktık. Yolda yürürken annem yine sürekli olarak konuşuyordu ve ne olduysa ben gelmiyorum siz gidin diyerek sinirli bir vaziyette geri döndü. Babamla amcamlara gitmiştik ki teyzem panik içinde telefon ederek, annemin kardeşimi alıp evi terk ettiğini söyledi. Hemen tüm aile teyzemlere gittik ne yapmak gerekir diye bir telaş vardı tüm ailede. Polise haber vermek fikri üzerinde yoğunlaşıldı. O sırada babam bir doktoru arayarak durumu anlattı. Ve doktor ona “panik yapmamamızı gidebileceği yerinin evi olacağını, ertesi gün aileden sevdiği bir kişinin yanına gitmesini” söyledikten sonra ortalık yatıştı. Ertesi günde kuzenim annemin yanına gitti. O günlerde teyzem amcamlara, biz teyzeme giderek annemin bu durumunu tartıştılar. Hatta babam sürekli teyzeme annemin kliniğe yatması gerektiğini söylüyordu. O günlerde anneannemler de annemle konuşmak istedikleri halde annem hiçbiri ile konuşmuyordu. Onlarda biz çaresine bakarız diye söylüyorlardı hatta babamın telefonda yine klinik konusunu açarak eğer yatarsa her şeyin düzeleceğini söylediğini hatırlıyorum. Ve enteresandır ki babam onları teselli etmeye çalışıyordu. Korkunç bir telefon ve panik trafiği yaşanıyordu. 10 gün süresince biz babamla amcamlarda kaldık annem evimizde idi kardeşim ve yeğeni ile. Bu olay o kadar etkilemişti ki ateşlenmiş ve halsizleşmiştim. Bir gece yarısı amcamlarım üst katında oturan doktora haber verilmiş, idrar tahlilim yapılmış ve böbreklerimde kum tespit edilmişti. Okullar açılacağı için 10 gün sonra bizde evimize dönmüş ve yaşam devam etmeye başlamıştı. “ Devam Edecek…

18 Mart 2013 Pazartesi

CADI ÇEKİCİ

CADI ÇEKİCİ İki Dominiken keşişi, (Engizisyo rahibi) Heinrich Kraemer ve Johann Sprenger, Papa VIII. Innocent’ten (VIII.Masum Papa!) Almanya topraklarında cadılıkla savaşmak için 1486 yılında izin aldılar ve iki yıl sonra “Malleus mateficarum” (Cadı Çekici) adıyla bir kitap yazdılar. Temel düşünce “ruh, hasta olamayacağına göre bir dış gücün etkisi altında bulunmaktadır.” Bu dış etki Şeytan’dı. Ve kitap üç bölümden oluşuyordu. Birinci bölümde;Şeytanın şaşırtıcı şeyler yapmaya gücü vardı. Ve cadıların şeytana yardım etmek için var olduğu savunuluyordu. Hele hele insan cinselliği söz konusu olunca Şeytanın gücünün daha büyük olduğu, bunun için kadınların erkeklerden daha fazla cinsel oldukları savunuluyordu. Yani cadı tarifleri yapılıyordu. İkinci bölümde gerçek vakalar tartışılıp, cadıların büyücülüklerini önlemek için alınabilir önlemler ve ayrıntılar anlatılmıştır.Üçüncü bölüm de ise, işkence altında sorgulanan şüphelilerin bunu kabul etmesi için tanıklar yaratılarak suçlamalar montajlanıp yargılama yapan hakimler için argümanlar sunuluyor. (Son satırlar günümüzü çağrıştırmıyor mu sizce) Bu kitap 17. yüzyıl sonuna kadar hem kilise hem de sivil mahkemelerde ceza yasası olarak kullanılmış, tüm Avrupa ve Amerika’yı etkisi altına alarak büyük çoğunluğu psikiyatrik hasta olan 55 milyon insan yok edilmiştir. Bu sayı 2. Dünya savaşında ölenlerin sayısı kadardır. Son cadı yakma, 1793’te Posen’de yapılmış olan 5 infazdır. Modern hukukta bunlar yasaklansa da kanonik (genel ve kabul edilmiş kurallara uyum gösteren) cadı davaları halen sürmektedir. Vatikan’ın resmi bir dairesi olan Inguisition, Şeytan’ın yeryüzündeki işlerini takip edip durmaktadır. A.D.J. Macfarlane adında çağdaş bir İngiliz tarihçi İngiltere’nin Tudor ve Stuart dönemlerini araştırarak, 1560’ı izleyen 120 yıl içinde Essex’te görülmüş 1200 davayı incelemiş ve bu cadı çılgınlığı ile ülkenin ve kıtanın içinde bulunduğu sosyo-ekonomik değişim arasındaki ilintiyi ortaya koymuştur. Davalar hep aynı modele göre işlemekte, davalar sonucunda bölgede servet hep aynı biçimde el değiştirerek yeni sosyal sınıflar oluşmaktadır. Bu araştırma bana akraba evliliklerinin de servetin bölünmemesi gerçeğini düşündürmektedir. 19.yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk yarısında sanayi devrimi ve insan gücüne ihtiyaçtaki artış, sistem için “işe yarayan” ve “işe yaramayanların” ayrımını gerektirmiş bir yerde cadı avına devam edilmiştir. Amerika bu konuda daha da ileri giderek 1930’larda zeka geriliğinde ki artışın felaket boyutlarda olduğunu ve acele önlem alınması gerekliliği göz önüne alınarak uygunsuz kişilerin üremesinin durdurulması istenmiştir. Zamanının Psikiyatri dergilerinde de öneri desteklenmiştir. Ayrı bir görüş ise zeka geriliğinin o kadar da kötü bir şey olmadığı, millet için pis işleri yapacak insanlara ihtiyaç olacağı öne sürülüyordu. Bu görüşler doğrultusunda 1931 yılında zeka geriliği saptanan kişilerin kısırlaştırılmasını onaylayan yasa ile 1948 yılına kadar 6 binden fazla insan kısırlaştırılmıştır. 19. yüzyılın ortasına kadar sistem adına, ırksal saflığı korumak adına, siyasal savaşlar adına öldürülen ya da utanç verici uygulamalara maruz bırakılan psikiyatri hastalarının aynı dönemlerde Anadolu’da müzik ve açık havada tedavi edildiklerini daha önceki bir yazımda yazmıştım. Osmanlı döneminde de cadı avları görülmüştür. Bunlar özellikle Avrupa ile iç içe yaşayan Rumeli’de görülmüş olup Şeyhülislam Ebussuud efendinin bu konuda ki bir fetvasından bahsedilir. Yinede bu vakaların orada yaşayan Türkleri korkutup kaçırtmak için uydurulduğu düşünülmektedir. Tek neden olmasa da çünkü kültürlerin birbirinden etkilenmemesi düşünülemez. Ortaçağ karanlığını yaşayan Avrupa’nın bilim ve teknolojik gelişmeler üzerine psikiyatrinin de gelişmesi bu tür hastalar içinde umut ışığı olmuştur. Ne yazık ki “inançsız insanların akıl hastası olduğu”, düşüncesi, “kadın şeytandır” zihniyeti, kadına yönelik şiddetin ve öldürmelerin son yıllarda artması, çocuk gelinler, kadının sadece cinsel obje olarak görülmesi, tacizler, akıl ve ruh sağlığımızın bozulması ve desteğin olmaması, ortaçağ karanlığına gidişatın bir göstergesi değil mi sizce de.?

16 Mart 2013 Cumartesi

ÜÇÜNCÜ BİN YIL ?

ÜÇÜNCÜ BİN YIL? Dünden devam… Konumuz üçüncübinyılda kadın ve erkeğin rolü idi, ben insanın rolü olarak algıladığım için karamsar bir tablo çıkardım ama bu yeni yüzyıl bilgi çağı olacağından dolayı üretmeyen, çağı yakalamayı ülkesinde her şeyin bulunduğunu açıklayarak algılayan, tüketim toplumuna dönüştürülen ama bunun farkında olmayan toplumlar ne yazık ki bu yeni çağıda es geçecekler gibi geliyor bana. Genel olarak algılarsak, evrim tarihi insan beyninin gittikçe büyüyeceğini bilim kurgu misali anlatıyor. Kendi yarattığımız teknoloji canavarı ile birlikte şu an yüzde onunu kullanabildiğimiz beynimizin üçüncübin, dördüncübin yıllar da daha da işlevini kaybedeceği ve yine bilim kurgu filmlerinden fışkıran, büyüyen beyinle birlikte koca kafalı toplumlara ulaşacağımız gözüküyor. Dolayısı ile önümüzde ki yeni çağlara damgasını vuracak olanlar artık cinselliğin ötesinde belki de salt beyinlerden oluşabilecek işlevini kaybetmeyen beyinler olacaktır. Ya da insan olmanın erdemlerini anlayamayan insan kültüründe George Orwell’ın “Bindokuzyüzseksendört” ündeki büyük birader gibi devasa bir beyin mi çağa damgasını vuracaktır.? Bilim kurgunun gerçekleşeceğini son on yıllık gelişmeler göstermiyor mu? Korkunç bir bilgisayar ağı ve bu ağı ele geçirip tekelleşerek tüm bilgiyi istediği gibi kullanıp, hatta bunu tek elden yöneterek korkunç bir beyine dönüştürmeye çalışan insanlar. Kendi yarattığı canavarın dişlileri arasında ezilmemek için yeni dünya düzeninin babası, bu gelişmeler karşısında Hukuksal mücadele dahi başlattı ikincibin yıl sonlarında. Bu korkunç ağ ortaya çıkışından çok kısa bir süre sonra bizim gibi sadece çağı kopyalamaya çalışarak üretmeyen toplumları dahi etkisi altına almadı mı? Toplumumuzda buna övgüler düzmüyormuyuz. Evet teknolojiyi kullanmasını bilmekte bilgi, bana sorarsanız bilgiyi teknoloji ile depolamaya evet, ama şöyle gazetenizi alıp daha mürekkebi kurumadan kokusunu içine çekerek kahvenle birlikte sayfaları çevirip sindire sindire okumanın keyfini hiçbir teknoloji veremez bana göre. Bu süreç okuma alışkanlığı edinmeyip, bilgiyi hap gibi alıp işin kolayına kaçarak beynimizin o kullanılmayan yüzdelerini daha da arttırmıyor muyuz böylece? Evet çok kısa bir süreç olmasına rağmen on dokuzuncu yüzyıla kadar ve hala doğayı korumaya çalışan dinozorlar gibi insanı internet çılgınlığının etkilerinden kurtarmak için sempozyumlar yapmıyormuyuz.? Bilgiyi elinde bulunduran toplumlar çağada damgasını vuracaktır. Evet sanayi devrimini yaşayan, burjuva devrimlerini aşan toplumlar bugüne kadar doğayı yokederek her şey insan için sloganı ile ortaya çıkmadı mı? Drucker haklı değil mi.? Düşünüyorum da bilgi çağında acaba insan neslinin sonumu gelecek? Doğa karşısında galip gelen insan teknoloji karşısında da aynı galibiyetini sürdürebilecek mi? Diyeceksiniz ki bu karamsarlık niye. Evet ortalama 50-100 yıllık insan ömründe bu çöküşü görmek mümkün değil. Ama son çılğınlığa, sonucunu düşünmeden bizde kendimizi kaptırmış gidiyoruz. 4,5-5 milyar yıldır oluşumunu sürdüren yaşlı dünyamız acaba bu çılgınlığa ne kadar dayanacak.? Her toplum bilgiyi insan adına kullandığını iddia ediyor. Alfred Nobel bile dinamiti keşfettikten sonra pişman oluyor savaşlarda kullanıldığını görünce. Yine de bu nedenle koyduğu ödülde kimya dalını ödül dışında bırakıyor. Çünkü ihtirası öne çıkıyor. Ödülün koyulduğu yıl kimya dalında ödül alacak kimyacı Nobel’in sevdiği kadını elinden alan kişi? (Belki de bu bir söylence) Kısacası ihtiraslarımız, açgözlülüğümüz kısacık hayatta sadece ben dememiz ne yazık ki bilgi çağında da kendini gösteriyor. Bu böyle olmasa idi şu an milyonlarca aç ve sefil insan olur mu idi dünyamızda.? Büyük savaşların çoğu paylaşım savaşi değil mi dünya tarihinde? Kendi iş çevremizde bile onurunu ayaklar altına alarak tüm ahlaksal değerleri gözardı ederek sırf ihtirasları, çıkarları uğruna en yakınlarını bile satan insanlarla dolu değil mi? Üçüncübin yılda insanın rölü kendini insan ve teknolojiye karşı korumaktan geçiyor bence. Tartışmamız gereken konu üçüncübin yılda insanı insana karşı nasıl koruyacağız? İnsanlık tarihinde bu konuda bir yığın kavram, düşünce, felsefe, yönetim biçimi üretilmiş fakat gördüğümüz gibi hepsi yenilgiye uğramıştır. Ve zafere ulaşan doktrinler sonu hızlandırmaya yaramıştır. Önemli olan tüm uğraş Habil ile Kabil’den bu yana devam eden genetik bozukluğun üzerinde çalışmak. Ama bu öyle bir genki makro cosmostan mikro cosmosa kadar evreni çözmeye çalışan insan için kaos olan bir gen. Yinede ben, bu gidişin bilim ile çözülebileceğine inananlardanım fakat bilim ne kadar yardımcı olabilir kestiremiyorum. Çünkü bilim kurcaladıkça, insanı araştırdıkça karamsarlık daha da çöküyor. Bunun nedenlerini sınırlı bir deneme de örneklemek çok zor. Bir örnek vermek gerekirse; yapılan çok yeni bir araştırma, son 500 yılın 10.000 yaşam öyküsünü 20 yıllık bir çalışma sonucunda değerlendirerek bazı insanların nasıl otoriter, muhafazakar kişilikler kazanırken, bazılarının doğuştan devrimci olduklarını, genler, para, sınıf özellikleri veya dini öğretilerin mi kimilerini geri kafalı, diğerlerini ilerici yaptığını sorgulamış. Araştırmaya göre kardeşler arasında büyüklerin ilgisini çekmek için bir mücadele var ve ilk doğanla sonradan gelenler farklı yöntemlerle bu savaşı sürdürüyorlar. Ve bu taktikler kişilik özelliklerinin profilini belirliyor. İlk doğanlar, kardeşin gelmesi ile birlikte kendilerini yetişkinlere eş tutuyor ve kardeşlerine göre yaş avantajını kullanarak onlar üzerine otoriter bir güç kurmaya çalışıyorlar ve bu özelliği ömür boyu taşıyorlar. Sadece kendilerine ait ilgi ve sevgiyi kardeşleri ile paylaşmak onları hırçınlaştırıyor, kıskançlık, intikam arzusu ve ani şiddet patlamalarına eğilimli oluyorlar, ancak ilerki yaşlarda disiplin ve sorumluluk duygusu gibi özellikler daha ön plana çıktığı için bu duygularını biraz olsun bastırabiliyorlar. Sonradan doğanlar ise ebeveynlerin ilgisini çekmek için daha farklı yollara başvuruyor, büyük kardeşlerde olmayan bazı yetenekler geliştirmek zorunda kalıyorlar. Bu nedenle sonradan doğanlar yeniliklere karşı daha hazır oluyorlar, hep barışçıl ve uysal olmaya dikkat ediyorlar. Çünkü daha küçük yaşlarda büyüklerine karşı zayıf oldukları dönemde, şiddetten kaçınmaları gerektiğini öğreniyorlar. Ayrıca çocukken ezilmeleri adalete karşı çok hassas bir anlayış geliştirmelerine neden oluyor, bu onları kolaylıkla devrimci ve direnişçi yapabiliyor. Hatta araştırma politikada açık fikirli olmaları, gelişmiş adalet anlayışları sonradan doğanları tarihte reformcu ve propagandacılar olarak fakir ve ezilmişlerin lideri yaptığını, onların başlattıkları devrimlere daha sonra ilk doğanların katılması ve gittikçe gücü ele almlarıyla kısa zamanda olayların kanlı savaşlara dönüştüğünü öne sürüyor. Örnek olarak ta Fransız Devrimini vermiş. Son olarak son doğan olarak büyüyen ebevenlerin daha ılımlı çocuklar yetiştirdiklerini söylüyor araştırma. Ve eğer araştırma bu tezlerinde haklı ise üçüncübin yılda dünyamızın geleceği pek parlak değil. Çünkü tek çocuklarında bazı sınırlamalar la birlikte ilk doğanlar grubuna dahil olması ve sanayi ülkelerinde çocukların %50’sinin tek çocuk olarak büyümesi geleceğimizin pek parlak olmayacağının göstergesi sanırım. Okuduğunuz bu deneme 1998 yılında bir şirket içi yarışmada birincilik ödülü almış olup ilk kez yayınlanmaktadır.

15 Mart 2013 Cuma

ÜÇÜNCÜ BİN YIL ?

ÜÇÜNCÜBİN YIL? On dokuzuncu yüzyıla kadar, hiç sona ermeyen zorlu görev, insan soyunun ve çevresinin doğal etkenlere karşı korunmasıydı. Ama bu yüzyılda yeni bir ihtiyaç doğmuştur: Doğayı insana karşı korumak. Peter F.Drucker Konumuz üçüncübin yılda kadın ve erkeğin rolü. Yetmişbeş yıl önce çağı yakalamaya başladığımızı zannettiğimiz “On yılda onbeşmilyon genç yarattığımız” fakat sonradan Ortaçağın karanlığına götürülmek istenen genç bir Cumhuriyet’te bu konuyu tartışmak abesle iştigal de olsa, modern çağın çağdaş bir ferdi olarak bizim de çorbada biraz tuzumuz olsun istedim. Tartışma konumuz “soframızda ki yeri öküzümüzden sonra gelen kadınlar mı?, daha 24 yaşında devrim sırasında öldürülen ve kızına yazdığı son mektupta ki "Bir ana sadece çocuğunu dünyaya getiren ve ona bakan biri değildir; bir ana, bütün çocukların, bütün insanların acısını, sanki hepsini de karnında taşımışcasına duyar" diyebilen Idamia Fernandez gibi kadınlar mı?, yoksa bir ulus doğarken erlerinin yanında cephane taşıyan kadınlar mı? Ya da “bir elinde cımbız, bir elinde ayna umurumda mı dünya” diyebilen ojeli parmakları ile erkeğinin yanında süs gibi dolaşan seks sembolü idollerin rolünü mü tartışacağız üçüncübin yıla girerken. Anamız, avradımız, bacımız, kızımız, karadudumuz, aşkımız, çatalkaramız, çingenemiz, nar tanemiz, nur tanemiz, bir tanemiz, uğruna can verdiğimiz, can aldığımız, destanlar yarattığımız bizim? kadınlarımız dedikleri halde bu dünyayı erkek egemen bir hale getiren, erkekleri mi tartışacağız. Ya da üçüncübin yıla girerken genetik olarak dişi ve erkek olduğu halde kendini, karşı cinse yakın bulan dişi ve erkekler etkilemeyecek mi bu yeni yüzyılı. Onları hangi kategoriye sokuyoruz. Kısacası sorularımızda bile çifte standart yok mu? Birinci, ikincibin yüzyıllarda olduğu gibi üçüncübin yılıda etkileyecek olan evrende ki ikiyüz milyar çarpı ikiyüz milyar yıldız arasında tek olan “İNSAN” dediğimiz akıllı hayvan değil mi.? Dünya tarihi erkek ve kadın olarak değil, insanlık tarihi olarak anlatılmıyor mu? Bence tartışma konumuz “Üçüncübin yılda insanın rolü nedir?” sorusu olmalı idi ki, bilgi çağı denen bu çağada bu yaraşır bence. Çünkü; Olimpos’un tepesindeki tanrılardan günümüze kadar gelen erkek eğemen dinlere kadar, cennetin sonsuzluğundan kovulup hurilerle yaşayamadığı için dünyadaki ilk dişinin günahını tüm dişilere yükleyerek onları yadsıyan erkek ve bunu kabullenen dişi etkilemiştir yüzyılları. Şimdilik Üçüncü cinsi bende gözönüne almadım. Bunu Attila İlhan “Hangi Seks” kitabında irdelemiş ve sonuç yazısında şöyle demiş. “cinselliğe eğilişim de, tıpkı sosyalistliğe ya da batıcılığa eğilişim kadar, insanı, özellikle çağdaş insanı anlayabilmek isteğimden doğuyor. Dolayısı ile kadını, erkeği ve cinselliği değil “çağdaş insanı” anlamak için herşey. Hatta uygarlık tarihi tüm öğütleri insan için yazmamışmıdır? Yakın yüzyılları göz önüne alırsak tüm insanlık tarihinde dişi ve erkek arasında bir iş bölümü olmayıp devlet yönetiminden, eğitime kadar birçok alanda eşit haklara sahiplerdi. Eski Türk Devletlerini örnek verebiliriz bu konuda. Ve hatta buzul çağında bile insanlar arasında bir iş bölümü olmadığı yapılan bilimsel araştırmalar da gün yüzüne çıkmıyor mu? TV’lerde izlediğimiz Herkül’le başedebilen Zeyna’lar masalda olsa tarihteki gerçek Amazon’ları anlatmıyor mu? Ne yazık ki iş bölümü dinlerin ortaya çıkması ile dişi lehine bozuluyor. Yine de insanlık tarihinde, erkek ve dişi feodallerin baskısına gögüs geren salt kadın mı erkek mi idi.? Sanayi devrimi, birlikte aşılmadı mı? Rönesans ve reformlarla büyük mücadeleler sonucu modern devleti kuran laik toplumlarda kısman de olsa bu eşitlik yakalanmaya çalışılsada yazımın başında bahsettiğim bizim gibi kağıt üzerindeki modern devletler de görünüşü modern de olsa içi küf kokan toplumlarda yüzyılı etkileyecek insanı Diyojen misali gündüz bile fenerle aramak gerekiyor. İlk bininci yıla damgasını vurmuş insanına bile sahip çıkamayan toplumlar ne yazık ki kadını ile erkeği ile üçüncü nesli ile ezilmeye, sömürülmeye muhtaç toplumlar olarak tarih sahnesinde yerini alacağı gibi ikinci, üçüncü ve hatta kendi kültürünü yok etmezse onüçüncübin yıllarda bile çağın gerisinde kalmaya mahkümdur. Geneli özelleştirdiğim düşünülebilir, ne yazık ki tüm mücadelelerle kapitalizm aşamasına gelen insanlık tarihine baktığımızda bu tür toplumların çoğunlukta olduğunu görüyoruz. Belki karamsar bir tablo ortaya çıkardım ama bunu ben değil asla unutmayan tarih söylüyor. Devam Edecek........

13 Mart 2013 Çarşamba

SEVGİ(SİZLİK) ÜZERİNE AYKIRI DÜŞÜNCELER

SEVGİ(SİZLİK) ÜZERİNE AYKIRI DÜŞÜNCELER ‎"Sevgi; yalnız bir insana bağlılık değildir.Bir tutumdur. Kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil,bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır.Kişi yalnız bir tek kimseyi seviyor, başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa sevgisi sevgi değil,genişletilmiş bencilliktir.” KARL MARX Daha küçücükken çocuklarımıza sorarız beni seviyor musun? ardından ne kadar? diye de teyit ettirmeye çalışırız. Büyüdükçe biz sevdiğimiz kişilere “seni dünyalar kadar çok seviyorum” demeye başlarız. Çünkü sevginin sadece bir sözcük olduğunu öğrenmişizdir büyüklerimizden. Gerçekten sevgi nedir biliyor muyuz ? Anne babamız seni seviyorum derken diğer taraftan dayak atarsa bu sevgi gösteri simi oluyor. Biz anne babamızı seviyor muyuz yoksa korkuyor muyuz? Anne, baba, otorite karşısında “sever de döver de” lafı ne kadar gerçekçi acaba? İnsanlık tarihi boyunca bütün dinler, felsefeler, öğretiler temellerinde sevgi olduğunu iddia eder. Ama insanlık tarihi ve günümüz gerçeklerine baktığımızda her şey sevgisizlik üzerine kuruludur. Savaşlar, acılar, şiddet, bencillik, sömürü. Evet bir sevgi var belki. Benden olanı sevme yani koşullu sevgi. Benim ailemden, benim ırkımdan, benim milletimden, benim inancımdan, benim partimden, benim düşüncemdensen seni seviyorum. Ne yazık ki koşulsuz sevgiyi öğrenebilen çok az insan çıkmıştır dünyamızdan. Sevgililikte bile “sen benimsin” düşüncesi yok mudur? Ben, benim, acaba bunu bize çevirsek bir bütün olduğumuzu idrak etsek daha güçlü sevgiler ortaya çıkmaz mı? Neden böyle sevgisiz toplumlar oluşturduk dünya üzerinde. Tüm dünyada geçerli bir kanı vardır babalar sevgilerini göstermezler. Onlar gücü temsil eder ve otoritedir.Anne ile dengeyi sağlar. Ama genelde çocukların büyük çoğunluğu anneden daha fazla dayak, terlik yediği halde babadan daha çok korkak. Acaba bu durum bizlerin eksik kalan duygusal bir yanımız mı? Sevgilerimizi korku ile mi bastırıyoruz ? Tek neden olarak bunu görmek yanlış tabi ki. İsterseniz biraz teori üretmeme izin verin. Adı üzerinde teori, doğru olduklarını iddia etmiyorum. Bir aile düşünelim. Ailede farklı bir çocuk dünyaya gelsin. Nörolojik veya psikolojik rahatsızlığı olan bir çocuk. Diğer kardeşlerin yaklaşımı nasıl olacaktır ? Anne baba farklı çocuğa daha fazla itina edip, koruyup kollayacaklarından dolayı istemeden de olsa diğer kardeşler arasında bir ayrımcılık yaratacaktır. Sevginin bir bütün olduğu öğretisi ile yaklaşılmayan çocuk farklı kardeşe acıyarak yaklaşacaktır. Belki de bilinçaltı bir sevinç duyacaktır. İyi ki ben böyle doğmadım düşüncesi ile. Aile büyükleri de “ne büyük bir günah işledim” suçluluk duygusu ile diğer çocukların psikolojilerine ağırlık veremeyecektir doğal olarak. Farklı kardeş büyüdükçe farklılığının farkına vardıkça savunmasız ve güçsüz olduğundan dolayı daha demokratik bir tavır sergileyerek savunma mekanizmaları geliştirecektir. Ya da doğru yaklaşılamayacağı için kendi kabuğu içine çekilerek dünyadan kendini soyutlayacaktır. Ya da intiharın eşiğine gelecektir.? Böyle bir ortamda büyüyen sağlıklı çocuk, kişiliğini geliştirirken farklı kardeşten dolayı toplumsal dışlanmışlığında etkisi ile nasıl sevgi mekanizmalarını geliştirerek sevginin bir bütün olduğunu öğrenecektir. Ya da yine bir aile düşünelim. Bu kez anne veya baba farklı olsun. Çocuk büyüdükçe farklı olana karşı olan sevgisi acıma hatta nefrete dönüşecektir. Çünkü büyüdükçe sorumlulukları artacaktır. Belki daha erken olgunlaşacak, çocukluğunu, gençliğini yaşayamayacaktır. Ayrıca diğer eşinde farklı eşe karşı duyguları değişecek, sevgisi sevgisizliğe doğru kayacaktır. Çocuk hem kendi iç dünyasında hem de farklı olmayan ebeveyn’in karmaşık duygularından etkilenecek karman çorman bir kişilik geliştirecektir. Düşünebiliyor musunuz ve ne acıdır ki bir çocuğun, sırf farklı olduğu için doğru düşünemediği için diğer yaşıtlarından daha fazla yaşamsal yük bindiği için omuzlarına, farklı ebeveynin en yakınları tarafından bile destek görmediğini görmesi sonucunda “ben, anne mi (baba mı) sevmiyorum” demesi. Bu acıma duygusu ile karışık çelişki ile büyüyen çocuk nasıl sevgi duygusunu geliştirebilecek ? Diğer ebeveyn den yada uzmandan destek görmezse bu çocuk sevgi besleyebilir mi? Gerçek sevgiyi öğrene bilir mi ? Kişiliği geliştiği çağlarda, ergenlikte eksik sevgisini neyle tamamlayacak aşırı uçlar, bağımlılık, alkol, yanlış arkadaşlar; gençlikte, sevdiğini düşünerek her şeye karşı ilgisizlik ve dünyanın kendisi ve sevgilisinden ibaret olduğu yanlış düşüncesi ile, bunu sorgulamayacağı için de sorunlu bir yuva ve belki de yine sorunlu sevgisiz ortamlarda yetişecek yeni nesil çocuklar. Burada otoritenin eğitim ve öğretimi bilinçli olarak geriye götürmesini tartışmadık bile daha. Düşünmeyen, sorgulamayan bireyler yetiştirmek otoritenin işine geliyor. Çünkü, sağlıksız ailesel eğitimi alan çocuk sağlıksız öğrenimden geçtikten sonra ortaya çıkan sağlıksız toplumu yönetmek çok daha kolay. Üzerine birazda korku saldınız mı toplumun otorite için yeme de yanında yat misali bir yönetim. Tabi sürekli eleştirdiğim aydınlar, siyasilerde bu toplumlardan çıkmakta. Dolayısı ile sevgi diye “genişletilmiş bencilliği” tercih etmeleri çok normal sanırım.

11 Mart 2013 Pazartesi

"AKILLI KADIN DAYAK YEMEZ"

“AKILLI KADIN DAYAK YEMEZ” “Ve kadınlar bizim kadınlarımız: korkunç ve mübarek elleri ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yarimiz ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki ve kara sabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar” Nazım Hikmet RAN “Kadınının; karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” kültürü ile yetişen ülkemizde bir Kadınlar Günü daha coşku ile kutlandı. ! 8 Mart 1857’de New York’ta bir dokuma fabrikasında çalışan 40 bin işçi, 16 saatlik işgününün 10 saate indirilmesi ve ücretlerde artış yapılması talebiyle greve başlamıştı. 40 bin kadın işçinin örgütlediği bu grev o zamana kadar ki en kitlesel kadın eylemlerinden biriydi. Eylemi durdurmak isteyen polis kadın işçilere saldırmış, fabrika yönetiminin de desteğiyle binlerce işçi fabrikaya kilitlenmişti. Bu sırada çıkan yangında içeride kilitli kalan işçilerden 129’u yanarak can vermişti. Ve yine 8 Mart 1917’de Şubat Devrimi’nin kıvılcımını çakan Pedrogradlı dokuma işçisi kadınların anısına çeşitli mücadelelerden sonra Birleşmiş Milletler 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmasını ancak 1977 yılında kabul etti. Tabi günün ve mücadelelerin tarihçesine değinmeden. Hala da internet sitesinde bu tarihçe yazılmadı. Eğer bir gün Birleşmiş Milletler bu anma gününün tarihçesini yazarsa; Dünya’da emperyalizme karşı mücadele eden Kurtuluş Savaşımızın kadınlarının anısının da eklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Kadınlar gününün tarihçesine baktığımızda bir emek, daha güzel bir dünya, daha güzel bir ülke mücadelesi olduğunu görüyoruz. Ne yazı ki 21. yüzyılda biz bu gün ülkemizin bir çok ilinde olduğu gibi yaşam hakkı elinden alınan kadınlar için sokaklarda yürüdük. Kadına yönelik şiddet mücadelesini konuşuyor ve tartışıyoruz. Toplantılarda kadına şiddeti içeren nutuklar atıyoruz. Bunlarda ne kadar samimiyiz acaba? Yapılan resmi bir kutlamada Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, kadına yönelik şiddeti insan hakkı ihlali, halk sağlığı sorunu, ilerlemenin, büyümenin, önünde büyük bir engel olarak gördüklerini belirterek, "Hukuk devletinde çıkarılabilmesi gereken bütün yasaları Anayasa başta olmak üzere çıkardık. Yaşanan olaylardan sonra Türk Ceza Kanunu çıkmadan önce özellikle terör ve namus cinayetlerinde birçok indirime gidiliyordu. Çevre baskısı, töre baskısı, etkiler deyip 2 yıl ceza alıp çıkarken, bugün artık yapılan değişimlerle en az 15 – 20 yıl cezalar alınarak, cezalar ağarlaştırılmıştır. İkincisi geçen yıl 8 Mart Dünya Kadınlar gününde biz aile de kadına yönelik şiddetle ilgili özel bir yasa çıkardık. Bu yasayı çıkartırken de İstanbul Anlaşması dediğimiz ve bugün uluslararası Avrupa Konseyi'nde en önemli anlaşmayı çekincesiz olarak ilk imzalayan hükümet ve devlet olduk. Arkasında iç hukukumuzu da buna göre dizayn ettik. Kadına yönelik şiddeti nasıl önleyeceğiz, nasıl cezalandıracağız anlamında çok temel önemli bir yasayı sivil toplum örgütleriyle ve bu işten damdan düşenlerle bir araya gelerek başardık" dedi. Ya ben Mars’ta yaşıyorum ya da gerçekten yönetenler beni aptal yerine koyuyor. 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzalanan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile içi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ni incelerseniz Madde 5 – Devlet Yükümlülükleri ve gereken özeni gösterme sorumluluğu 1.Taraflar, kadına yönelik şiddet eylemlerinde bulunmaktan kaçınır ve devlet adına faaliyet gösteren devlet yetkilileri, görevlileri, kurum, kuruluşlar ve diğer aktörlerin bu yükümlülüğe uygun davranmalarını sağlar. 2.Taraflar devlet dışı aktörlerce işlenen ve işbu sözleşmenin kapsamında yer alan şiddet eylemlerinin gereken özeni göstererek önlenmesini, soruşturulmasını, cezalandırılmasını ve tazmin edilmesini sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır. der. Sözleşmenin hemen hemen tüm maddeleri bir yaptırım içermeyip tavsiye kararları şeklindedir. Sözleşmenin uygulanıp uygulanılmadığını denetlemek adına da maddeler düzenlenmiş. Yine de uygulamayı taraf devletlerin insiyatifine bırakmış. Peki Sn.Şahin’e sormak gerekiyor. 24 Ocak 2013’te meclisten geçen ve 31 Ocak 2013’te yürürlüğe giren ve 04.02.2013 tarihinde “Bilinçli Toplum” başlıkla makaleme de konu olan 6411 sayılı Denetimli Serbestlik Kanunu’nu bu hükümet çıkarmadı mı.? Bu Yasa kadına şiddet uygulayan erkeklerin önündeki engelleri kaldırmıyor mu?. Kadına yönelik şiddet kapsamında suç işleyen ve çoğu eşini kasten yaralama (2-5 yıl), hakaret (3 ay-2 yıl), tehdit (6 ay-2 yıl) gibi suçlardan birkaç yıl ceza verilen kocalar hiç hapse girmeden cezası da ertelenebilecek. Kadına şiddet uygulayan erkekler ceza almazken, şiddet uyguladıkları kadınları öldürürse sorumlusu kim olacak ? Son 5 yılda 700 kadın öldürüldü. Nerede İstanbul Anlaşması ? Erkek şiddeti için yeni düzenleme af gibi işlemeyecek mi? Tabii bu sorular sadece Bakana değil, 8 Mart’ta kutlama mesajları gönderen, nutuklar atan tüm muhalefetteki siyasetçilere, örgütlere de soruluyor aslında. “Sadece erkekler dövüyor diye bir şey yok, kadınlar dayak yiyor gibi geliyor bana. Kadının kaşınanı var, kaşınmayanı var, haksız yere dayak yiyeni var. Dayak konusunda bazı kadınlar hafif kaşınıyor. Adamı tahrik ediyorlar. Akıllı kadın dayak yemez” Yukarıda ki sözler 8 mart 8 kadın projesinde, eşinden gördüğü şiddet nedeni ile hayatını kaybeden Ayşe Paşalı’nın özel makyajla yerine geçen Hülya Avşar’a ait. Böyle bir projede bu düşünce de olan kişilerin seçilmesi projenin samimiyetini zedelemez mi? Ayşe Paşalı ve öldürülen kadınlar aptal mı ya da kaşınmış mıydı ? Sağlıklı toplumlar, beden ve ruh sağlığı sağlam olan bireylerde oluşur.

8 Mart 2013 Cuma

PANSTARRS’I GÖRMEYE HAZIR MISINIZ ?

PANSTARRS’I GÖRMEYE HAZIRMISINIZ ? Bugün dünyamızın bir ziyaretçisinden bahsetmek istiyorum. Tabi bu ziyaretçi bir uzaylı değil, olamaz da zaten. Yinede dünyamıza yaşam formlarını getirdiği düşünülen kuyruklu yıldızlardan bir yenisi. Kuyruklu yıldız aslında bir yıldız değil. Güneş sistemimizin üyelerinden biri. “Kirli kar topu” ya da “buzlu çamur topu” olarak adlandırılabilir. Buz (su ve donmuş gazlar) ve güneş sisteminin oluşumu sırasında gezegenlerde yoğunlaşmamış kozmik toz karışımından oluşurlar. Bu gökcisimleri Güneş Sistemini bir halka gibi çevreleyen kaya ve buzdan yapılı cisimlerden oluşan, Güneş sisteminin oluşum artıklarını barındıran ve Neptün’ün yörüngesinin dışında yaklaşık 30 milyon km genişliğinde bir kuşaktan gelmektedir. Bu kuşaktan kopup Güneş’in ışınları ile yeterince ısınıp yüzeylerinde ki buz, toz ve gazın bir kısmını parlak, upuzun kuyruklara dönüştürdüklerinde, nefes kesen görüntüler sergilerler. Bilinmeyen bu kuşaktaki gök cisimleri hakkında bilgi toplamak adına NASA Ocak 2006’da New Horizans (Yeni Ufuklar) adlı bir uzay aracı fırlattı. Şubat 2007’de Jüpiteri’in yanından geçen bu araç her şey yolunda giderse 2015 Temmuz ayında Kuiper kuşağında bulunan Plüton’a varmış olacak. Daha sonra ki 5 yıl boyunca diğer Kuiper Kuşağı cisimlerini incelemek üzere yoluna devam edecek. Güneşten daha uzak bölgelerden gelen uzun dönemli kuyruklu yıldızlar ise Oort Bulutu dediğimiz bölgeden gelmektedir. Kısa dönem denilenler 200 yıllık, uzun dönemli olanlar ise 200 yıldan fazla periyodu olan kuyruklu yıldızlardır. Kısa dönemli Kuyruklu Yıldızlardan en ünlüsü Halley Kuyruklu yıldızıdır. Çin kayıtlarına göre M.Ö. 240 yılından beri tanınmaktadır. En son Güneş Sistemine 1986 yılında girmiş ve 2061 yılında tekrar görülecektir. Halley’in Hıristiyanlığın kutsal kitabı İncil’in Yeni Ahit’inde İsa’nın doğumu ile ilgili öykünün anlatıldığı bölümlerinde görüldüğüne inanılan Beytlehem Yıldızı olduğu sanılıyor. Yine Halley’in, Atilla’nın Roma’yı fethinde ve Fatih’in İstanbul’u fethinde görüldüğü söylemleri Hristiyan alemi için batıl inançların doğmasına neden olmuştur. Kuyrukluyıldızlar, güneş sisteminden yüzlerce geçiş sonunda (yaklaşık 500 geçiş) buz ve gazların tamamına yakınını yitirerek astreoidlere benzer bir görünüm kazanırlar. Muhtemelen dünyaya yakın asteroidlerin bazıları ölü kuyruklu yıldızlardır. Hatta yılın belli dönemlerinde yıldız kayması olarak tabir edilen akan yıldızların dünyamızın ölmüş kuyruklu yıldızların kuyruklarından geçişi ile artması bunun en güzel örneğidir. Yörüngeleri güneşe yaklaşan KY’ların gezegenlere çarpma ya da oldukça yakın bir geçişle güneş sistemi dışına atılma olasılıkları da mevcuttur. 1994 yazında Jüpitere çarpan SL9 Shoemaker-Levy en iyi örnektir. Yeni keşfedilen ve 2014 yılında Mars’a çarpası beklenen bir KY güneş sistemine girmiş durumdadır. Yakın geçmişten örnekler ise 1997 yılında çıplak gözle gözlenen Hale-Boop ve 2002 yılında görülen İkeya Seki kuyruklu yıldızlarıdır. Ve 2013 yılı KY yılı olacak. Bu ender gök olaylarının ilki önümüzde ki günlerde bize kendisini gösterecek.Mart ayının ikinci haftasından itibaren görücüye çıkıyor Panstarrs. Ekteki şekil 7-25 Mart tarihleri arasında Güneş battıktan 30 dakika sonra bu KY’ı nerede göreceğimizi gösteren temsili resimdir. Güneşe en yakın olduğu için en parlak zamanı 7 Mart ama 7 martta ufka çok yakın olduğu ve günbatımı bitmediğinden o kadar parlak göremeyeceğiz. 12 Mart Salı akşamı hilal şeklinde ki ay bize rehberlik ederek Ay’ın hemen üzerinde onu muhteşem kuyruğu ile görebileceğiz. Tabi ışık kirliliğinden dolayı şehir içinden görmek pek mümkün olmayacak. Bulunduğunuz şehrin ışıklarından etkilenmeyecek bir bölgeye ve basit bir avcı dürbünü alarak giderseniz bu muhteşem gök olayını izlemeniz mümkün. Beklide yaşantınızda bir daha rastlamayacağınız bu gök olayı için iyi seyirler….

6 Mart 2013 Çarşamba

NÖROLOJİ VE PSİKİYATRİ

Nöroloji ve Psikiyatri. Nöroloji genel olarak beyin, beyin sapı, omurilik ve çevresel sinir sistemi ile kasların hastalıklarını inceleyen, teşhis ve tedavi uygulamalarını içeren bilim dalıdır. 19.yüzyılda ruh hastalıkları ile birlikte ele alınırken 20.yüzyıldan itibaren psikiyatri ayrı bir dal olarak ayrılmıştır. Psikiyatri, insanların duygu, düşünce ve davranışlarında ki sapmaları çok farklı tekniklerle tedavi ederek insanlara yardım etmeye çalışan tıp bilidir. 1960’larda başlayan antipsikiyatri hareketiyle, toplumu “norm”lara indirgemeye ve işlevselliği bozulan kişilerin kapatılması/dışlanması çabasının uygulayıcısı olarak itham edilmiştir. Oysa temeli hekimlikten ibarettir. Ve yalnızca beyinle uğraşır. Ne yazık ki bu antipsikiyatrik zihniyet ülkemizde hala geçerliliğini sürdürmektedir. Yanlış veya hiç olmayan politikalar sonucunda özel psikolojik danışmanlık merkezleri çığ gibi büyümüştür son yıllarda, ticari mantık gözetilerek eğitimden, evliliğe ve kişisel gelişime kadar hiçbir tıbbı eğitim almamış insanlar hizmet sunmaktadır. Çok garip bir ülkeyiz vesselam “yaşam koçu” diyerek bize yol gösteren iktisatçılar bile mevcut bu ülkede.! Bir bilim dalı olan Nöroloji ve Psikiyatrinin önemine geçen yazımda değinmiştim. Hepsinde olmasa bile iki bilim dalı da beyinle ilgilendiği için özellikle bazı nörolojik hastalıkların psikitarik sonuçlar doğurduğunu (veya tam tersi) ve bu durumda nörolog ve psikiyatrların ortak çalışmasının önemine uzman görüşü ile destekleyerek vurgu yapmıştım. Özellikle teknolojinin gelişmesi neticesinde beyinsel faaliyetlerin fiziksel, kimyasal ve biyolojik özelliklerinin incelenmesi konusunda teknoloji, hem nörolojiye dolayısı ile de psikiyatriye laboratuar görevi üstlenmiştir. Daha önceden nörolojik mi, psikiyatrik mi olduğu çözülemeyen ortak rahatsızlıklarda tanı konulamadığı için hasta uygulanan tedaviye de yanıt vermediği gibi bazen durum daha da ciddi hale gelebilmekte hastaya daha büyük psikolojik sorunlar yüklemektedir. Tek taraflı tedavide kullanılan ilaçlarda bazen nörolojik sorunu, bazen psikiyatrik sorunu tetikleyerek sağaltımın sağlanamaması sonucunu doğurmaktadır. Sürecin uzaması, iyileşme görülmemesi aileyi veya hastayı tedaviden vazgeçirmekte, vazgeçmeyen hastalar içinde büyük mali külfetlere neden olmaktadır. İşte sosyal sağlık kurumlarının desteği burada çok önemlidir. Teknolojinin de pahallı olması tanı konana kadar hasta ve yakınlarını her yönü ile etkilemektedir. Burada hekimlerinde aileyi sürecin uzun, sabır gerektiren bir süreç olabileceği konusunda bilinçlendirmesi gerekmektedir. Konunun önemini irdelemek adına yine WHO (Dünya Sağlık Örgütü)’nün raporlarına göz atmakta yarar var sanırım.Bu konudaki WHO raporunda özetle; Zihinsel ve nörolojik bozukluklar dünya çapında oldukça yaygındır.Ruhsal ve nörolojik hastalıkların global yükünün ciddi özürlülük oranları yerine sadece mortaliteyi (ölüm oranını) dikkate alması, ancak geleneksel epidemiyolojik (Sağlığı geliştirmek ve hastalıkları azaltmak için sağlık bilgilerini toplamak, yorumlamak ve kullanmak) yöntemlerde göz ardı edilmesi uluslar arası sağlık toplumunun dikkatini çekti. Rapor , özellikle ruhsal ve nörolojik bozuklukların ölümlerin % 1’inden sorumlu iken, hastalık yükünün dünyada %11 olduğunu göstermiştir. Çalışma bu hastalıkların büyüklüğü ve yükünün çok büyük ve küresel öncelikli sağlık sorunları olduğunu göstermiştir. Yaşam beklentisinin artması, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde genel nüfusun yaşlanması sonucu nörolojik bozukluklarda dahil olmak üzere pek çok kronik ve ilerleyici fiziksel ve zihinsel hastalıkların artması muhtemeldir. Nöropsikiyatrik bozukluklar nedeni ile toplam hastalık yükünün global oransal payının 2020 yılına kadar %14,7’ye yükselmesi beklenmektedir. Büyük ve artan bu yükü çözmek için, bir çok faaliyet yürütülmektedir. Programın temel amacı,dünyanın her ülkesinde eksiklikleri ve yeterli sağlık hizmeti sunum engelleri içeren kaynakların değerlendirilmesi, insan kaynaklarının kestirimi, maliyetleri ve sağlık ihtiyaçlarının değerlendirilmesi, hizmetlerin organizasyonu,hastalıkların halk sağlığına etkisini azaltmak için benimsenen veri toplama dahil stratejiler, nörolojik bozuklukların tedavisi ile ilgili risk ve diğer kamu sağlık faktörleri, eğitim, nörolojik bozukluğu olan hastalarla uğraşan sağlık çalışanlarının eğitimi, hastalıkların kontrolü için programlar ve politikaların planlanması, özel stratejilerin oluşturulması ve uygulanması ve hastalıkların önlenmesi. İlgili sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapma. Tabi WHO bu konularda üye ülkelere tavsiyede bulunmaktadır. Yaptırım gücü yoktur. Yine bir başka çalışmada WHO; Sorunların çözümünde Hükümetler, sağlık çalışanları, sivil toplum ve ailelerin ortak sorumluluğunun olması gerektiği, projenin özünün bu acil halk sağlığı konusunda harekete geçme zamanının şimdi olması gerektiğinin altını çizmektedir. “Umutsuzluk insanın kendine karşı hazırlayabileceği suikastlerin en korkuncudur. Umutsuzluk manevi bir intihardır” J.Paul Sartre Siyasetçilerimizin seçilme stresine girmeye başlayacağı önümüzdeki süreçte umutsuzluğa kapılarak nörolojik yada psikiyatrik rahatsızlıklara yakalanmazlar umarım.! Seçilememe stresi yanında birde seçilmişken “keşke halkın sorunlarına karşı daha duyarlı olsa idim” pişmanlığı da var tabi ki. Bu yükü daha da arttıracaktır. Ve sonuç Sartre’nin de dediği gibi manevi intihardır. Oysa umudunu yitirmeyenler uyarmaya, bilinçlendirmeye hala devam ediyor olacaklar.

4 Mart 2013 Pazartesi

TOPLUMSAL TRAMVA

TOPLUMSAL TRAMVA “Korktukça tutsak, umut ettikçe özgürsünüz.” Stephan King Bu köşenin amacı, genetik alt yapılı Nörolojik ve Psikiyatrik rahatsızlıklarla ilgili aydınlar, siyasiler,sivil toplum örgütleri, ilgili kurum ve kuruluşların dikkatini çekerek bu hastalıklara muzdarip kişi ve hasta yakınlarının sorunlarını dile getirip, aksaklıkları göz önüne sermek, çözüm önerileri sunup toplumsal bilince katkı sağlamaktır. Bunu yaparken de özellikle uzman görüşlerinden mümkün olduğu kadar yararlanılmaktadır. Her insan çocuklarının sağlıklı olmasını ister. Fakat doğuştan ve ya sonradan ortaya çıkan fiziksel hastalıklarda, genellikle aileler hasta çocuklarının olmasını kendi işledikleri suçlara karşı verilmiş bir ceza olarak düşünürler. Bu durumun bir üzüntüden korkudan alay ettikleri birisinden ortaya çıktığına inanırlar. Ailelerin farklı özellikleri olan çocukları olduğunu ilk öğrendiklerinde yaşadıkları duygular çok karmaşıktır. Bu durumda yalnızlık, çaresizlik, başa çıkamama durumları yaşarlar. Tüm bunlar hasta ve aile üzerinde ruhsal tramvaya neden olur. İnsan toplumsal bir varlıktır. Toplum tarafından onaylanma kişide öz değer duygusunu güçlendirir ve kimlik kavramının gelişmesini sağlar. Ne var ki toplumun kendi değerlerine göre koymuş olduğu sınırlar vardır ve bazı alanlarda üyelerini destekleyen toplum diğer bazı alanlarda onları engeller. Farklılığı olan insanların karşılaştıkları en büyük sorun kendileri için saptadıkları umut düzeyinin gerçek dışı olmasıdır. Bunların getirisi olarak toplumdan dışlanma ya da kendini toplum dışına atma en belirgin davranışlardır. Hastanın kişilik yapısı, tanı konduktan sonra ki hastalığı kabullenme veya onla baş edebilme potansiyeli çok önemlidir. Hastalığa karşı baş edemeyeceği inancı ile hasta yaşam sevincini kaybedebilir, kendini kitler ve ölümü terk edebilir. (*)“Her türlü bedensel hastalık kişinin vücut bütünlüğüne, yaşam evresine ve yaşam kalitesine doğrudan travmatik bir etki yapar. Kişi böyle bir hastalık tanısı ile karşılaştığında tanının doğruluğu, hastalığının geleceği ve tedavi olasılıkları hakkında ciddi kaygılar duyar. Başka doktorlara başvurmak, tekrar tekrar tahlil ve görüntüleme yaptırmayı istemek gibi patolojik olmayan ‘inkar’ şeklinde bir savunma mekanizması içine girebilir. Daha sonra bir ‘öfke evresi’ beklenebilir. Bu dönemde kişi ‘bu niye benim başıma geldi?’ sorusuna yanıt arar, iş ve aile yaşantısında sorunlar olabilir. Tıbbi tedaviye uyumsuzluk olabilir, alkol, sigara veya madde kullanımı artabilir. Ardından da ’depresif evreye’ girilir. Bu depresif dönem, bir hastalık değil yine uyuma yönelik bir başa çıkma çabasıdır. Doktorun hastasını dinlemeye vakit ayırması, sorularını özenle yanıtlaması ve hasta ile yapılan görüşmede hastanın ifade ettiği duygularına saygı göstermesi çok önemlidir. Hekimlerin en önemli özürü hastaya ayırabilecekleri zamanın azlığıdır, ancak yine de hekimin duruşu, tutumu, beden dili ve dinlerken jest ve mimikleri bile hasta için çeşitli olumlu ya da olumsuz anlamlar ifade edebilir. Hastalar tanıdan sonraki dönemlerde yukarıda sözü edilen evreler arasında gidip gelebilir. Ardından da ‘kabulleniş evresi’ başlar. Kabulleniş bazen kendini tamamen doktorlara bırakıp hiç inisiyatif almamak şeklinde “kaderci” bir yön alırken, bazen de daha “gerçekçi” ve olumlu olabilir. Nörolojik hastalıkla yaşamaya uyumda zorlanan, hayatında hastalıkla birlikte çok değişim olan, yeti yitimi yaşayan, yeterli aile ve sosyal desteği olmayan kişilerde ise psikiyatrik hastalıklar söz konusu olabilir. Nörolojik hastalıklarda; hem beden fonksiyonları hem de zihin fonksiyonları etkilenebildiğinden kişi, ailesi ve yakın çevresi için daha dramatik sonuçlar ortaya çıkar. Her türlü psikiyatrik belirti nörolojik hastalıklara eşlik edebilir. Hiçbir psikiyatrik belirti belirli bir nörolojik hastalığa özgü değildir. Yine, psikiyatrik hastalıklar da belli nörolojik hastalıklara işaret etmezler. Sosyal destek sistemleri, kişinin aile içindeki yeri ve ailesi ile ilişkileri de psikiyatrik belirtilere katkıda bulunabilir. Yine ailesinden destek gören, sevgi ve saygı gören bir birey ile yalnız yaşayan ve her sorununu kendi çözmek durumunda olan bireylerin de psikolojileri farklı olacaktır. Daha önce psikiyatrik hastalığı olan bireylerde veya ailesinde psikiyatrik hastalığı olduğu bilinen kişilerde nörolojik hastalığa ek olarak psikiyatrik bir bozukluk çıkma olasılığı daha yüksektir. Aslında beyin davranış ilişkisi oldukça karmaşıktır. Hiçbir psikiyatrik hastalığın belirli bir lokalizasyonu yoktur, ancak belirli nöroanatomik bölgeleri içine alan döngülerden söz edilebilir. Tam ters yönden bakılınca da belli bir beyin bölgesinin hasarı çok belirli bir psikiyatrik hastalığa yol açmaz. Yani beyinde bir mani merkezi ya da şizofreni merkezi yoktur. En bilinen hali ile; beynin belirli bölgelerini içine alan hastalıklarında nispeten benzer psikiyatrik, davranışsal “belirtileri” görmek mümkündür. İnsan beyni ile ilgili çalışıyorsak ve hastalarımıza doğru tanı ve tedavi olanakları sunmak istiyorsak bu ancak nöroloji ve psikiyatri işbirliği ile olabilecektir.” (*)Prof.Dr.Işın Baral Kulaksızoğlu, -İÜ İstanbul Tıp Fakültesi, Psikiyatri Anabilim Dalı-Türkiye Kas Hastalıkları Derneği İnternet Sitesi

1 Mart 2013 Cuma

SEN,BEN,GEN

“SEN, BEN, GEN” Gen, bir kalıtım birimi. Bir kromozomun belirli bir kısmını oluşturan nükleotid dizisidir. Yukarıda ki satırlar hepimize bir anlam ifade etmiyor olabilir. Ancak bu bilimle uğraşan insanlar için bir anlam ifade eder. Gen; "ebeveynlerinden çocuklarına geçen belirli bir karakteristiği taşıyan biyolojik birim" ‘dir dersek sanırım tümümüz için bir anlam ifade edecektir. İşte bu farkı sağlayan popüler bilim’dir ve ne yazık ki ülkemizde hemen hemen yok gibidir. Popüler bilim, bilim insanlarının bilimle uğraşmayan halkın anlayamayacağı dünyalarını halkın anlayabileceği ve yararlanabileceği bir duruma getirip halka sunar. Çok ağır ve karmaşık bilim dili, halkın diline yakın bir duruma indirgenir. Böylece bilimle uğraşmayan ama bilimin ürettiği teknik ve teknolojiyi kullanan halk ile bilim dünyasının arasında ki iletişim sağlanmış olur. Popüler bilim ürünleri genellikle çok geniş alanda, çok çeşitli bilim dallarıyla ilgilenir. Üretenler, ortaya koyanlar; bilim insanları da olabileceği gibi genelde bilime yakın, konusunda bilgili kişilerdir. Bu konuda ki boşluğu 1967’den beri Tübitak doldurmaya çalışsa da son dönemlerde o eski yayınlanan kitaplarını açıkçası görmek mümkün değil. Yazımın başlığını da Tübitak Popüler Bilim Kitaplarından 2006 yılında yayınlanan ama yeni baskıları yapılmayan Dr.Fran Balkwill/Mic Rolph’ün yazdıkları kitaptan aldım. * * * Neden size tıpa tıp benzeyen biri yok ? Hem annenize hem babanıza benziyorsunuz ama onlardan farklısınız. Annemizin ve babamızın yarısı bizi bir bütün yapar. Fiziksel özelliklerimizi belirleyen genleri taşıyan kromozomların yarısı anneden, yarısı ise babadan gelir. İşte bizi biz yapan genetik biliminin temelleri 19.yüzyılda atılmıştır. Çok kısa bir sürede de büyük gelişmeler sağlanmıştır. 1990-2003 yılları arasında “İnsan Genom Projesi” ile insanın genetik kodları ortaya çıkarılmıştır. Ama bilim insanlarını bekleyen dev bulmaca ise bu dizilimin ne anlama geldiği ve genetik kodun nasıl işlediği idi. Çalışmalar büyük bir hızla devam etmektedir. Canlının genetik bilgisinde meydana gelen ve kuşaktan kuşağa aktarılan kalıtsal değişmelere mutasyon denir. Bir gen mutasyona uğradıktan sonra kararlı hale gelir ve tekrar eski haline dönmek için herhangi bir eğilim göstermez. Mutasyonun gözlenebilen bir etki olmadan ortaya çıkması çok az gözlenen bir olgudur. Daha çok çevreden gelen kimyasal ya da fiziksel etkiler nedeniyle olur. Bir dış etkinin mutasyona yol açabilmesi için hücre içine girip etkinliğini gösterebilmesi gerekir. Örneğin Güneş’in morötesi ışınları, girim gücü düşük olduğu için yalnızca deri hücrelerinde bedensel mutasyona yol açabilirken, girim gücü yüksek olan X ışınları ya da atom bombası ışımaları, tohumsal mutasyona yani nesilden nesile aktarılabilen mutasyona yol açabilen çok güçlü etkenlerdir. Mutasyonun diğer bir sonucu da hücre bölünmesindeki kontrol mekanizmasını ortadan kaldırabilmesidir. Bunun bilinen en tehlikeli sonucu ise hücrenin kontrolsüz bölünmesi yani kanserdir. Bu tür mutasyonların bir çok örneği yakın zamanda Çernobil patlaması sonucunda çevredeki bir çok canlı türünde gözlenmiştir. Günümüzde bile bu patlama sonrası etrafa saçılan radyoaktif maddelerin neden olduğu bedensel mutasyonların görünür sonuçları vardır. Halen Rusya ve Karadeniz Bölgesi’ndeki kanser oranları çok yüksektir. Ve Ergene kirliliğinin yarattığı mutasyonlar… GDO’LU ürünlerin mutasyonları……. Genetik bilimi ilerlerde siyasilerde oluşan görme mutasyonlarını tedavi edebilir mi bilemiyorum.