7 Mayıs 2009 Perşembe

Gominist İmam ve Aydın Sorunsalı

Sevgili Yalçın (Küçük) hocamız Aydın Üzerine Tezlerinde bu ülke aydınlarının tercüme odasında doğduğunu yazmıştı. Ne yazık ki haklı olmasını istemediğim halde son olaylar haklılığını ortaya koymaktadır. Bu yazımda aydın sorunsalımızı irdelemek istemiyorum açıkçası, çünkü çok kapsamlı ayrı bir tartışma konusu. Yinede ülkemizin en büyük sorunlarından biride bu. Diğer önemli gördüğüm sorunlardan biride STO'lar. (Sivil Toplum Örgütlerimiz) Bu konudaki düşüncelerimi geçen yazımda geniş kapsamlı olarak ele aldım. Bu iki konu hakkındaki en önemli ortak konu ise halktan kopuk olması. Hem aydınlarımiz, hem STÖ’lerimiz kesinlikle halktan kopuk.


Özellikle bu güne kadar Ergenekon hakkında düşüncelerimi yazmak gerçekten çok zor geldi bana.Çünkü tertibin amacı başından beri belli idi. Bu tertibin gerçek amaçlarını aydınlarımız olsun, o acıları yaşayan içerideki dostlarımız olsun gerçekten çok iyi biliyoruz. Fakat o kadar enteresan bir ülkeyiz ki ve o kadar enteresan bir sol’uz ki ve o kadar çok enteresan aydınlarımız var ki ikinci dünya savaşındaki rahip misali –son günlerdeki en moda hikaye- ancak ucu bize dokunduğu zaman ayağa kalkıyoruz. Ve hatta hala ayağa kalkamıyoruz. Son 12. dalgadan sonra bir kıpırdanma başladı. Bu 12. dalgaya gelinceye kadar tutuklanan aydınlar, öğretim üyeleri, şerefli ordumuzun muvazzaf veya emekli üyeleri, aydın ve laik kesimin aydınları bu ülkenin evlatları değil mi idi. Neden şimdi? Yaklaşık iki yıldır içerde özgürlükleri elinden alınmış laiklik ve Atatürk’ün izinden giden kişiler bu kadar değersiz mi idi.? Evet yanyana konulmaları düşünülmeyecek hukuk skandalı olan bu davada ne yaptık sadece yazmaktan başka? Yapmaya çalışan kişilere hangi oranda yardımcı olduk. Çünkü aydınlarımız tercüme odasından doğdukları için yaşam pratikleri yok. Bunu şu anlamda söylüyorum evet çok acılar çekildi, çok yaşamlar susturuldu bu ülkede darbelerle veya kışkırtmalarla. Ne yzaık ki geçmişten ders alamayıp yarınlarımızı kuramadığımız için bu günlere geldik. Halkın, senin, benim fikirlerim hiç önemli değil onlar için. Her zaman geri plana attıkları Mustafa Kemal’in tüm bu eylemleri yaparken tüm bu savaşları yaparken halkın desteğini almış olması. Başaramasa idi, halkın desteğini almasa idi oda şimdi bir hain olarak anılıyor olacaktı. Ki davanın savcıları! tarafından Ergonekon'a konularak zaten bu yapılmıyor mu.



Siyasetçilere hele hele Mustafa Kemal'in partisine girmek istemiyorum. Gönül isterdiki bir muhalefet partisi olarak bu tür bir organizasyonda başı çeksin. Sadece ergenekonun avukatı olmak yetmiyor, halka bunun gerekçelerinide açıklamak gerekiyor. Ama nerdeeeeeee.....CHP’nin kalesi olan Trakya’da bile kırsal kesimdeki vatandaşlarımız ergenekon hakkındaki düşüncelerinde yahu gerçekten suçlu iseler diye düşünebiliyorlarsa özür diliyorum ama bu partide bitmiştir bence. Sn.Baykal’ın şapkasını önüne koyup kazanan beldeleri ziyaret ve teşekkür etmesinden çok bu ergenekon tertibini açıklamak için ülke gezisine çıkmasını yeğlerdim açıkçası. Seçim meydanlarında ben bu davanın avukatıyım demekten ziyade bu davanın nedenlerini anlatsa idi seçimlerden dahada başarılı çıkardı. Geçtiğimiz günlerde Sn.Kılaçdaroğlu halkla daha içiçe olmamız şeklinde bir açıklama yapsada harekete geçirilmesi konusunda açıkçası umutsuzum.



Bu düşünceleri özellikle son günlerde 17 Mayıs taki eylem için yapılan girişimlerden ve bu girişimlerin Sn.Türkan Saylan'ın açıklamalarından sonraya almam gerçekten çok üzücü. İşte aydın sorunsalı derken kastedmek istediklerimden biride budur. Kendisine acil şifalar diliyorum yinede halk özellikle kendisi ve örgütüne reva görülen bu durumdan sonra eylem kararı alıyor fakat ne yazık ki örgütü adına yaptığı açıklamada örgüt bu eylemin dışında kalıyor. Yazık ki ne yazık. İnsanlarımız örgütü aradığında örgütü bu konu hakkında aradıklarında ve örgütün tavrını öğrendiklerinde ve çalışanların bu durum karşısındaki mahcubiyetleri ile karşılaştıklarındaki şaşkınlığı dile getirmektedirler.



Kısacası halktan kopuk hiçbir eylem başarıya ulaşmaz. Ama laik, sol, demokrat, Atatürkçü kesim olarak hala bunun ayırdında değiliz. Son zamanlarda eski yazılarımı yayınlamak gereği hissediyorum çünkü zamanımıza o kadar uyuyorki. İşte aşağıda on yıl önce kaleme aldığım ne yazık ki yayınlatamadığım bir hikayemi paylaşmanın zamanıdır diye düşünüyorum. Halkla içiçe yaşayan ve aydınlarımızdan çok daha etkili gerçek Cumhuriyet aydınlarının birinin bir hikayesi. Ve üzülerek söylüyorum ki gittikçe azalan aydınlarımızdan birinin hikayesi. Bir Cumhuriyet İmamının hikayesi.



İşte hikayemiz........................


..............................................................................................................................................................................................

Gominist İmam



“Dinimizin geri kalmasının en büyük nedenlerinin başında; yobazlar ve halkın aydınlanmasından korkarak halkı gütmek için bu ülkeyi karanlığa sürüklemeye çalışan siyasetçiler gelmektedir. Bakın ben ilkokul mezunu bir müezzin kayyım olarak imamlık yapmaktayım. Okumuş kültürlü insanlara ibadet yaptırmaktan başka ne verebilirim?! Hristiyan alemini örnek alın, klisedeki en basit bir rahip bile üniversite mezunu veya en az lise mezunudur. Şimdi en son din olan bu güzel dini halka babadan oğula, kulaktan dolma bilgiler ile ve namaz kıldıracak kadar dua ezberleyen imamlar mı daha iyi anlatır ,yoksa bizim dinimizden daha geri olan hristiyanlık veya diğer dinlerin kültürlü rahipleri, hahamları mı daha iyi anlatır. ”



“ Yobazlar dini, ekonomik nedenlerle kullanıyorlar. Doğumdan, ölüme hatta ölümden sonraya bile herşey para. Bunun yanında bu çıkar düzenleri yıkılmasın diye de halkın aydınlanmasına karşılar. Türkçe’ye karşılar. Dinimiz akıl dini, Allah Türkçe bilmiyor mu ki ille de Arapça. Tamam ibadet yanlışlık olmasın diye Arapça olabilir ama yakarış kul ile Tanrı arasındaki bir inanç meselesidir. Kalben yapılan, hangi dilden olursa olsun, tüm yakarışlar geçerlidir bence. Yobazlar anlamını anlamadan, halkın bilgisizliğinden faydalanarak ezbere okudukları arapça ile ekonomik çıkar elde etmektedirler. Siyasetçilere gelince imam hatip okulları açarak, sözde kültürlü din adamı yetiştirecekleri vadi ile kültürlü(!) yobazlar yetiştirerek bu ülkeyi karanlığa sürüklemektedirler. Dinimizde bir ruhban sınıfı yoktur ama yaşadıklarımız buna benzer bir yapı oluşturmuyor mu? Meslek hayatımda Ortaçağ papazları gibi camilerimizde Cennet’in anahtarları vadi ile yardım toplayan vaizlere, imamlara rastladım. Bunların semeresini ise siyasetçilerin bu tür tarikatları güçlendirmek için vakıflaştırarak yine Ortaçağ kiliseleri gibi siyasal güçlere dönüştürmüyor mu? Kısacası bu tür çıkar çevreleri Allah adına oluşturulan bu tür Vakıflar aracılığı ile din kisvesi altında ortaçağ karanlığındaki kiliseler gibi siyasal güç kazanma mücadelesi vermektedir. ”



Yukarıdaki sözler; Osmanlı’ya başkaldıran Rumlar tarafından babası öldürülüp 1914’lerde Selanık’ten ayrılan ve Medrese eğitiminin yetersizliğini anlayarak medrese tahsilini yarıda bırakıp küçük bir Trakya kasabasına yerleşen ve kendini yetiştiren bir Osmanlı aydınının oğlu olarak 1923 yılı ekim ayında doğan ve babasının mesleğini seçen bir Cumhuriyet aydını imama aittir.



Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yeni doğan bir ülke ile birlikte doğup tüm ülkede olduğu gibi yoksulluk içinde geçen bir çocukluk.. Geçim derdinde olan bir babaya tarlada yardım ederek kazanılan doğa sevgisi.. Gençlik yıllarından sonra Avrupa’yı kasıp kavuran o korkunç yıllarda, Kasımpaşa kışlasında geçen ve 46 ay süren askerlik.. Ve “Açız” diyen bir çocuğa “Sizleri aç bıraktım ama babasız bırakmadım” diyen Cumhuriyetin 2.adamına duyulan saygı ile Cumhuriyet’e bağlılığın artması..Askerlik dönüşü komşu kasabanın güzel kızlarından biri ile evlilik..



Aile genişlemiş tarla ve hayvancılık yetersiz kalmaya başlamıştır. Artık baba evinden ayrılıp kendi ayakları üzerinde durma vakti gelmiştir. Geçim derdi ile ticarete atılış.. Küçük bir tezgah ile kasaba kasaba dolaşarak pazarcılık.. Sonradan kasabada küçük bir dükkan.. Bu arada babadan alınan eğitim ile açılan sınavları kazanarak memuriyet hayatının başlaması.. 48-59 yılları arası peşpeşe gelen doğumlarla birlikte daha 1 yaşını doldurmadan ölen bebekler.. Hayatta kalan 4 erkek çocuk.. İşler düzene kondu derken yapılan şikayet üzerine ya ticaret ya memuriyet denmesi, tercih edilen baba mesleği.. Dükkan devredilmiştir ama çocuklar büyümekte, yaşam ağırlaşmaktadır. “Küçük Amerika yaratma” dönemleri.. Küçücük kasabalarda dahi fakirlere yardım adı altında oy avcılığının başlaması.. “Sizler isterseniz şeriatı bile getirirsiniz” denerek dini istismar etmenin başladığı yıllar. Kura ile gençler Kore’ye gönderilmektedir. Kura çekenlerden biride kayınbiraderdir. Kurayı kazanır ama kurada kaybeden için geri dönünceye kadar dualar edilmesi.. Eşinin ve artık büyümeye başlayan çocuklarının yardımı ile uzun yıllar ticaret hayatının evde devam etmesi..



1960’ların özgürlük ortamı.. Bu ortama gölge düşüren idamların çözüm olamayacağının düşünülmesi.. Hatta kasabaya uğrayacağı söylenen Cemal Paşa’yı saatlerce beklemenin ardından Paşa’nın bir ayağını arabasından çıkarıp sadece halka bir el sallaması ile, Trakya tatbikatları sırasında çocukken, komşu kasabaya gelen büyük önderin halkla kaynaşmasının izlenmesinin ardında ki hayal kırıklığı.. Çünkü Devrimlerin halkla başarıldığının bilincinde . Yine de vaazlar biraz daha özgürdür. Vaazlarda en büyük erdemin insan olmak olduğunun anlatılması.. Hani oğluna sürekli adam olamazsın diyen babayı sadrazam olup askerleri tarafından ayağına çağırtan oğula “oğlum ben sana sadrazam olamazssın demedim adam olamazssın dedim” hikayesinin vaazlara taşınması. En büyük ibadetin çalışmak olduğunun anlatılması.. Büyüyen çocukları ile yapılan tartışmalar.. Onlara en büyük erdemin dürüstlük olduğunun aşılanması.. Eve zamanını en ilerici gazetesi Akşam’ın alınması..



Artık kasabanın hatta çevre köylerin bile sevilen saygı duyulan bir insanı olmuştur. Çünkü çocukla çocuk, gençle genç, yaşlı ile yaşlı olunmaktadır. Ticaret hayatı yavaş yavaş terkedilmekte ;fakat bağ ve bahçe işleri devam etmektedir. Bu işler ticari kaygı ile değil doğaya olan hayranlıkla yapılmaktadır. Hocam hiç yaşlanmadın diyenlere “Tabi, sabahları bu havayı ilk soluyan en uzak camilere giden benim.“ yanıtı aslında düşüncelerinden dolayı sürekli kasaba içindeki tüm camilere sürgüne gönderilmesinin serzenişi. Verilen ceza dolaylı olarak işine gelmekte daha çok insana ulaşmasını sağlamaktadır.

Kasabanın aranılan imamından ziyade aranılan kişisidir de. Hatta kasabaya gelen asker, memur başı sıkıştığında “Hoca halleder“ denilerek kendisine gönderilmekte, sorunlar elbirliği ile çözülmektedir. (Tabi ki en büyük sorun da ev bulma konusudur. )



Bu arada düşüncelerinden dolayı ismi “Gominist imam’a” çıksa da tüm dini merasimlerin aranılan ismidir. Özellikle resmi nikahı olmayan veya olmayacaklara kesinlikle dini nikahın kıyılmaması.. Nikah öncesi evlenecek çiftlere dini sorular sorularak yanıt alınmazsa “bu soruları öğrenin gelin“ denilerek nükteler yapılması, çiftin şokunun ardından ise sizlerin öğreneceğinize inanarak nikahınızı kıyıyorum denilerek dini merasime geçilmesi. Veya yine düğün törenlerinde gençlerin masalarına çağırarak sohbet istekleri.. Masada içki varsa önce gençlere içkinin kötülüklerinin anlatılması, ardından sohbet isteklerinin “masanızda sizlere sohbet etmek isterim ama ben bu masada su dahi içsem yarın hoca içki içiyordu dedikoduları çıkar o yüzden bu sohbeti yarın namazdan sonra yapalım” diyerek inceden camiye davetle birlikte kibarca teklifi reddetmesi.. Bulunduğu toplantılarda anlattığı fıkralar sürekli yobazlıkla mücadele üzerinedir. Bir örnek gerekirse;



“Köyün birine üç yabancı gelir muhtarı ve imamı çağırtarak biri göklerin yedi kat üzerini, diğeri yerin yedi kat altını, üçüncüsü ise öbür alemi gördüğünü iddia ederek kendilerini misafir etmelerinin öbür dünyada kendilerine çok şey kazandıracağını iddia ederler. Aydın olan muhtar evine davet eder ve tavuklar keserek eşine üç tepsiye önce tavukları koyup sonra pilavla örtmesini diğer üç tepsiye ise önce pilav koyup üzerine tavukları koymasını tembih eder. Yemek vakti gelince kendisi, imam ve çocukları için tavukların üstte olduğu tepsileri alır misafirlere ise tavukların pilavla örtülerek hazırlanmiş tepsileri ikram eder. Bunu gören misafirler bir önlerindeki tepsilere bir diğerlerine bakarak muhtar efendi herhalde yanlış tepsileri verdin bizim gibi alimlere reva gördüğün yemeğe bir bak birde sizlerin yemeğine diyerek serzenişlerini belirttikleri gibi tavuklu tepsileride kendi önlerine çekmeye çalışmaktadırlar. Bunun üzerine muhtar misafirlerin önündeki tepsilerdeki pilavları açarak alttaki tavukları gösterir ve bre melunlar sizler önünüzdeki pilav altındaki tavukları bile göremiyorsunuz da nasıl göğün yedi kat üstündeki melekler ile yerin yedi kat altındaki şeytanı veya cennetü alayı görebiliyorsunuz diyerek misafirleri aç aç köyün dışına kadar kovalayıp köylüyede ziyafet çekiyor.”



Artık 12 Mart’lı günler gelmiş gençlerin isyanına duyulan içten destek ve ölümlerle birlikte sanki tümünü kendi büyütmüşçesine duyulan acı.. Hele hele idamların ardından yazılan son mektupların okunuşundan sonra hıçkırarak, ağlanarak okunan dualar..



12 Mart’ta şapkasını alarak çekilen imam hatip açma rekortmeni siyasetçinin kasabaya gelmesi konuşmasının ardından merkez camisinde Cuma namazına girerek dini aleni şekilde gösteriye dönüştürmesi, camide ki o kargaşa ortamını izleyerek son sürgün yeri olan 1300’lerde camiye çevrilmiş babasının da görev yaptığı cemaatsiz kilisede tek başına kılınan namaz.. Belki de gelecek kabus dolu günlerin düşünülmesi.. Ve o günden sonra hiç bir siyasetçinin önünde veya ardında namaz kılmama..



Son görev yeri olan camiye çevrilmiş klise ise belkide meslek yaşamının en yalnız günleri. Bunun yanında görev yeri ile ilgili tarihsel bilgilerin öğrenilmesi.. Belki de detayları bilen son kişi.. Çünkü burayı ziyarete gelen turist grubunun köşe bucak fenerle birşeyler aradığının kendisine anlatılması üzerine aradıklarının Meryem ve İsa freksinin olduğu ve soranlara yerinin gösterilmesi.. Kendisinden sonra burada görev yapan imamların define aramak uğruna yaptıkları tahribatların yaşanması ve müzeye dönüştürüldükten sonra tadilat adına yapılan daha büyük tahribatın ardından misafirlerine sadece dışarıdan göstermesi ve tarihsel bilgiler verilerek içine girmemesi..



70’li yılların sonlarında emekli olunmuştur. Artık konuşmalar kendi açısından dahada rahat, tartışmalar daha da özgürdür. Hatta meslek hayatında içinde ukte kalan mesleğe başladığı ilk yıllardaki gibi Türkçe ezan okumak fikrini gerçekleştirebilecektir artık. Çünkü meslekten men, sürgün sözkonusu değildir artık. Ne yazık ki mantıklı düşünülerek böyle bir eylemin kendisine meczup(!) damgasının vurulacağı düşüncesi ile vazgeçilmesi.. Ama dost ve aile toplantılarında türkçe ezan okunması..



Çocuklar meslek sahibi olmuş, kendi ayakları üzerinde durmaktadır. Hele torunlardan sonra zamanın çoğu onlarla geçirilmekte torunları, dertleri ile uğraşılmaktadır.



Bu tür düşünen bir insanın Siyasi düşünceside merak edilmektedir. Fakat emekli olana kadar hangi partiye oy verdiği bilinmediği halde emekli olduktan sonra artık bu konudaki fikirleri de aleni anlatılmaktadır. Hatta 1980 faşist darbesine kadar ki siyasi tahlilleri ise ilginçtir. Kendisine hangi partiye oy verdiği sorulduğunda şunlar anlatılmaktadır; “Istanbul,Ankara İzmir şehirlerini ele alalım. Bunlar ülkenin aynası bir yerde. Vekil ve Belediye başkanlığı seçimlerini sürekli sol parti (CHP) kazanmaktadır. Bu şehirlerde oturanlar kimler. Bürokratlar, bilim adamları kısacası okumuş, kültürlü insanlar. Bu insanlar sol’u seçtiklerine göre bir bildikleri vardır mutlaka. O halde ben niye gericilerden medet umayım.” Ne yazık ki 1980 sonrası yükselen değerlerle birlikte kendisininde aklı karışsa bile hiç bir zaman sağa oy verilmemesi.. Hele İnönü’nün oğlundan sonra Karaoğlan defterinin kapanması.. Çünkü artık o 1977 yılı Nisan ayında kasabaya gelen en ön sıralarda dinlenip alkışlanan, ezan okurken konuşmasını keserek saygı gösteren ama hemen camiye koşmayıp konuşmasına devam eden Karaoğlan artık o Karaoğlan değildir. Hele hele Karaoğlanın, Gülen yakınlaşmasının ardından belki de Emekli vaizin vaazlarını dinlemesinin etkisi ile de artık Karaoğlanın adı bile anılmamaktadır. Çünkü artık o da oy kaygısı ile dini siyasete alet etmiştir.



Hele hele konusu bilinen Zübük filmini kasabaya çekmeye gelen film ekibine hiç tereddütsüz dış mekan çekimleri için evinin açılması.. Çünkü titiz olan eşe saygıdan dolayı iç mekanlar için ekipten özür dilenmesi.. (Bilindiği gibi bu film tipik Türk siyasetçisini anlatmaktadır.) Meslek hayatında olsun emekli olduktan sonra sinemaya gitmekten çekinilmemesi.. Özellikle çocukluk dostu Kahya ile Türkan Şoray ve Fatma Girik filmleri kaçırılmaz. (Dostu Türkan Şoray Kendisi Fatma Girik hayranıdır.) Ve de Yılmaz Güney filmeleri hiç kaçırılmaz.



Yobazların öcü gibi kaçtıkları radyo, Tv gibi teknolojileri kasabada evine sokan ilk kişilerden olması , yadırgansa da, yadırgayanlara Avrupa’nın bilim ve teknoloji ile ilerlediğinin anlatılması ve hatta “Acaba Edison mu cennetlik, sabah akşam ibadet edipte insanlık için bir düşünce dahi üretmeyen yobaz mı cennetlik” sorusunun sorulması.



Artık emeklilikten sonra anlatılan hikayeler –çünkü dinleyicinin dikkatini çekmek için konuşma dini hikayelerle süslenmektedir sürekli- daha da çeşitlenmektedir. Mesela “Çölde seyahat eden bir yobaz susayınca bir kuyu başında mola verir. Bir köpek ise kuyunun etrafında dört dönmektedir. Kuyu biraz aşagıda kaldığı için suya ulaşamamaktadır. Yobaz köpeğe tekme atıp suyunu içerek yoluna devam eder. Ardından bir hayat kadını aynı kuyuya varır. Köpeğin halini görünce ayakkabısı ile suyu alarak önce köpeğe içirir ardından kendi içerek yola koyulur.” Burada doğa, hayvan ve insan sevgisi olmayanların Allah katında makbul olmadıkları ifade edilmektedir. Bunun yanında 1950’lerde kendisine Diyanet Işleri Başkanlığı teklif edilen bir din bilginin bunu kabul etmeyişinin nedeninin açıklanması.. Çünkü bu bilgin adam “Ben başkan olursam ilk yapacağım işlerden biri Hac’cı yasaklamak olacaktır. Bizim ülkemizin petrol zengini araplardan daha çok paraya ihtiyacı var. Bu da bulunduğum makamla çelişir” Burada bazı ibadetlerin insanlık yararına revize edilebilinileceğinin ima edilmesi.. Kısacası dinimizin reforma ihtiyacı olduğunun açıklanmaya çalışılması..



Yaş ilerledikçe hala dinç kalmasının nedenleri sorulduğunda “Insanlar emekli olduktan sonra ne yazık ki büyük bir boşluğa düşmektedir. Ama ben emekli bile olsam, hiçbir sorumluluğum bile olmasa ibadetimi yapıyorum , dini veya dünyevi merasimlere çağırılıyorum, kısacası halen çalışıyorum. Hatta şu an daha büyük bir zevkle çalışyorum.” denilerek çalışmanın erdemlerinin anlatılması..



Doğa tutkusundan dolayı her mevsim sürekli mevsim çiçeklerinden bir demet çiçekle eve gelinmesi belkide dünyanın hiçbir kadınının ulaşamadığı bir mutluluk vermiştir eşine. Çiçek bulunamazsa bir ağaç dalı bile yetmiştir ona. Hepsi doğadan ama çiçek dalında güzeldir misali ile kurumaya yüztutmuş çiçekler koparılmıştır ki diğer goncalar daha güzel açsın diye. Son yıllarda kardelen tutkusu başlaması ve tüm bahçenin kardelenlerle donatılması..



Hiçbir zaman kadınların din öğretisinde olduğu gibi 2. Sınıf olduğunun düşünülmemesi.. Her zaman kadınıyla el ele yaşam mücadelesi verilmesi gerektiği inancı ile hiçbir zaman kadınınını arkada yürütmemesi. Yinede babanın bir özdeyişinin hatırlatılması “Kadınlar çok zalımdır ama çokta lazımdır” Tüm yaşamı boyunca kullandığı bir söz vardır ki hayalle yaşayan aptallara ithaf etmiştir bunu: “Levlakel hülya levlakel budala”



Hayatı boyunca belkide tüm dostlarını, kardeşlerini, sevdiklerini toprağa vermenin etkisi ile ölümden korkulması.. Ve bunun şairin dediği gibi “ne ölümden korkmak ayıp nede ölümü düşünmek” misali özgürçe açıklanması.. Hatta son günlerinde o sıkıntılı günlerinde sıkıntısı sorulduğunda “nasıl olurda ayakta bir insan ölebilir” diyebilmesi.. Veya “bu güzel insanlar nasıl bırakılabilir” diyerek yaşama bağlılığın belirtilmesi..



Evet 21 Şubat 1999 tarihinde bu güzel yaşam sona erdi. Bu ülkede hala, dini bu güzel insanlar uğruna 5+5’lerle kullanan, imam hatip açma rekortmeni, devletin rutin işler dışına çıkabileceğini belirten, kanunsuz tesisleri açan hukuksuz Cumhurbaşkanlarına ve buna çanak tutan 12 Eylül faşist darbesinin mimarlarından bir olarak tarihe geçecek olan Başbakanlarına rağmen laiklik devam ediyorsa, bunu birazda bu güzel isimsiz yaşamlara borçluyuz. Ruhun şad olsun güzel insan ‘Gominist imam’.





İhan VARDAR
Mayıs 1999

22 Nisan 2009 Çarşamba

CHP NEREYE GİDİYOR ?

Yazıma bir soru ile başlamak istiyorum. Neden eleştirilmekten bu kadar korkuyoruz.? Eleştiri bir tartışma ortamı yaratarak daha iyiyi daha güzeli hep beraber bulma eylemi değil midir? Ve daha önemlisi eleştirilmek değer verilmek değil midir? Özellikle şuna inanıyorum ki CHP yönetimi ve Başkan’ını eleştirenler, savunanlardan daha çok CHP’yi düşünen kişilerdir. Ve Atatürk diye diye onun tüm mirasları yok edildiği halde, elde kalmış bu tek mirasın da yok olma tehlikesi altında olduğunu görmenin verdiği üzüntü ile, o mirasın yok olmaması için çabalayan eleştirilerdir.

“Hafıza-ı beşer nisyan ile maluldur” Sanki şimdiki başkan ve yönetim son seçimlerde bu partiyi Cumhuriyet tarihinde ilk kez Meclis dışında bırakmadı? Bunun özeleştirisi verilmesi gerekirken insanlara eleştirmeyin demenin anlamını anlayamıyorum? Sanki şimdiki başkan ve yönetim diğer Sosyal Demokrat partiyi? sağa kaydı diye eleştirirken Şeyh Edebali’nin öğütlerini başkanlık odasına asmadı? Niye Atatürk değil? Verilecek oyların Atatürk Devrim ve ilkelerine verileceğini söyleyen bu yönetim geçmiş dönemde Atatürk’ün Partiye’de ilke ve bayrak olmuş ilkelerini tartışmaya açmadı? Hangi oku çıkaralım tartışmaları yapmadı? Daha gerilere gitmeye gerek varmı bilmiyorum. Ama yönetim olarak lütfen gerilere 25 yıl öncelere giderek başlayın arşivleri araştırmaya. Kurultay sonuçlarını inceleyin. Katılan adayları ve aldıkları oyları? 12 Eylül’den sonrakiler de dahil. Lütfen biraz özeleştiri yapalım.

Yapıyoruz da, özeleştiri yapayım derken de lütfen gülünç durumlara düşmeyelim? Halk, Sn. Başkanla ilgili, onu eleştirenler kadar olumsuz düşünmüyor derken geçtiğimiz seçmleri anımsıyalım. Halkımız Yerel Yönetim seçimlerinde partiyi meclise soktu, (% 15’lik oyla) partiye verdiği değeri gösterdi ama partiyi yönetenlere geçit vermedi. Burda bunları hatırlatmak, aynı hataları yapmayın demek suç oluyor da, partiyi meclis dışında bırakmak Atatürk Devrim ve ilkelerine sadakat. ! Sonrada ”CHP’yi yok etmeye kimsenin gücü yetmeyecektir” diyerek ucuz demagojiler yapmak.

Eleştirenler neyi eleştiriyor. Parti içi demokrasi olmayan partilerin başarısızlığını. Bunu yıkın deniyor. Şimdilerde partinin yeniden yapılanması deniyor. Bu yapılanma demokratik mi? Işte eleştiri burada başlıyor. Demokratik olmadığına inananlar eleştiriyor. (Bir örnek yetmez belki ama bu satırların yazarının yaşadığı bir örnek olduğu için önemli.)

Büyükçe bir belde başkanınınız bir sohbet sırasında kendisinin 13. Maddeden muaf tutularak başkan tarafından belde başkanı atandığını övünerek anlatıyor. Merak bu ya 13. Maddeye şöyle bir göz atayım dedim karşıma ne çıktı biliyormusunuz? Partiye üye olan biri 6 ay yedek üye sayılıyor. Yani bu belde başkanımız partiye kayıt olur olmaz




belde başkanı atanıyor. Seçilmiyor atanıyor. Yeni yapılanma bu ise endişeler daha da artıyor. Il, Ilçe örgütlerinin dağitılması, yeni atamaların tepeden yapılması yeni yapılanma ise gelecek için olumlu konuşmak bence geçmişten ders alıp bugünü kuramayanların, bu günü yorumlayıp yarınlara plan yapamıyanların işi.

Birde üzücü olan Kurultay delegelerinin süzülerek geldikleri, meslek sahibi, okuması yazması olan yada partide politikleşmiş insanlar olduğunun söylenmesi özürün kabahatten büyük olmasının delilidir bence. Bu yönetimi eleştirenlerin profillerini lütfen bir araştırın.

Bu eleştirileri yapanların ne başkanla ve de yönetimle bir alıp veremedikleri yok. Çogu birbirlerini tanımazlar ama tarih asla affetmez. Türk siyasal tarihine, CHP’yi ilk kez meclis dışında bırakan başkan ve yönetim olarak yazıldılar bile.Ama haklı olarak eleştirenler de tarihteki yerlerini aldılar.

Bir de ortaya “Anadolu Solu” diye bir kavram atıldı ki, Yönetim ve başkanını danışmanlarını tarihsel hatalar yapmamaları için uyarması veya bu kavramı çok iyi incelemeleri gerekirdi. Evet sol’un kökenleri Anadolu. Çünkü dünyanın ilk toplumcuları (ki solun kökenide toplumculuk değil mi?) sayılan iki kişiden biri Anadolu’dan çıkmıştır. İsterseniz bu konuyu Orhan Hançerlioğlu’nun “Düşünce Tarihi” eserinden öğrenelim.

“Dünyanın kabul ettiği ilk toplumcular Thomas More ve Şeyh Bedreddin. İkisi de asılarak hayata veda etmişlerdir. Fakat Şeyh Bedreddin çağının yüzyıl ilerisinde olduğu, Thomas More ise çağının yüzyıl gerisinde kaldığı için asılmışlardır.”

Tüm eleştirenlerin sözcüsü olmak değil amacım ama bence bu yönetimi ben Thomas More’a eleştirenleri Şeyh Bedreddin’e benzetiyorum. Eleştirenler ve sağ siyasetler bu arabayı devirmemiştir. Ve şimdi başta ki soruyu sorabilirmiyiz. CHP nereye gidiyor? Thomas More düşüncelerine mi? Şeyh Bedreddin düşüncelerine mi? Yani çağın ilerisine mi, yoksa 600 yıl öncesi öğretilere mi?

Lütfen CHP’yi yönetenler, bu ülkenin aydınları, O Büyük Devrimcinin, devrim ve ilkelerine gönülden bağlı olanlar, bu ilkeler ışığında hareket eden sivil toplum kuruluşları, sendikalar,üniversiteler, tarihteki yerimizi almak için iktidar hırsı ile değil, Atam’ızın partisini yaşatmak ve daha ileriye götürmek için, polemiğe girmeden ele ele vererek, eleştirilerden korkarak değil, dersler alarak, bilimin ışığında, bilimsel yöntemler ve tarihten dersler alarak bu mirası sonuna kadar savunalım.



Not: Bu yazı CHP’nin “Anadolu Solu” kavramını ortaya attığı zaman yazılmıştır. Bu günlerde yukarıdaki düşüncelerin ve partiyi eleştirenlerin haklılığını yaşamıyormuyuz? Belkide siyasal tarihimiz de ilk kez sol’un birleşmesi için çıkan bu tarihsel misyonu kişilere bağlayarak reddeden de herhalde CHP’yi eleştirenler? Bu konuda aslında bir başka yazıda tartışılabilir.

Türkiye'de Bilim:Çıplak Gerçeklik

Son haftalarda değerli bilim adamlarımız CBT’de Türkiye’de Bilim var mıdır, yok mudur diye tartışıyorlar. Ben ise bu tartışmaya örnekleri ile farklı bir boyutta yaklaşmak istiyorum.

Türkiye’de bilimin var olup olmadığının en güzel yanıtını 16 Agustos 2000 gecesi bir Sn.Bakanı’mız Kanal D’deki tartışma programında tarihe geçecek bir cümle ile çok güzel verdi. Bu programı izleyemeyenler için kısaca konuyu açıklamak istiyorum.

17 Agustos faciasından sonra bu Bakanımızın imzası ile yayımlanan iki genelge hakkında görüşlerini soruyor bir konuk Sn.Bakan’a. Genelgeler kısaca şunlar “İzinsiz inşaa edilmiş orta hasarlı binaların affedilmesi ve tadilatının yapılması o binanın bulunduğu Valilik ve Belediye yetkisindedir.” İkincisi “Depremde hasar gören çok katlı binanın yerine yenisinin yapılması Belediyelerin sorumluluğundadır” Hani bir söz vardır özrü kabahatinden büyük diye.

Bilim bu konuda ne diyor ; izinsiz yani kaçak yapıyı ne yapacağını ben yasalarla bildirdim sana, ve sen yasaları uygularsan hiçbir sorun olmaz. Şimdi de Bakanımızın (siyasi gücün) dediklerine bakalım. “Sn. ……… bir de çıplak gerçekliği görelim. Adamı zaten deprem vurmuş. Bizden yardım istiyor. Ne yapmalıydık”

Şimdi yüzyılın felaketinden sonra hasar gören bir kaçak binayı affedeceksin, veya zaten 2-3 kattan fazla yapılmaması gereken, fakat kaçak yapılan çok katlı bir binayı aynı yerde aynı şekilde çok katlı olarak yapılmasına izin vereceksin. Benim memurum işini bilir misali sen halkı kanunsuzluğa teşvik edeceksin.

Bu tek ama çok önemli örnekten sonra aynı soruyu tekrar soralım. Türkiye’de bilim var mıdır.?

Bu soruya yanıt vermeden önce acaba Bilim nedir? Ana Britannica şöyle tanımlar bilimi. “Nesnel dünyaya ve bu dünyada yer alan olgulara ilişkin tarafsız gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel etkinliklerin ortak adı. Bütün bilimlerin amacı, genel doğruların ya da temel yasaların bilgisine ulaşmaktır.” Bu tanıma Bertrand Russell “Din ile Bilim” adlı eserinde şunları ilave eder. “Bilimin bu kuramsal yönünden başka bir yönü de, bilimsel düişünceden yararlanarak, bilim öncesi çağlarda elde edilemeyen, ya da çok pahallıya malolan yaşama kolaylıklarını, çok üstün yaşama olanaklarını sağlayan, bilimsel tekniktir. Bu ikinci yönüyle bilim, bilim adamı olmayanlar için bile büyük önem taşır.” Yani, kısacası bilim insan içindir.







Ne yazık ki insanlık tarihi ile başlayan bilim sürekli savaşarak günümüze kadar gelişimini başarılı bir şekilde sürdürebilmiştir. Sanayi Devrimine kadar Dinsel erg, sanayi devriminden sonra ise ekonomik ve siyasal erk tarafından sürekli denetim altına alınmaya çalışılmıştır. Özellikle bizim gibi ülkelerde bu olgu halen devam etmiyor mu? Son felaket bunun örnekleri ile dolu değil mi?

Şimdi, bu şartlar altında istediğin kadar bilim üret, istediğin kadar bilim adamı yetiştir. Bilim adamların Dünya bilim örgütlerine seçilsin, ürettikleri bilim dünyada kabul görsün. Kendi rektörünü seçmekte bile bilim adamına güvenmeyen siyasal erk (çünkü bu kurulu siyasal erk atıyor), bilim adamının ürettiği bilgiyi gözardı eden siyasal erk özgür düşüncenin geliştirdiği bilim kurumlarını dogmatik bilim adamlarına terk ediyorsa ve bu üretilen bilimleri insanı için kullanmıyorsa böyle bir ülkede bilimden söz edilebilir mi?

1930’lu yılların sonlarına doğru Bilim düşmanı Nazi’lerden kaçarak Almanya’yı terk eden bilim adamlarına kucak açıp, onlara kolaylıklar sağlayan çağdaşlaşma yolundaki bu genç Cumhuriyet 1961 Anayasası ile yozlaşmaya başlayan bilim kurumlarını Özerkleştirerek özgür bilimsel kurumlar yapmasından kısa bir süre sonra tekrar siyasal erk tarafından kemirilmeye başlanmadı mı?

Bu yıllardan bir örnek vermek istiyorum.

20 yıl kadar önce hocalarımız ünlü astro fizikçi Çek asıllı Amerikalı Prof. Tibor Herçek’in Fakültemize gelerek bir dizi seminer vereceğini duyurdu. Bu isim bizler için hikayesini dinleyene kadar hiç bir anlam ifade etmiyordu.

“1968 Mayıs’ında Sovyet’lerin Çekoslovakya işgalinden sonra o ülkedeki bilim adamlarıda dünyanın çeşitli ülkelerine dağılıyorlar. O zamanlar Doçent olan Sn.Herçek’te Alman bilim adamlarına kapılarını sonuna kadar açan Ülkemizin o dönemdeki koşullarını düşünerek en önemliside bir Türk dostu olduğundan ülkemize geliyor. Mevzuatlara bakılıyor ki yabancı bir bilim adamı ülkemize geldiğinde Prof.’luk haricindeki kariyerde ise bulunduğu akademik kariyerin bir alt sevisenden göreve başlıyabiliyor. Herçek ülkemizde çalışmayı kafasına koymuştur. Bunu aşmak için bir formül düşünülüyor. O yıllarda Hamburg Üniversitesinde aynı branşta görev yapan Prof. bir yıl sonra emekli olacaktır. Ve Herşek otomatikman Prof. Ünvanı ile o kürsünün başına geçecektir. Dolayısı ile bir yıl Hamburg Üniversitesinde çalıştıktan sonra Ülkemize gelmek üzere ayrılıyor. Bu arada Herçek’in Hamburg üniversitesinde çalıştığı zaman diliminde ön yatırımları da yaparak belki de şu an hala kullanmakta olduğmuz teleskobu çalışmaya başlayacaği Üniversite Rasathanesine bağışlattırıyor. Fakat Herçek’in bir yılı dolmadan ABD’deki bir Üniversite kendisine Prof. kariyeri ve vatandaşlık hakkı vererek ülkesine davet ediyor. Tabi Herçek o ülkeye giderek alanında (çift yıldızlar) dünyanın sayılı bilim adamlarından biri oluyor.”



Yoruma gerek yok. Ve 12 Eylül darbesi bilime son darbeyi indiriyor. Işin hüzünlü tarafıda bu olayı bize aktaran Hocamın 12 Eylül’den sonraki dönemde YÖK’ün kurbanı olarak bir Arap ülkesinde bilim üretmeye gitmesi. Sadece o mu? Yüzlerce bilim adamı ayn akibete uğramadı mı?

Bunun yanında bilimsel düşüncenin gelişmesi için çaba harcaması gereken Medya’yı eline geçiren ve kendi çıkarları için kullanan ekonomik gücün yaklaşımı konusunda geçmişten kısa bir örnek verdikten sonra aynı soruyu tekrar soralım. Günümüzden örnek vermeye gerek var mı bilmiyorum. Ben gerek olmadığını düşünerek ve hafızalarımızı tazelemek için geçmişten örnek vermek istiyorum ki günümüzde bu durum ne kadar gelişmiş onu anlayalım!

Bu kez 80’li yılların başı o zamanlar daha il olmamıştı Niğde-Aksaray. Ve basında bomba gibi bir haber veriliyordu. Aksaray’da uçan daireler görülmüştü. Ve hatta uçan dairelerin fotoğrafları bile yayınlanıyordu. Ve bu fotoğrafların hikaseni de bölgeye araştırma yapmaya giden hocalarımız anlatmıştı.

“Muhabirlerimiz gecenin kör karanlığında kibrit çakarak ve onu haraket ettirerek fotoğraflarını çekiyorlar. Ve ertesi gün gazetelerin baş sayfalarında kibrit alevleri uçan daire oluyor. Bunu yanlış olduğunu söyleyen hocamıza verilen yanıt “halk böyle istiyor”. Bilimsel sonuç mu: Halk arasında Akşam yıldızı olarak tarif edilen gezegenin atmosferik olaylardan dolayı daha parlak ve daha hızlı hareket eder gibi görünerek göz yanılgısı yaratması.

Geriye gitmeden son bir yıldır bu ülke yüzyılın feleketini yaşadığı halde, siyasal erk,medya hangi konuda bilimsel gerçekliğe göre davrandı?

Şimdi aynı soruyu şöyle sorsak bu şartlarda Türkiye’de “Bilim” mi? “çıplak gerçeklik mi” var.?

KanalTürk ve Tuncay Özkan

Kanaltürk'ün ve patronu Tuncay Özkan'nın mücadele ettiği bir gruba KT'ü satması üzerine, gerek basında gerekse grupta tartışmalar hala sürmekte. Bu güne kadar çeşitli nedenlerle bu konuda düşüncelerimi yazamadım. Şu an yazmak istiyorum ama lütfen bunun bir polemik yaratmak ve tartışmayı uzatmak niyeti ile değilde sadece kendi düşüncelerimi yansıtma olarak algılanmasını diliyorum.
Bence bu gelişmelerde en büyük darbeyi ne yazık ki basın emekçileri yemiştir.Öncelikle onlar adına - ne kadar Sn. Özkan'ın 3 yıl işsizlik güvencesi vermesi bile mücadele ettiği kesimi tanımadığı gerçeğini gizlemesede - üzüntülerimi belirterek esas konuya girmek istiyorum.
Bu gelişmelerde esas sorun Sn. Özkan'dır. Tabi şu belki dahada önemli; bunca insanın kendisine güvenmesi ne yazık ki dahada büyük bir sorun. Özellikle iktidar mücadelesi yapan çıkar kesimleri dışında kalan belkide binlerce kişinin aşırı iyimserliğidir bu sonu getiren. Ne yazık ki sol olarak tarihten ders alamadığımız için bu aşırı iyimserliğimizi yüzyıllardır sürdürmekteyiz. Sol olarak diyorum çünkü Özkan'a güven duyan bu insanların büyük çoğunluğu en azından Sosyal Demokrat gelenekten gelen sol olarak bildikleri inandıkları CHP'den umduğunu bulamayan kitlelerden oluşmuştur.
Geçtiğimiz yıl Cumhuriyet Mitingleri sırasında KT'ün bu mitingleri canlı yayınlaması Sn.Özkan'ın bu günlerdeki duruşunu az çok yansıtmıştır veya en azından bende mitingleri sahiplenmesi düşüncesi oluştu ki mitingleri sahiplenmesi, programda olmadığı halde konuşma istekleri ve hatta tartışmalara neden olması çıkıp "vatan, milet,sakarya" yada "şeriat, ülke elden gidiyor" şeklindeki slogansal konuşmaları zaten mitinglerin amacı bu olduğu halde geniş kitleleri etkilemiştir. Seçim yenilgisinden sonra ise Atatürk adı ile başlayan -yanlış hatırlamıyorsam öncelikle Kaç Atatürkçüyüz sloganı ile imza kampanyası başlatıp- Biz Kaç Kişiyiz hareketine girişmiştir. Dolayısı ile böyle bir girişime imza vermek adına katılarak uzaktan izlemeye başladım. Uzaktan izlemek diyorum çünkü sitede çok uzun bir tanıtım yazısı olduğu halde ilerisi için amacın ne olduğu konusunda hiçbir açıklama bulunmuyordu. En önemlisi de ağacın gövdesinin sol ve sağ dallarla şekillenmesi fikri ise kafamda bir köşeye yerleşmişti. Çünkü Cumhuriyet mitingleri bile bir amaca yönelikti ve en büyük özelliği şeriatçı yapılanmanın yükselmesini engellemek için tüm solu aynı çatı altında veya seçim işbirliği yaparak sol güçlerin tam güç halinde bu yapılanmanın karşısına çıkmasını sağlamaktı. Ama açıklama sol ve sağ güçlerden bahsediyordu. Amacı sadece kurucunun kafasında veya çok yakın çevresinde olan bir hareket örgütlenmenin önemine inanan biri olarak açıkçası güvensizliğe neden olmuştu. Zaten kurulu düzendeki siyasi yapı tepeden inmeci olduğundan dolayıda ne kadar yapılanma tabandan geliyor densede -çoğalan imzalar yüzünden - o dönemlerde en azından bir sivil insiyatif olarak siyasi bir gelişmeye neden olabilir düşüncesi ilede gelişmeleri izledim.
Sol gelenekten gelen bazı dostlarımı kıramadığım için en önemliside bir umut, gelişen bu insiyatifte solun birliği sağlanabilir düşüncesi ile dostlarımı desteklemek adına harekete girdim. Açıkçasıda pek inanarak değildi bu giriş. Çünkü dostlarda esas amacı bilmiyorlardı kendi kafalarındaki amaçı gerçekleştirebiliriz düşüncesinde idi onlarda. Kafamdaki eleştirel düşünceleri yansıtmaya çalıştım. Tabi sitede sorumlu üyelikten sonra çevremdeki insanlara en azından böyle sivil bir hareket var girin izleyin şeklinde telkinlerde bulunmaya başladım Yaşadağım küçük yerdeki insanlar yine dostluk adına, beni kırmamak adına üye olsalar bile ilk sordukları soru
- Ne o Tuncay Özkan KT'ü kurtarmayamı çalışıyor
idi. O günlerde kanalın üzerinde bu tür mali baskılar ya başlamamış yada en azından basında yoktu daha. Yani insanlara zaten hareketin amacını bende açıklayamıyor sadece arzu ettiğim gelişmeler yani solu birleştirme çabası gelişebilir şeklinde kendi düşüncelerimi açıklamak zorunda kalıyordum. Tabi insanları ikna etmem mümkün olmuyordu. Hatta zor durumlarda bile kalıyordum. Çünkü; aynı dönemde basına yansıyan TÖ'nın
-CHP'nin ikinci adamı olabilirim
demeci
insanlarda gülümsemeye neden oluyor ve bende de günlerce beklediğim halde sitede hiçbir açıklama yapılmaması bu konuda handikapa neden oluyordu. Madem CHP'de siyaset yapacaktın neden bu şekilde insanları sürükleyerek, kitlenin CHP de siyaset yapması sanki Sn.Özkan'ın kendini kurtarma yada kapağı siyasete atma düşüncesi oluşturarak güvensizliğimi dahada arttırdı. En önemliside ikinci adamlığa soyunması sanki CHP'ye kanalın yaptığı belgesellerin bir ödülü gibi geldi bana. Ya kitleleri kandırıyordu yada CHP'yi. Çünkü kitleler CHP'den umudu kesilenler ve CHP'de birinci adamlığı kaldırabilecek birinin arayışında olan yada baskı grubu oluşturarak yanlış giden bu gidişe son verebilecek bir birinci adama yeni bir kana ihtiyaç düşünülerek kendisini destekleyenlerdi.
Bu gelişmelerin yanında sitedede ayrı bir gürültü kopuyordu. Ve en önemliside amaçta sağ ve sol dediği için MHP'nin etkinlik göstermeye başlaması, forumlardaki tartışmalar Sn. Özkan'ın beğenmediği eleştiri yapan kişileri engellemesi yada atması katıldığım bir bölge seçiminde sanki bir siyasal parti gibi iktidar mücadelelerine şahit olmam, katılan kişlerle yaptığım görüşmelerde il veya sorumlularında aynı şekilde eleştirel yaklaşmaları insanların hayal kırıklıklarını yansıtıyordu adeta. Baskılar neticesinde adaylıktan çekilen adaylar, Sn.Özkan'ın onayladığı adayların tek aday olarak girip seçilmeleri artık bir sivil insiyatifide aşmıştı. Kısacası bir sivil insiyatifte yaşanmaması gereken siyasal geleneğimiz aynen yansıyordu harekete. Seçilmişleri seçmek. Ardından üyelikler ücretli oldu. Yani sitedeki yorumlara katılmak ücretli üye olmayanlara kapatıldı. O günlerdeki KT'e olan mali baskıları bildiğim için bu yol normaldi fakat işin bir fakatı vardı. İnsanlar yine kandırılıyordu. O günlerde zaten üyelerin büyük bir kısmı bu baskıları biliyordu ben açık yüreklilik bekledim geçmişten ders alarak.
-Arkadaşlar kanalın durumu malumunuz o yüzden üyelerimiz olarak elinizden gelen maddi desteği yaparsanız kanalımız bu güçlükleri aşabilir
şeklinde basit bir açıklama ile inanıyorumki üyeler belirlenen ücretin mislini yatırırlardı. Ama dayatma ile üyelik aidatı diye ve bunu yatırmayan o güne kadar üye olan kişilerin söz hakkının engellenmesi bana ters geldiği için açıkçası üye olmadım ve artık yine uzaktan izlemeye başladım.
Dostlarım dernekleşmeden bahsetmeye başladılar ve sanırım İzmir Merkezli bir dernek kuruldu. Ardından partileşme süreci devreye girdi. Sn. Özkan'ın ikinci adamlıktan vazgeçerek veya vazgeçirilerek kendi adına parti kuracağı söylentileri çıktı. Bir il gezisinde çok yakın bir dostum şahsen kendisine bu konuyu sorduğunda aldığı yanıt;
- Yok öyle bir şey
olmuştur. Ama parti kurma söylentileri KT satıldıktan sonra basına yansımaya başlamış ve Sn.Özkan'da bu konuda açıklamalarda bulunmuştur. Ve kendi platformunda bile tutarsızlıkları yaşayan ve kendine inanalara bile hedefi açıklamaktan çekinen bir hareketin sanırım sonu bu olacaktı ve de Türk Siyasal tarihinde bir kara leke olarak kalmayada mahkumdur.
Sözü uzatmaya gerek yok şahsen Sn. Özkan'ı basından takip ediyorum. Ama nedense özellikle Kanal D'ye transferinden bu güne kadarki gelişmeleri şöyle hatırlarsak açıkçası pekte sol adına yaptığı birşeyler göremiyorum. Kanal Türk'ü Kanal D'ye transfer olduğu dönemde aldığı 2 milyon dolarla kurduğunu açıkladı. O dönemlerde 200 milyon asgari ücretin olduğu bir ülkede 2 milyon dolar transfer 50 bin dolar aylık ücret alınırken solculuk acaba düşünüldümü.? Kanal D'den neden ayrıldı solculugundan dolayı atıldımı yoksa gelecekte sol adına ülke adına yapmak istediklerini planladığı için mi? Bunların hepsi muamma.Cumhuriyet mitinglerinde birden biremi sol aklına geldi yoksa? Hadi herşeyi planladı diyelim peki dünya sol tarihinde hangi sol hareket baskıya uğramadı, emperyalizmin hışmına uğramadı. Sol hareketi bilen tarihi bilen bir kişi bu işe soyunursa herşeyi göze alabilendir geleceği görebilendir diyorum ben. Güllük gülistanlık hiç bir baskı olmayan bir ülkede hele hele sol adına mücadele lütfen söylermisiniz kimin aklına gelir. Sonrada hiçbir sol işadamı yardım etmedi diyerek ağlamak basitliktir. Gelişmeleri incelersek yine yakın tarih Cumhuriyet Mitinglerindeki tavrı sloganvari özü olmayan açıklamalar kendisini İtalyadaki Zeytin dalı hareketi yani Prody ile özleştirdi gibi geldi bana.Ardından denize düşen yılan sarılır misali CHP'deki ikinci adamlık çabası. Ama karşısındaki kurt politikacı Sn.Baykal varken bu olurmu idi yani. Hadi parti kurdun yine ne kadar başarılı olacaksın evet çok başarılı olacak solu bölmek ve yeni bir kanat oluşturmak adına.
Sözü fazla uzatmak istemiyorum ama baskılar konusunda ki tarih bilinci eksikliğini irdelemek için biraz gerilere gitmek yararlı olur sanırım. Platformdaki genç arkadaşlarımızda hatırlamazlar o günleri. 1977 seçimleri öncesi bugün olduğu gibi en güçlü muhalif olan Cumhuriyet gazetesi olaylarını. O günlerde TUSİAD yandaş gazetelere çarşaf çarşaf ilanlar vererek Cumhuriyet gazetesine ilan vermeyeceklerini açıklıyorlardı. Bir yandan Demirel hükümetinin baskıları, kağıtlara kota uygulaması, Cumhuriyet gazetesinin parasını ödediği kağıtları gazeteye vermemesi ve karaborsadan kağıt alarak gazetenin halka ulaştırılması. Ama Cumhuriyet yönetimi ne yaptı bu baskıları halkla paylaştı bir gazete alan 2-3 gazete almaya başladı.Mücadele etti. Çalışanlar her olayda olduğu gibi aylarca ücret almadan çalıştı. Bunlar baskı değilmi sorarım sizlere.? Ve o tarihte CHP türk siyasal tarihindeki en yüksek oy oranına ulaştı %42. Tüm baskılara, tüm emperyalist saldırılara rağmen sosyal demokrat bir parti %42 oy aldı. O yüzden Sn.Özkan'ı körü körüne savunan genç arkadaşlarımız lütfen en azından yakın tarihimizi biraz okusunlar. Ve Cumhuriyet okurları sayesinde dürüstlüğü sayesinde onca basın şehidine rağmen hala bu ülkenin en büyük muhalif basın kuruluşu. Dahada yakın tarihlere geldiğimizde Uzan grubu Cumhuriyet'i bünyelerine katmak için mücadele etti. İkinci Cumhuriyetçilerle gazetedeki sol bastırılmak istendi ama tüm bu badireler okurların kararlılığı ve yönetimin gelecek konusunda hukuka saygısı ile aşıldı.
Sadece bu konu değil 12 Eylül faşizminde yüzbinlerce sol kitap yakıldı, yazarları hapisanelere atıldı o değerli insanların aileleri mali baskı altında değilmi idi. Hangi şartlarda bugünlere geldiler. Yine Cumhuriyeti örnek verirsek 12 Eylül faşizminde en uzun süre kapatılan, üretilemeyen satılamayan bir gazete nasıl ayakta kaldı.Bunlar mali baskı değilmi idi.? Lütfen sol adına mücadelede Fethullah gibi salya sümük halkın karşısına geçerek bana mali baskı uygulanıyor ben muhalefetimi yapamıyorum, mücadelemi yapamıyorum demeye kimsenin hakkı yoktur hele hele bunu ulusalcılık, yurtseverlik sol adına yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Vede utanç vericidir bence.
Diğer çok uzun sürecek mali baskılara örnek vermek bence yersiz. Tabiki Ulusal Kanal'ın ücretini ödediği halde uydu yayınlarının kesilmesi baskı değilmi idi. Şu an Sn. Perinçek'in çektikleri, 80 küsür yaşında bir duayenin hala sağlıkla mücadele etmesini hangi baskı şekline sokacağımıza ben karar veremiyorum artık.
Genç arkadaşlarıma solun tarihi en azından Türk solunun mücadele tarihlerini okumalarını tavsiye ediyorum. Körü körüne kişilere inanarak savunmayı doğmatik buluyorum. Geçmişi bilmeden bugünü kuramayacağımızı, bu günü kurmadan geleceğimizi şekillendiremiyeceğimizi lütfen unutmayın. O yüzden bol bol okuyun.
Sözlerimi yazının başında sorunun KT olayı olmadığını Sn. Özkan olayı olduğunu yazmıştım. Evet eğer sayın Özkan'da birazcık sol bilinç ve tarih bilinci en önemliside kendisine güvenen milyonlara, izleyicilerine biraz güvenebilme bilinci olsa idi , dürüstçe fikirlerini paylaşsa idi, bir programı olsa idi bunlar yaşanmazdı diye düşünüyorum. Basit bir örnekle hangi solcu AB fonlarından alınan hibe paralarla pogram yaptırtır kanalında? Saros vakfına program yaptırmakla eşdeğer değilmi bunlar. İşin bu tarafıda uzun tartışmalara neden olur ama düşünmeye değer diyorum.
Bu fikirler gelişmelerin dünü ve bugününü takip etme sonucu oluşmuştur. En baştada yazdığım gibi sadece eleştirel aklın süzgecinden geçirilmiş düşünceler olarak algılanmasını rica ediyorum.

06.05.2008

Sivil Toplum ve Demokrasi

“Bu yazıda STÖ’ların tarihçesini vermek istemiyorum ama yinede başlangıç noktasını bir kaç cümle ile özetlersek, 12. Yüzyılda feodalizmin ortaya çıkması ile, kentlerin önem kazanması, feodal askerlerin bu zenginlikten yararlanmak istemeleri, bunun karşılığında kentleri koruma altına almaları, kentlerin güçlenerek kendilerini yönetir hale gelmeleri, hatta birkaç kentin birleşerek güç odakları haline gelmeleri, asillerin bu gelişimi kabul etmek zorunda kalmaları ile ilk sivil toplum temelleri atılmış olur. Feodal sistemin ortaya çıkışı, daha sonraki yüzyıllarda güçlü merkezi devletin ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Fakat ilginç olan devleti ortaya çıkaran ilk sivil girişimler, günümüzde devleti yönlendirmek için oluşturulmaktadır. Aydınlanma çağını aşan, sanayi devrimini geçiren Batı artık daha çok söz sahibi olabilmek, direkt yönetime katılabilmek için yeni yeni sivil örgütler kurmakta, devleti küçülterek siyasal etkinliklerini arttırmaya çalışmaktadırlar.

Batı da 12.yüzyılda başlayan bu girişim günümüze kadar şekillenerek demokrasilerin oluşmasını sağlamıştır. Türk tarihinde de ilk Sivil Toplum Örgütlenmeleri yine Batı ile başat 12. Yüzyıla dayanır. Selçuklular zamanında ilk Vakıfların tohumları atılır. Fakat gittikçe güç odakları haline gelen Vakıflar 1800’lü yıllarda Merkezi iktidarın denetimine geçer. Batı Sivil Toplum Örgütleri olgunlaşarak Hukuk devletleri ve Demokrasileri yaratırken Doğu örgütlenmeleri ise güce ulaşmayı hedeflemiştir. Bunun nedenleri araştırılabilir ama konumuz bu değil. Ümmetçilikten Ulus’a ulaştığımızda ise bu değerleri atmak tabi ki çok zor. Dolayısı ile Batıdaki gibi bir Demokrasi kurmak da hayal oluyor.

Ülkemizde özellikle 1980 sonrası atak yapan Sivil Toplum Örgütlenmeleri açıkça pek işlevsel olarak gelmiyor. Çünkü bunların çoğu ya Devlet tarafından kurulmuş, yada belirli çıkar gruplarının ortak çıkarları için oluşturulmuş örgütlenmelerdir.

Habitat-2’den sonra Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ile Tarih Vakfı’nın Sivil Toplum Kuruluşları ile ilgili yürüttüğü çalışma sonucunda bir “Sivil Toplum Kuruluşları Rehberi” hazırlanıyor. Bu rehbere göre ülkemizde tahmini olarak 2700 vakıf, 50 bin dernek, 1200 sendika, kooperatif ve meslek odası faaliyet gösteriyor. Rehbere alınan önemli 1,749 kuruluşun %39’u İstanbul’da, %25’I Ankara’da , % 11’I İzmir’de faaliyet gösteriyor. Geri kalan %25’lik oranı ise diğer 77 il paylaşıyor. Bu kuruluşların yüzde 52’si dernek, yüzde 30’u vakıf, yüzde 5’i sendika, yüzde 8’i meslek odası, yüzde 2’si kooperatif, yüzde 2’si yurttaş girişimi.

Yüzde 39’u İstanbul’da bulunan Sivil Toplum Kuruluşlarının faaliyet alanlarında eğitim ilk sırayı almakta, bunu çevre ve ekoloji, spor, tıp, topluluk dayanışması ve dostluk kurulları izlemektedir.

Ve şimdi gelelim işin can alıcı noktasına bu örgütlerde çalışan gönüllü sayısı 130 bini evet yanlış okumadınız yüzotuzbini geçmiyor. Bu da gösteriyor ki bu tür kuruluşlar kitle hareketi olmaktan ziyade resmi hareketi temsil etmektedirler. Dolayısı ile uygulamaya sokulan projelerde halkın katılımı sağlanamamakta, resmi görüş tarafından politik kaygılar gözetilerek kısa dönem için hazırlanan planların sonuçları ancak uzun dönemlerde alınabilmekte, tabi bu arada iş işten geçmektedir.

Demokrasimiz gelişmediği için daha ziyade serbest meslek erbabı örgütlenebilmekte kamu kesimi bu örgütlülükten çekinmektedir. Ekonomik olarak da daha güçlü olan serbest meslek erbabı bu tür örgütlenmeler yerine siyasi gücü ele geçirmeye yönelik örgütlenmelere yönelmektedir. “

Lüleburgaz Görünüm Gazetesi - 22 Temmuz 1997 - Bu Dünya Bizim –İlhan VARDAR

On bir yıl önceden aldığım bu alıntının yazarı halen Demokrasilerde Sivil Toplum Örgütleri’nin önemine inanmaya devam ediyor fakat geldiğimiz noktanın hiç de iç açıcı olmadığını düşünüyor.

Yazının kaleme alındığı tarihlerde ülkemizde kurulu Sivil Toplum Örgütlerinden bir çoğu bir çatı altında toplanmaya ve daha güçlü olma çalışmalarına başlıyor. Günümüzde işte bu birliktelikten temelleri Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (USTKB) ortaya çıkıyor. Ve geçtiğimiz günlerde USTKB bir basın toplantısı çağrısı ile birlikte basın mensuplarına dağıtılacak “iş birliği çağrı metni” yayınlıyor. Bu çağrı ve metinden birkaç paragraf almak istiyorum ki; düşüncelerimi daha anlaşılabilir kılayım.

“Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (USTKB) Yürütme Kurulumuz; Cumhuriyetimizin karanlık bir döneminin yerel seçimleri öncesinde, bir basın toplantısı ile, Cumhuriyet Değerlerini savunan tüm siyasi partilere, yerel seçimlerde 'her il ve ilçede tek bir yurtsever ortak adayla seçime gidilmesi' çağrısı yapmayı kararlaştırmış bulunmaktadır. “

“Bu toplantıya basının ve muhatap partilerin yanı sıra siz değerli aydınlarımızın da gereken ilgiyi göstermesi ve konunun kamuoyunda hak ettiği yankıyı bulması en büyük dileğimizdir. Aramızda izleyici olarak bulunmanız gücümüze güç katacaktır.”

Çok güzel bir girişim olmadığını söyleyemeyeceğim.Buradaki en büyük handikap ne yazık ki yumurta kapıya dayanınca bazı şeylerin aklımıza gelmesi. Yine seçimler olacak, yine çok tartışılacak sonuç, yine bizlere olacak. Bu çağrı 22 Temmuz 2007 seçimlerinden en geç bir hafta sonra yayınlanmalı ve bu güne kadar USTKB’nin temel amacı olan “Türk Ulusu’nun var oluş felsefesini oluşturan Cumhuriyetin temel niteliklerini korumak , yüceltmek , bu doğrultuda kamuoyu bilinci ve dayanışmasını oluşturmaktır.” İlkesi doğrultusunda bu amaca hizmet etmek değil mi idi.? Sanırım o coşkulu Cumhuriyet Mitingleri hepimizi rehavete sevk etti.

Çağrı metninden de birkaç paragraf

“Atatürk ilke ve devrimlerinin yozlaştırıldığı, anayasamızın temel niteliklerinin, ülke bütünlüğünün tartışmaya açıldığı bu günlerde, Cumhuriyetin savunulmasından yana olan tüm partilerin, coşkulu Cumhuriyet Mitingleri'ni gerçekleştirmiş olan halkımızın da en büyük isteği olan bu "işbirliği çağrısını" duymalarını istiyoruz.”

“Bu nedenlerle, ulusalcı partilerin ön koşulsuz, yapıcı bir yaklaşımla, birbirleriyle ve sivil toplum örgütleriyle görüşmelerini, sonrasında da her yörede şaibesiz, lekesiz ortak adaylar belirlemelerini istiyoruz.”

Sivil Toplum Devlet ten destek almayan ve siyaset üstü bir baskı grubudur. Sanki bu ülkede yaşamıyor ve 12 Eylül anayasasının mirası Siyasi Partiler yasasının siyasetçiler tarafından nasıl kullanıldığının ve bu tür girişimlerde ön koşulsuz hiçbir şeyi kabul etmediklerinden habersiziz. Adı sosyal Demokrat yada Ulusalcı bile olsa hangi partimizde parti içi demokrasi var ki? Ve ya böyle bir çağrıya ne kadar kulak verecekler.? Ne yazık ki “Akl-ı beşer nisyan ile malüldür” özdeyişi ne kadar da doğru. Yoksa bunları sürekli tekrarlama ihtiyacını kimse hissetmezdi. Bu yüzden hala sivil toplumun ülkemizdeki yetersizliğine inanmaya devam ediyorum. Sadece bu konuda değil çok konuda bu böyle. Sıralamada birinci olan eğitim konusundaki sivil toplum kuruluşları sadece başarılı gençleri topluma kazandırmakla çok büyük bir iş başarıyorlar, fakat eğitim sistemimizin iç açıcı(!) durumu ortada demek ki yeterli bir baskı kurulamayıp halkın katılımı sağlanamamış. Tabi katılım sadece maddi olarak sağlanıyor. Bunu yadsımıyorum yinede amacın sisteme etkisi olması gerekliliğini düşünüyorum.

Daha da ilginci sıralamada ikinci sırayı işgal eden çevre örgütleri ise bu konuda çok daha büyük handikaplar yaratıyorlar. Etkili(!) bir çevre sivil toplum kuruluşunun, kuruluş aşamasında zamanın Başbakanı iş adamlarına sesleniyor: “Bu örgüte destek çıkın hem de elli, yüz bin dolarlarla destek çıkın” diyebiliyor. Ve bu kuruluş bundan çok memnun oluyor. Yine aynı çevre örgütünün kurucularından birinin şirketi nükleer santral yapımı için ihaleye giriyor. Güler misiniz, ağlar mısınız? Örnekleri çoğaltmak zor değil ve bu örnekler ,hala sivil toplum bilincinin ne yazık ki ülkemizde yerleşmediğini halktan kopuk olduğunu göstermektedir. Rakamlar da zaten halkın katılımını açıkça belli ediyor. Bu da STÖ’nin halkı bilinçlendirme ve halka ulaşma konusunda sınıfta kalmalarına neden oluyor.

Bir birine bağlı bu konuda çok şey tartışılabilir. Yinede yerel seçimlerle ilgili olarak konumuza dönersek STÖ’lerinin çağrıdan ziyade bahsedilen değerleri savunan siyasal partilere yaptırım gücü yüksek eylemler düşünülemez mi.? Bugüne kadar STÖ’lardan siyasi partilere parti başkanının iradesi ile bir yığın milletvekili ya da yerel seçim adayı verilmedi mi? Ne yazık ki sanki aday olanlar ve seçilenler bir yerde bu STÖ’lerini kullanmadılar mi? Buradan da şu sonucu çıkarabiliriz STÖ kurucuları dahi sivil toplum bilincine ulaşamamış olmuyor mu? Seçimlerin parti başkanının seçtiği adayın halkın onaylaması olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu konuda da eleştiri gelince en büyük tepkiyi STÖ’lerden siyasete geçen kişiler göstermiyor mu? Yoksa ben mi yanlış düşünüyorum STÖ felsefesi siyaset ile iç içe olmak mıdır. ?

12 Eylül’ün yok ettiği sendika-parti organik bağından sonra –tabi Devrimci sendikalara yapılan baskılarında etkisi ile - dikkat ederseniz sosyal demokrat oylardaki düşüşler gözle görülür şekilde artmıştır. Ve sendikaların partiler üzerindeki sivil baskısının kalkması partileri rahatlatmış ve partiler parti başkanlarının hegemonyasına girmiş parti içi demokrasinin olmadığı oluşumlara dönüşmüştür. Tabi diğer kurulan STÖ’lerde aynı sivil baskı konusunda başarılı olamamıştır.

Aday belirleme konusunda yapılan yanlışlıklar sonucu geçmişte de olduğu gibi “fırıldak” lakaplı milletvekili Cumhuriyet değerlerini savunan parti sayesinde meclise girmedi mi? Ya da günümüzde o ilde hiç Demokrat aday bulunmuyor da; muhalefet edilen siyasal partilerden transfer edilen adaylar aday gösterilmiyor mu?

Küçük yerleşimlerde ise gösterilen adayların çoğu daha öncede bahsettiğim gibi serbest meslek erbabı ve ekonomik gücü olan kişiler. Ve halkın bir kuruşu hesap etmesini hesap edemeyecek şekilde yaklaşımlar sergilerken nasıl halka inebilecek? Bunu bir örnekle vermek istersem insanları alışveriş yaptıkları yerlere göre kınayan bir aday bu ülkede bakliyat üretiminin %100’nün gıda üretiminin de %80’lere varan bir oranda yeşil sermayenin elinde olduğundan nasıl bi haber olabilir. Yani vatandaş ucuz mal peşinde koşarken sen kalkıp nasıl bir siyaset uygulayacaksın vatandaşın halini nasıl hissedeceksin. Çünkü zaten dar gelirli bir kişi alışveriş yaptığı yeri seçerken en büyük kıstasının bir kuruş daha ucuz olmasını göremez.

Sonuç olarak özellikle yerel seçimler konusunda çok geç kalınsa bile çağrı ve ricadan ziyade ulusal, demokratik STÖ’ler birleşerek partilerin beceremediği laik, demokratik, şaibesiz adayları tespit ederek partilerin karşısına bu adaylarla çıkıp partilere sivil baskı uygulamak ve değerlendirmede benim adayımı da değerlendir bende senin adayını değerlendireyim eğer ortak noktada birleşemezsek ben bu yerde belirlediğim adayı bağımsız olarak seçimlere sokarak destekleyeceğim diyemez mi acaba? Böyle bir girişim daha yapıcı ve yaptırıcı olmaz mı? Bu sayede gerçekten bilgili, yöresine faydalı olabilecek ama ekonomik gücü olmayan sivil halkın içinden çıkan aydın kişiler bu ülkeye yararından çok fazlasını partileri demokrasiye yöneltmek konusunda çok daha iyi hizmet etmezler mi. ?

Teknolojinin gelişmesi ile birlikte internetteki gruplarda aslında birer STÖ olarak kabul edilebilir. Bu konu bir başka yazının konusu olabilecek genişlikte olduğu için kısaca değinmek gerekirse yüzlerce aynı amaca hizmet eden ulusalcı, demokrat grup olduğu halde görülüyor ki hala hastalığımız ortak noktalarda birleşememe hastalığımız sürüyor. Ve bu grupların bazılarının ortak amacı bir yerde ayrı ayrı siyasallaşmak ve partileşmek. (Biz kaç kişiyiz hareketi mesela)

Daha öncede değindiğim gibi iç içe konular ve tartışma alanları. Dolayısı ile aydınlarımızın ve basının durumu ise ayrı ayrı inceleme konuları. Ama mademki bu yazıda STÖ leri ele aldık ve onların ortak amaçlarının sadece kamuoyu bilinci ve dayanışmasını oluşturmak olması gerektiğini kabul edersek; aydınlarımızın ve basınımızın da bu amaç içinde ele alınması gerektiğini düşünüyorum.

Amaç bu ülkeyi belli bir iktidardan kurtarmaktan çok Atatürk Devrim ve İlkelerinin ilelebet sürmesi ve sosyal devlete ulaşmak için mücadele etmek değil mi?


28.12.2008