29 Nisan 2013 Pazartesi

HEKİMLİK ve ETİK - II

HEKİMLİK ve ETİK - II “Bunları son yaşadıklarımla örneklemek istiyorum. Sabahın saat 02:00'si. 200 Km yol gelmiş, hastasının başında hekimden bilgi almak isteyen biri. Belki 48 saat nöbette olan bir hekimin yanıtı: "Sabahın bu saatinde anlamsız sorular sormayın lütfen." Anlamsız olan bilgi alma hakkı mı, yoksa bu hekimimizi 48 saat nöbette tutan sistem mi? Veya büyük annesi yaşında bir hasta yakınını azarlayan bir hekim mi iyi insan? Ya da sondası çıkan bir hastası için 20 kişilik bir intern grubundan yardım isteyen bir bayan eğitimciye ukalaca "Hamfendi aynen prezervatif gibi tutarak geçireceksiniz" yanıtını veren ve bu eğitimcinin "Kocam olsa yapardım, ne yazık ki kayınpederim" demesi ve sondayı diğer hasta yakınlarının takması üzerine sadece bir hekim adayının gelerek özür dilemesi ve yardımcı olmak istemesi, tıp eğitiminin insan olmaya yetmediğinin göstergesi değil mi? 10 gün klinikte yatan hastaya "epikriz" raporu vermeden taburcu eden, vermeden diyorum çünkü bu on günlük süre içinde de hastalık hakkında ve taburcu olduktan sonra bakımının nasıl olması konusunda bilgi verilmediği için bu raporu fakülte dekanından istemenin şikâyet unsuru edildiği ve aynı hasta yakınına raporda "düzenli poliklinik takipleri önerildi" dendiği halde, "Hastanızı buraya getirmeyin. Bizi şikâyet edenin hastasına bakmayız" diyen hekim mi iyi hekim? Bu arada şunu hemen belirtmeliyim: Hastaya yapılan tıbbı müdahaleler en mükemmeli. Çünkü rapora göre Avrupa'da bile bundan fazlasının yapılamayacağı belirtildi. Dolayısı ile tartışılan sistemlerde bu fakülte hangi kategoride eğitim veriyor bilmiyorum, ama tıbbi eğitimin yeterli olduğu kanısındayım. Yeterli olmayan ise takip olayı. Çünkü hasta bu duruma gelmeden 8 ay önce belirtiler aynı fakülte tarafından tespit ediliyor. Dolaylı olarak aile hekimliğinin olmamasından kaynaklanıyor bence. Evet bu konuda yani iyi hekim nasıl olunur, konusunda da tartışma yapılmıyor değil bu ülkede. 10 Ocak 1999 günkü Cumhuriyet'te bir haber: "Türk tıbbı kendini yenilemeli". Türk Tıbbı Reformu Çalışma Grubu'nu oluşturan bir grup hekim sağlık alanındaki aksaklıkları ve eğitimin kalitesinin yükseltilmesi konusundaki raporlarında, eğitimin yeniden düzenlenmesi başlığı altında "Tıp fakültelerine girecek adaylar, fiziksel ve psikolojik açıdan bu mesleği yapmaya yeterli olmalıdır. Bunun için ayrıca bir sağlık muayenesinden geçirilmelidir." deniyor. Ama bana göre acil olarak alınması gereken önlem şu olmalıdır; nasıl ki bir eğitimcinin eğitimci olabilmesi için pedagoji derslerini vermesi gerekiyorsa, bir hekimin de iyi insanları yetiştirebilen bir toplum düzenine erişinceye kadar (ki bunu 17 Aralık 1998'de Bizim Gazete'de Prof.Dr. Nusret Fişek, kitaplaşmamış yazılarından derlenen bir seçkide şöyle tanımlamış: "Demokrasi bütün kurallarıyla işlemedikçe herkes için sağlıklı ve insanca bir yaşam ve sosyal yönden tam iyilik hali sağlanamaz. Sağlığın yolu, barış ve demokrasiden geçer.") tüm tıp fakültelerinde hasta ve yakınları ile iletişim kurma dersleri verilmeli ve bu derslerden başarısız olan hekim adayları hekim olamamalı. Yine yıllar öncesine dönmek istiyorum. Yirmi yıl kadar öncesine. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yatıyorum. Bir sabah uyandığımda başucumda bir bardak içinde bir demet çiçekle uyanıyorum. İsmini bile bilmediğim bir hekim adayı çiçekleri koyan. İşte benim için iyi hekim, sol memesinin altındaki cevher tükenmeyen hekimdir. “(***) Bu makale yayınlandıktan sonra o yıllarda ki Türk Tabipler Birliği Basın sözcüsü Sn. Dr. Rıfat Yücel telefonla arayarak “konu hakkında çalışmalar yapıldığını, radyo programları ile kamuyu aydınlatmaya çalıştıklarını, ayrıca yardım edebilecekleri bir konu olup olmadığını” sorarak ilgilenmesi, ayrıca sivil toplum örgütlenmesinin, toplum için ne kadar önemli bir göstergesi olduğunu göstermesi açısından çok güzel bir örnek teşkil ediyor. Hoş o yıllardan beri köprülerin altından çok sular aktı. Şu an eğitim sistemi, sağlık sistemi denen olgulardan bahsetmek pek mümkün değil. Nerede ise alt yapısı olmadan her kasabaya açılan üniversiteler, tıp fakülteleri gelişmişliğin değil de Avrupa Birliği denen oluşuma sayısal değerler vermekten öte bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü yukarıda verdiğim örnekte ki gibi hepimizin yaşadığı, şahit olduğu bu tür sorunlar diyaloglarla çözülebileceği halde son yıllarda hekim ve sağlıkçılara yönelik şiddetinde gittikçe tırmanması gelinen noktanın olumlumu olumsuz mu olduğunu düşünebilmemiz açısından çok önemli. Dolaylı olarak en ufak bir sorun karşısında şiddete başvurmakta akıl sağlığımızın gittikçe bozulması anlamına gelmiyor mu ? Paran kadar sağlık, paran kadar eğitim. Neyse konumuzdan sapmadan, özellikle akıl sağlığı ve genetikle ilgili olarak özellikle hastaları ve yakınlarını çok yakından ilgilendiren, bir miktarda hekim ve etik olgusunun ağır bastığı, araştırmalarımdan derlediğim bazı örnek vakaları gelecek yazılarda paylaşarak devam edeceğim. (***) İlhan VARDAR, İyi eğitim mi, iyi hekim mi? (Tıp eğitimi veya etik açıdan beyaz gömleklilerin toplumsal anatomisi), Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi, 13 Şubat 1999, Sayı 621

26 Nisan 2013 Cuma

HEKİMLİK ve ETİK - I

HEKİMLİK ve ETİK - I “CBT(Cumhuriyet Bilim Teknik)’te son 3-4 aydır TIP'ta eğitim tartışılıyor ve akademisyen hekimlerimizin bu tartışmasını ilgiyle izliyorum. Klasik, entegre veya aktif eğitim mi? Çok kaliteli bir eğitimin, özellikle insana yönelik bir meslek için önemine inanmıyor değilim, ama aylardır süren bir tartışmada tartışılan tüm eğitim sistemlerinde sanki bir eksik varmış gibi geliyor bana. Veya bence önemli olan ama hekimlerimizin bilinçsizce mi göz ardı ettiğini veya onlar için önemsiz bir eksik mi olduğunu düşünürken, CBT 19 Aralık 1998 sayı 613'te Sn. Oğuz Dicle "Aktif öğrenme ile yapılan eğitimin düşünen, sorgulayan, irdeleyen, bilim ahlakına sahip, hastasını sadece biyolojik bir varlık olarak düşünmeyen, toplumun sorunları ile ilgilenen, hastaları ve çevresi ile iyi iletişim kurabilen..hekimler üretmeye adaydır." diyor. Ardından CBT 23 Ocak 1999 Sayı 618'de Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden araştırma görevlisi Sn. Bülent K.Gültekin anladığım kadarı ile tartışılan bu eğitim sistemlerinin eksikliğinden örnekler vererek "Sağlıklı, mutlu, işini seven, usa ve bilime dayalı düşünen bir hekim tipi yaratmadığımız sürece, bu hekimlerin sağlıklı ve mutlu bir toplum yaratmalarını bekleyemeyiz" diyor. İşte bütün sorun bu! Acaba tüm bu eğitim sistemleri bu tür bir hekimi yetiştirmeye yeter mi? Bence asla. Bence diyorum, (çünkü özellikle son iki aydır babamın rahatsızlığından dolayı bazen gece gündüz olmak üzere hekimlerimizle yoğun bir temas içinde olduğum için, yaşadığım, gördüğüm için) aslında tartışma yıllar öncesine dayanır. Eğitim sistemini tartışan akademisyenlerimiz bilgilerini tazeleselerdi veya geçmiş yılların tartışmalarına baksalardı iyi bir hekim için yegâne koşulun mükemmel bir tıp eğitimi olmadığını anlarlar ve sayfalarca tartışmayı benim eksik dediğim yöne çekerlerdi. Nasıl iyi hekim olunur? Yıllar önce yine hekimlerimizle ilgili bir problem dolayısı ile olacak ki dosyaladığım Sn. Tonguç Görker 'in Cumhuriyet'te "Arada Bir" köşesindeki "Nasıl İyi Hekim Olunur" yazısı imdadıma yetişti. Bu yazıda Prof. Uğur Derman anısına düzenlenen "İyi hekimlik" sempozyumuna gönderme yaparak, "İyi hekimin yetişmesi için fakülte eğitimi yeterli değildir" ve (akademisyenlerimizin bilgisini tazelemek açısından aynen alıyorum devamını); "İyi hekim olmanın birinci koşulu, iyi insan olmaktır. İyi insan olmak için meslek eğitimini bekleyen kişi geç kalmış demektir. İyi insanı yetiştiren, önce aile, sonra sırası ile ilköğretim, ortaöğretim (yazı kaleme alındığında 8 yıllık eğitime geçmemiştik - İV) çevre, ortam, gelenek, kitap ve görgüdür" diyor. Yine yıllar önce bu tür bir tartışma sırasında Sn. Prof. Coşkun Özdemir 'in "Kardeşim hekimler hangi toplumun ürünü. Bunlar uzaydan gelmedi. Bizim insanımız" sözleri, iyi hekim olmanın iyi eğitim almayla özdeş olmadığının göstergesi değil mi? 8 yıllık temel eğitimi asker zoruyla üçüncü binyıla birkaç yıl kala uygulamaya koyan bir sistem de çağdaş eğitimi almamış fertlerin birden modern eğitime geçmesinin sakıncalarından birinin de insanı yani hastayı bir problemmiş gibi gören hekimler yetiştirdiğine inanıyorum. Tabii ki bunu iddia ederken tecrübelerimden yararlanıyorum. Çünkü temel eğitiminde klasik ezberci eğitimi almış biri olarak fakültede birden bire modern eğitim denen sisteme geçen bir öğrenci olarak nasıl bocaladığımı ben çok iyi biliyorum. Aileyi bir kenara bırakırsak temel eğitimimizin yetersiz olduğu bir sistemde nasıl iyi insan olunur? (Hekim demiyorum çünkü bu tüm meslekler için geçerli.) Özellikle 1980 sonrası Yeni Dünya Düzeni aldatmacasına kendini kaptırmış bir siyasi sistemde, bencilliğin, çıkar ilişkilerinin erdem sayıldığı bir toplumda nasıl iyi insan olunur? Buna sağlık sisteminin özelleştirilmesi ile yakinen şahit değil miyiz? En ufak bir sorunda keselim biçelim diyen özel hastane hekimleri de bu toplumun iyi hekimleri değil mi? Kim, kime göre iyi hekim? Medyanın özelleştirmelere çanak tutması için yaptığı ipe sapa gelmez hastane programlarını göz önüne alınız. Halkın tepkisi ne? Helal olsun medyaya! Veya yıllar önce Sn. Erdal Atabek 'in de bu konuda uyardığı gibi tıptaki sorunlarla ilgili olarak yürüyen "Beyaz Gömleklilerimizin" amacının topluma, ekonomik olduğu şeklinde yansımasının sorumlusu kim? “ (***) Örnek vakalara geçmeden önce, yazıma on dört yıl önce kaleme alınmış bir makale ile başlamam, gelinen noktayı daha iyi irdelemek amacıyladır. Konuya örnek vakalarla devam edeceğim. (***) İlhan VARDAR, İyi eğitim mi, iyi hekim mi? (Tıp eğitimi veya etik açıdan beyaz gömleklilerin toplumsal anatomisi), Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi, 13 Şubat 1999, Sayı 621

24 Nisan 2013 Çarşamba

“OTİSTİK ÇOCUKLAR ATEİST”tir.

“OTİSTİK ÇOCUKLAR ATEİST”tir. “Akıl ve ruh hastalığı olanlar, inançları zayıf insanlardır” ortaçağ zihniyetinin hala devam ettiğini, bu hastalıklara muzdarip hastaların ötekileştirildiği, hasta yakınlarının günahkarlıkla suçlandığı ve damgalandığını, ama bilimsel verilerin böyle söylemediğini hatta bu tür rahatsızlıkların beyinsel rahatsızlıklar olduğunu, bu köşenin takipçileri çok iyi bilirler. Bu ortaçağ zihniyeti artık o kadar fütursuzca davranmaya başladı ki “azıttı” kelimesi bile açıklamaya yetmez. Nasıl azıtmasın ki; bu tür dinsel bilinmezlikleri çözmesi gereken ama son dönemlerde siyasetin içine girmiş bir Diyanet İşleri Başkanlığı, akillere destek vermekten dini sorulara ve sorunlara yanıt vermeyen bir oluşum, dini açılımı, başörtüsü ve türbanla sınırlı bir muhalefet, her şeyi “katil Amerika”’nın marifetlerine bağlayan önyargılarından kurtulamamış, siyasal muhalefette çok başarılı ama halkın antipatisini kazanmış, halkla bütünleşemeyen siyasi oluşumlar, damgalamaya meraklı bir medya, devamını sizlerde getirebilirsiniz tekrara gerek yok sanırım. Üç yaşından önce başlayan ve ömür boyu süren, sosyal etkileşime ve iletişime zarar veren, sınırlı ve tekrarlanan davranışlara yol açan beynin gelişimini engelleyen bir rahatsızlık olan otizm hakkında 22.04.2013 tarihinde İhlas Haber Ajansı kaynaklı görsel ve yazılı medyaya düşen haber en son kanıt sanırım bu konuda. Adana Otistik Çocuklar Sağlık ve Eğitim Derneği Başkanı Sosyolog Fehmi Kaya’nın iddiaları gerçekten korkunç. Bu zatı muhterem; “Otistik dünyaya gelen çocukların temel özelliğinin dış dünya ile iletişim kuramamaları olduğunu söyleyerek” devam ediyor; Otistik çocukların, bir temel özelliğinin de, beyinlerinde inanç alanı, Allah alanı, gelişmemiş oturmamış olduğunu ileri sürerek “Onun için ibadet etmeyi, Allah’a inanmayı bilmiyorlar. Çocuklara uygulanacak farklı terapi yöntemleriyle, çocukta farkındalık yaratmak gerekiyor.” “Otistik çocukların farkında olmadan rahatsızlık nedeniyle doğuştan ateist olduğuna işaret eden Kaya, "Bunun farkında değiller. Araştırmalar doğal olarak otistik çocuklar ile ateistler arasında bir bağlantı var diyor. Birde sözde bilimsel kanıtlara dayandırmak için iddialarını,ABD ve Kanada da, araştırmacılar ateizmin, otizmin bir farklı versiyonu olduğunu söylüyormuş. Tam akıl tutulmalık bir savunma mekanizması. Neyse ki çağdaş Hristiyan araştırmacıları örnek göstermiş. 1517’lerde Protestanlığın kurucusu Martin Luther’in eserlerinde şiddetli derecede otistik olabilecek olan 12 yaşında bir erkek çocuğun öyküsü vardır. Luther’in yazıcısı Johannes Mathesius’a göre Luther, çocuğun şeytan tarafından ruhuna girilmiş, ruhsuz bir et parçası olduğunu düşünmüş ve boğulmasını önermiştir. Ya böyle bir öneri ile gelseydi ? Ne korkunç değil mi? 20.yüzyılın ortalarında çocuk psikiyatrisinin anne yoksunluğu üzerine yoğunlaşması, otizmin “buzdolabı annelere” çocuğun tepkisi olduğu şeklinde yanlış kanılara yol açsa, günümüzde otizmin tüm psikiyatrik durumlar içinde en kalıtsal olanı olduğu düşünülmektedir. Ancak kalıtsallığı oldukça karmaşıktır ve kökeninin çoklu gen etkileşimlerinden mi yoksa ender görülen mutasyonlardan mı kaynaklandığı çok açık değildir. Ve tüm genetik rahatsızlıklar gibi kesin bir tedavisi yoktur. Tedavinin ana amaçları, ilgili bozuklukları ve ailenin çektiği sıkıntıyı azaltmak ve yaşam kalitesi ile işlevsel bağımsızlığı artırmaktır. Genellikle tedavi çocuğun gereksinmelerine göre ayarlanır. 2008 yılında Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen 2 Nisan “Dünya Otizm Farkındalık Günü” ve ay boyunca süren “Otizm Farkındalık Ayı” çerçevesinde bilinirliliğin arttırılması, toplumun bilinçlendirilmesi için çalışmalar yapılması gerekirken ortaçağ zihniyetinin yarattığı bilinçli gündemlerin ne kadar etkili olduğunu görüyoruz. “…..hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası, ULUSAL EGEMENLİKTİR.” diyen Yüce Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün ışığında, 23 Nisan Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluşunu en içten dileklerimle kutluyorum. Not: Otizm Platformu Dönem Koordinatörü Sn. Ergin Güngör’ün, yazıma konu olan haber için yaptığı Basın Açıklaması linkini ilgilenenler için ekte veriyorum. Ayrıntılı bilgi için: Ergin GÜNGÖR/Otizm Platformu Dönem Koordinatörü STK/ ODER Otistik Çocukları Koruma ve Yön. Derneği Yön. Krl. Bşk http://www.otizmplatformu.org/index.php/2013/04/otizm-platformu%E2%80%99ndan-kinama-ve-basin-aciklamasi/

22 Nisan 2013 Pazartesi

GALİP DERVİŞ

GALİP DERVİŞ Bir televizyon kanalımızda başlayan, pislik ve mikrop bulaşmasından korkarak el sıkışmayan veya bir şeye dokunmaktan çekinen, sürekli ellerini dezenfekte eden, eşyaları sürekli düzenleyen, tabloları düzeltmeden duramayan, sürekli bir şeylere dokunan, yolda yürürken sayan, şişe suyu ile banyo yapan, sürekli yanında bir hemşire ile dolaşan, zeki ve güçlü hafızası ile cinayetleri çözen, en yakınlarının ölümünden sonra bu hale geldiği söylenen obsesif (takıntılı) Galip Derviş adlı polisin maceralarını anlatan diziyi gülerek izliyorsunuzdur. Beyinsel rahatsızlıkları anlatan dizi veya filmlerin toplumsal bilincin gelişmesine olumlu katkılarını sürekli savunan biri olarak hayal kırıklığına uğradığımı, birkaç bölüm izledikten sonra dizinin katkıdan çok zararı olacağını düşünüyorum açıkçası. Ne yazık ki toplum olarak vur deyince öldürüyoruz. Kişilerin zihnine girmesine engel olamadığı, zihninden uzaklaştıramadığı düşünce, fikir ve dürtülerin oluşturduğu sıkıntı ve huzursuzluğu azaltmak ya da ortadan kaldırmak için yaptığı yineleyici davranış ve zihinsel eylemlerin toplumdan topluma, kültürden kültüre değişiklik göstermesi çok normaldir. Normal olmayan ise dizinin farklı kültürlerden uyarlanması, bu tür rahatsızlıklarda zaten dışlayan, damgalayan, alay eden bir kültürden gelen toplumumuza hangi oranda yardımcı olacak. Obsesyon adı verilen bu takıntılı düşünce, fikir ve dürtüler ile kompulsiyon adı verilen yineleyici davranış ve zihinsel eylemleri aynı kişide abartılı bir şekilde toplayıp obsesif-kompulsif adı verilen ve yapılan araştırmalarda her yüz kişiden 2-3’ünde görüldüğü saptanan bu ruhsal hastalığı bu şekilde komediye dönüştürmek hangi oranda toplum bilinci oluşturur tartışmak gerek sanırım. Temizlik takıntısı olan bir ev hanımı düşünelim. Her gün temizlik yapan ama hala evinin temiz olmadığını düşünen. Çocuklarının evde dış giysiler ile oturamadığı, ev giysileri ile yatağa giremediği, bu kurallara uymayan eşin evde ayrı koltukları, sandalyeleri olması. Kazara çocuklar buralara oturursa sabunlu bezlerle elbiselerinin silinmesi. Her misafirliğe gidildikten sonra tepeden tırnağa giysilerin değiştirilmesi. Misafir geldikten sonra evin dip bucak temizlenmesi. Şimdi bu ailenin ilişkilerine baktığımızda annenin tüm enerjisini temizliğe ayırdığını görürüz. Akşam eşle ve çocuklarla geçireceği zaman veya çocuklara vereceği eğitime katkı nasıl olacak ? Ya da eve gidince annem tepeden tırnağa kapıda beni soyacak, aman kirlenmeyeyim düşüncesi ile sokakta arkadaşları ile özgürce oynayamayan çocuklar. Yakınların ve akrabaların ilişkiyi kesecek düzeye gelmesi. Bu durum daha da abartılı hal aldığında, eldivensiz dolaşmayan, sokağa veya herhangi bir arkadaşının evine dahi gidemeyen, eşine çocuklarına dokunamayan, onları öpemeyen insanları görebiliriz. Takıntılı kişiler düşüncelerinin anlamsız, abartılı olduğunun farkında olsalar da bu düşüncelerin zihinlerinde dolaşmasına engel olamamaktadırlar. Bazen bu mantıksız düşünceler ile mücadele etmek ister ve çaba gösterirler. Ancak bu çaba çoğu zaman var olan gerginliği arttırmakta ya da yeni bir yineleyici mantıksız davranış geliştirmektedirler. Hemen hemen tüm ruhsal rahatsızlıklarda olduğu gibi hastalık sadece kendisini değil yakın çevresini de rahatsız edebilmektedir. Bir gencin, dışarı çıktığında sürekli ebeveynlerinin kendisini merak ettiğini düşünmesi. Evde temizlik takıntısı yüzünden rahat dolaşamayan eş ve çocuklar. Tüpleri, kapıları kontrol etmekten her yere geç kalan, azarlanan asosyalleşen kişiler. Annesi dışarıda tuvalete gitmesini istemediği için sürekli sıkışan ve kendini kontrol altına almaya çalışan bir çocuk. Ya da aklına takılan “sevdiklerimin başına kötü bir kaza gelirse” düşüncesinde olan bir kişi iş yaşamına nasıl konsantre olabilir. Emzirirken, altını alırken, kontrolümü kaybederim, bebeğime zarar verir miyim endişesinde ki genç bir anne. Ya da bu endişe ile aile üyelerinin bulunduğu ortamlarda eline kesici, delici alet almayan bir baba. Kontrolümü kaybederek elimde olmadan karşı cins öğretmenlerime ve arkadaşlarıma sarkıntılık ya da yanlış anlaşılabilecek davranışlarda bulunur muyum düşüncesinde ki bir ergen. Hatta dini ibadetlerini yerine getiren fakat namaz sırasında başını secdeye koyduğunda “Allah’ın varlığından kuşku duyma” şeklinde takıntılı düşünceler gelen bir kişi. Bu tür hastaların yaşadığı acı ve sıkıntıyı düşünebiliyor musunuz? Örnekleri kuşku, cinsel içerik, dini, biriktirme ve saklama, batıl itikat, uğurlu ve uğursuz sayılar ve renklerle ilgili olarak çoğaltabiliriz. Çoğu ruhsal rahatsızlıkta olduğu gibi yaşam etkinliklerini kısıtlayan, aile, meslek ve sosyal yaşamda sorunlar yaratan, yaşam kalitesini düşüren bu rahatsızlığında kontol altına alınabileceği bilinmektedir. Hasta bu takıntılı düşüncelerden dolayı damgalanacağı, dışlanacağı, aşağılanacağı, dalga geçileceği düşüncesi ile duygu ve hislerini gizleme ihtiyacı duyar. Bu durumda aile bireylerinin ve yakın çevresinin bu düşünceleri engelleyemediği bilincinde olarak destek vermeli ve profesyonel destek alması konusunda yardımcı olmalıdır. Bu tür dizilerin hastalığı gördüğümüz ya da algıladığımız şekilde değil de hastanın iç dünyasını yansıtmak, hasta ve yakınlarının sorunlarını irdelemek, mutlaka uzman desteği bilincini aşılamak şeklinde yansıtılmasının toplum bilinci açısından çok daha yararlı olacağını düşünüyorum. Not:Hastalık tanımı ve bazı örnek vakalar için Türkiye Psikiyatri Derneği internet sitesinden yararlanılmıştır.

19 Nisan 2013 Cuma

Sende mi Umberto ECO !

Sende mi Umberto ECO ! Geçtiğimiz 10 Nisan tarihinde, 1980 li yıllarda sonradan filme de alınmış “Gülün Adı” adlı romanı ile tanıdığımız ve ülkemizde hemen hemen tüm eserleri yayınlanmış İtalyan akademisyen, tarihçi, filozof Umberto Eco; Boğaziçi Üniversitesi 150. kuruluş yılı etkinliklerine katılmak üzere ülkemize geldi. Ve konuşmasının bir yerinde öyle bir laf etti ki şaşırmamak elde değil. “İnsanların tamamının değil ama yüzde 50’sinin aptal olduğunu düşünüyorum. Hepsinin aptal olduğunu düşündüğüm gün rahat ölürüm” demesi salonda gülüşmelere yol açsa da açıkçası düşünülmesi gereken sözler bunlar. Aziz Nesin 1990’ların başında “Halkın yüzde 60’ı aptaldır” demişti de hakkında davalar açılmıştı. Eco, bunu Dünya Sağlık Örgütü (WHO) istatistiklerinden yola çıkarak akıl sağlığının bozulması anlamında mı söylüyor bilemiyorum. Ya da “hepsinin aptal olduğunu düşündüğüm gün rahat ölürüm” derken dünyanın gidişatı üzerine ince bir eleştirimi. Düşünülmesi gerekiyor çünkü Ortaçağ ve Hristiyanlık konusunda derin bir bilgiye sahip hatta doktorasını bu konuda yapan Umberto Eco bu konuyu dünya geneline yayarken gelişmeleri takip etmemesi düşünülemez bence. Her ne olursa olsun insanlığın akıl sağlığının gün geçtikçe bozulduğu gerçeğini yadsıyamayız. Ne yazık ki bu konunun bilincine varana kadar iş işten geçmiş olacak. Çünkü işin önemini yadsıyan kültürel geçmiş, kadercilik, basının şartlandırmaları, psikiyatrinin geçmişinin ve gelişmesinin çok yeni olması, bu rahatsızlıkların aynen fiziksel rahatsızlıklar gibi ilaçlarla tedavi edilebilmesi gerçeğinin bilincine varabilmemiz için belki de çok erken. Ya da bu konudaki bilinç düzeyi ilerlemesi, bilimsel ilerlemenin çok gerisinde. Çünkü bir dosttan aldığım bir mail bunun göstergesi sanırım. Notunda şunları yazmış dostum; “Psikolojik yazı göndermeyin lütfen psikolojim kaldırmıyor. Benim katil Amerika’nın bilim dallarının ürettiklerine ihtiyacım yok. Çünkü psikoloji diye başlayan hiçbir söze dayanamıyorum artık.” “Yeter tıp bu değil insanlık ta bu değil bize dişi örümcekler gibi ağlarını kuran bu yaratıklar ince ince dantel gibi örülmüş mobbingler (psikolojik şiddet, baskı, taciz. En iyi ifade ile işyerinde psikolojik terör.- Dostum burada sanırım taciz anlamında kullandı bu kelimeyi-İ.V.) yaparken bizim ihtiyacımız olan tek şey hukuk ve hukuku uygulamaları için kullanılacak tüm yetkiler.” “İhtiyacımız olanın psikiyatrik teşhisler değil hukuk ve eğitim olduğunu görürsünüz” Karmaşık bir ruh hali ile yazıldığı anlaşılan uzunca bir mailden konumuzla ilgili olan satırları aldım sadece. İlginç olanda mailinin sonuna eklediği, kendisini teyit eden düşünceler içeren bazı yazılar. Bu yazılar, 2011 yılının son aylarında ulusal bir gazetemizde psikiyatri ile ilgili seri yazı yazan bir yazarımıza ait görüşler. Toplum düşüncesini yansıtması bakımından bazı düşünceleri aktarmak istiyorum. Yazarımıza göre; “Psikiyatri tıp meslekleri arasında bilimsel temeli en zayıf olanıdır. Akıl hastalıklarının vücuttaki uzantısına dair bilgi olağanüstü ilkeldir” “İnsanların modern hayata verdikleri normal tepkileri, ilaçla tedavi etmeye olağanüstü hevesli psikolog sayısı az değildir” (Yazarımızın yeterli araştırmayı yapmadan yazdığı nasıl da belli dünyanın hiçbir yerinde hekim olmayan psikologlar ilaç yazamaz-İ.V.) “Gerçekte, akıl ve ruh hastalıkları diye sınıflandırılan rahatsızlıkların büyük bölümü uydurmadır, yanı hastalık değildir” zihniyeti ve bu hastalıkları tedavi etmek için kullanılan ilaçları “kokain benzeri” uyuşturuculara benzetmesi, çocuklarda görülen problemlerin tek nedenlerinin anne babanın çocuk yetiştirme hataları olduğunu öne sürmesi, bu konuda tedavinin ana sınıfı öğretmenleri ile sağlanabileceğini iddia etmesi ne kadar eğitici ve bilimsel, düşünmek gerekiyor. Bir fiziksel rahatsızlıkta doktor doktor dolaşan bireylerin akıl ve ruh sağlığına sıra gelince “herkes kendinin doktorudur” düşüncesine girmesi bu konuda ki toplumsal zihniyeti yansıtmıyor mu? Tabi dostumun atladığı konu aynı günlerde Türkiye Psikiyatri Derneği’nin basın açıklaması. Basın açıklamasında iddialar uzun uzun yanıtlanıyor ve “Yazı kapsamında yer alan ifadeler ruhsal sorunları nedeni ile tedavi görmekte olan tüm bireyleri yanıltarak, korku yaratarak, hekimlerine ve sağlık sistemine olan güvenlerini sarsarak fiziksel ve ruhsal açıdan zarar vermekte ve örselemektedir” denilerek yazar ve gazetesi kınanmıştır. Konu hakkındaki yanlış tabuları yıkmak ve toplumsal bilinci arttırmak için bu köşe her türlü bilgi ve desteğe açıktır.

17 Nisan 2013 Çarşamba

“Dilenci değilim”

“Dilenci değilim” Bazen bir konuyu yazmayı planlarken yaşananlar ülke profilini öyle güzel yansıtıyor ki, o olayı sosyal sorumluluk gereği köşeme taşımayı gerekli görüyorum. Hafta sonu yaşanan bir olay gerçekten gündeme damgasını vuran bir olaydı. Ama ne yazık ki gündem denilen şey bu ülkede halkın sorunlarından uzak, yaratığı tehlikeli gündemlerle gerçek sorunları gizlemeye çalışan bir hükümet ve bunu mal bulmuş magribi misali sarılan ve bu gündemleri sadece tartışmaktan öteye gidemeyen, gerekçeleri ile halka bile açıklayamayan, açıklayamadığı gibi de halkın sorunlarına kulak tıkayan bir muhalefet. Olay hepinizin malumu Edirne’de yaşandı. Şehri ziyarete gelen Çevre ve Şehircilik Bakanı Sn.Erdoğan Bayraktar’ın yanına yaklaşarak, kanser hastası olduğunu ve ilaç bulamadığını, bu konuda yardım etmesini isteyen genç kızımıza yaşatılan acı ve üzücü durum. Ve genç kızımızın onurlu duruşu. İslami gelenekte yardımlaşmanın önemli olduğunu, ne yazık ki bu geleneğin topluma tam yansımadığını geçen hafta ki sivil toplum’u anlatan yazılarımda rakamlarla verdim. Bunun yanında İslami gelenek “sağ elin yaptığını (yardımı), sol el görmemeli” der. “Al işte bu parayı başka ne yapacağım. Onları sen kendin al. Parayı al, cebinden düşürme. Bak düşürme. Epey para var orada düşürme” diyerek ısrarla para düşerse sanki yardım heba olacakmış zihniyeti ve yardım etmenin gönül rahatlığı ile namazına giden bir bakan. Burada Sn. Bakan’ın yardım etmenin verdiği gönül rahatlığı ile mi böyle davrandığını bilemesem de, 1,5 yıldır bu ülkede yaşanan toplumsal sorunu düşünememesi, bu köşede ısrarla üzerinde durulan yanlış ve eksik sağlık politikalarını bilmemesi ve zaten hassas olan bir hastaya bu şekilde yaklaşması çok düşündürücü aslında. Çünkü hasta gencimizin kişisel bir talebinden ziyade kanser hastalarının 1,5 yıldır yanlış politikalar sonucu içlerinde bu hastalar için hayati önemi olanlar da dahil olmak üzere yüzlerce ilaca ulaşamaması anlatılmak istenmiştir. Yine sivil toplumun önemli bir ayağı olan meslek odaları yada birlikleri bu konularda destek vermeye çalışsa da bu yeterli olamamaktadır. En önemlisi de halkın bu bilgiye ve meslek kurumuna ulaşmasında ki zorluklar. Dolayısı ile ilaçları getirtmek için yurtdışında yaşayan bir tanıdık aranmakta, bu da yoksa, vatandaş nasıl, nereden geldiğini bilmediği veya daha da önemlisi içeriğini bilmeden belki de daha vahim sonuçlar doğurabilecek karaborsanın insafına devlet tarafından yönlendirilmektedir. Parayı iade etmek için namazın bitmesini bekleyen genç kızımızın sözleri hem yürek acıtıcı hem de ülkemin güzel insanlarının çaresizliğini çok güzel ifade etmektedir. “Sadece yanlış anlaşıldım. Ben dilenci değilim. İnsanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım. Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda” Ertesi gün Edirne Valiliği tarafından destek eli uzatılan genç kızımızın yardımı, “Sağlık Bakanlığı” yaparsa kabul edeceğini, kişisel yardımları kabul etmeyeceğini ısrarla belirtmesi, yukarıda ki düşünceleri teyit eder niteliktedir. Özellikle olayın Edirne’de gündeme gelmesi Edirne Milletvekili olan Sağlık Bakanımızı da harekete geçirir umarım. Ve ilaç firmaları ile görüşmeler yaparak bu ilaçların temin edilmesinde en kısa sürede harekete geçerler. Genç kızımızın onurlu duruşu ve olayın basın tarafından sansasyonel yanının öne çıkarılarak, genç kızımızın kişisel olmayan davranışının tam yansıtılmamış olsa da özgüveninden dolayı kendisi kutluyorum. Kendisine ve nezdinde tüm hastalarımıza acil şifalar diliyorum.

15 Nisan 2013 Pazartesi

BİR SİVİL TOPLUM MASALI

BİR SİVİL TOPLUM MASALI Bugün, hayali bir ülkede yaşanan sivil toplum bilinci ile ilgili bir masal anlatmak istiyorum. Anlatılan masaldaki karakterlerin hiç bir kişi ve kurumla ilgisi yoktur. Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde …………………………………….. Adettendir masallar böyle başlar ya. Dünyanın geri kalmış bir ülkesinde geçiyormuş masalımız. Dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi bu ülkede de terör almış başını gitmiş. Güney Amerika Ülkeleri gibi darbe üstüne darbe yaşanıyormuş. Hukuksuzluğun haddi hesabı yokmuş. Küresel güçler ülkenin zenginliklerini sömürmek için yarışıyorlarmış. Halk çaresiz, gelecekten umudunu kesmiş vaziyetteymiş. Fakat bir umutları da yok değilmiş. Nerede ise 40 yıldır iktidar olmamış bir muhalefet partileri varmış. Hem de programları sosyal adaletten yana olan, eşitlikçi, ulusal değerlere saygılı bir parti imiş. Hatta sivil toplumun bilincine ulaşmış ve seçim önceleri bunun önemini vurgulayan, halkı bilgilendiren broşürler basan bir parti. Ne hikmetse sıra seçimlere gelince başarılı olamayan bir parti imiş ama. Ülkenin gidişatından mutlu olmayan vatandaş bu partinin neden böyle olduğu sorgusu ve çözüm önerileri getirdiği halde bir türlü sesini duyuramamakta, sadece kendi aralarında dertleşip bir daha oy vermeyeceğim dediği halde başka çare de bulamadığı için en azından vicdanını oyla rahatlatmaktaymış. Parti yönetimi de bunun bilincinde olduğu için tabandan değil de tepeden örgütlenerek biat kültüründe yetişmiş örgüt yöneticilerini ve adayları tercih etmekte, birkaç oy uğruna parti programındaki sosyal düzen bilincine erişmemiş kişileri aday göstermekte ve seçtirtmekteymiş. Öyle ki siyasete girdiğinden beri hiçbir parti içi ve ülke içi seçim başarısı yaşamamış , başkanlarına taparcasına biat eden vekiller ve parti örgütleri, üç gün sonra yeni başkanlarına aynı şekilde yaklaşarak biat etmekte, bu kendilerine hatırlatıldığında vatandaşa sinirlenmekteymişler. Tabi bir dahaki seçimlerde hem yerel örgütler hem vekil, başkanın iki dudağı arasında seçime katılacağı için normal görülebilirmiş bu davranış. Her konuşmalarında parti içi demokrasiden dem vuran parti örgütü ise ne yazık ki hala bu demokrasiyi kendi içlerinde bile kuramayarak sürekli bu yanlış seçimlerden dolayı hasbelkader yada gözden kaçarak seçilen ulusal bilince sahip parti içi muhalefeti susturmakta, tabanın sesine kulaklarını tıkamakta, kağıt üzerinde akademisyenlere ülke sorunları ile ilgili çok güzel çözümler üreten raporlar hazırlattıkları halde bunları hayata geçirmekte bir türlü başarılı olamamaktaymış. Tabi okumayan, üretmeyen, geçmişten ders çıkarmasını bilmeden takım tutar gibi parti tutan, sivil toplum bilincine ulaşmamış taban ise seçilen her başkanı alkışlamakta, göklere çıkarmaktaymış. Eski başkanları sanki iktidar olmamak, muhalefette kalarak sorumluluktan kaçmayı hedef edinmiş bir izlenim uyandırsa da bugüne kadar bir öz eleştiriye girme zahmetine bile katlanmamış. Umut ve iktidar hedefi ile seçilen yeni başkanın bir avantajı daha varmış. Bir sivil toplum örgütlenmesinden geliyormuş. Bir sivil toplum vakfının kurucu üyesi imiş. Ufak tefek cılız itirazlar çıksa da bu konuda taban sürekli savunmaya geçmekte, partinin başına geçtikten sonra vakıftan ayrıldığı belirtiliyormuş. Sözde, bu vakıf, uluslar arası bir vakıf tarafından destekleniyormuş ve bu uluslar arası destekçi vakıfta geri kalmış ülkelere demokrasi ihraç etmekte, küreselleşmenin yaygınlaşmasına hizmet etmekteymiş. Bu cılız sesleri paranoyak ifadeler olarak yorumlayan parti üyeleri ise bu düşünceleri savunanları en büyük rakiplerinin hizmetinde olmakla suçluyorlarmış. Bu paranoyak düşünce üretenlerin itirazları da, madem bu sivil toplum kuruluşunun önemine inanan bir kişi, kurucu üyesi olduğu bir vakfın ya da onu destekleyen uluslar arası bir vakfın neler yaptığı, neler yapacağını, hangi alanlarda çalışacağını bilmeden, araştırmadan, o düşünceye sahip olmadan böyle bir girişimde bulunur mu diyorlarmış. Yaşananlar, bir yerde paranoyak teori üretenleri destekler yönde imiş. Çünkü son dönemlerde bu muhalefet partisinin sürekli eleştirdiği ve hükümetin sivil toplum bilinci yerleştirmek için oluşturduğu nasihat heyetindeki bazı kişiler muhalefet parti başkanının kurucu üye olduğu vakıftan imiş. Hatta bu paranoyak düşünce üretenler daha da ileriye giderek, acaba başkan planlı bir şekilde ülkemize sözde demokrasi ihraç etmek isteyen bu küresel güçlerin zorlaması ile mi seçildi diyenler bile varmış. Bunu eski başkanlarının hala açığa kavuşamayan bir komplo ile başkanlıktan uzaklaştırılmasının da bu paranoyak teorileri desteklediği söyleniyormuş. Masal bu ya, şimdiki parti başkanı geldiğinden beri, partinin ulusalcı hiçbir eylem planlamadığını, halkın örgütlediği eylemlere kerhen destek verdiğini, seçimlerde ortak girişimlerde bulunan çok küçük olsa da diğer vatansever ve ulusalcı güçleri “partimize ilhak olun” diyerek hemen dışladığı anlatılıyormuş. Ben anlatanların yalancısıyım….

12 Nisan 2013 Cuma

Sivil Toplum - III

Sivil Toplum - III Ülkemizde 86 binden fazla dernek, (%56.01) 4,500 den fazla Vakıf, (%2.96) 94 işçi sendikası, (%0.06) 93 kamu işçileri sendikası, (%0.06) 4,700 den fazla meslek odası (%3.09) 58 bin kooperatif (%37.82) mevcuttur. Toplamda 150 binden fazla örgütlülük vardır. Tabi bu rakamlar yaklaşık değerler olup parantez içindeki rakamlar toplam örgütlülük içindeki yüzdeleri göstermektedir. Ülkemizdeki 150 bin örgütlülüğe karşı ABD’de 1,5 milyon, İngiltere’de 870 bin, Fransa’da 800 bin, Almanya’da 600 bin sivil toplum kuruluşu mevcuttur. Dernek sayısı 2000 yılından günümüze %42 gibi bir oranda artmıştır. Fakat işlevselliğe baktığımızda ülkemizdeki derneklerin %18.1 i dini hizmetlerin geliştirilmesine yönelik cami yardımlaşma dernekleridir. %14.3 ü spor kulüpleri, %13.7 si yardımlaşma dernekleri, %9.5’i kalkınma ve konut dernekleri, %10 nunu ise mesleki dayanışma örgütleri oluşturmaktadır. Faaliyetleri açısından vakıflarda derneklere benzer bir portre çizmektedir. Çalışma alanlarına göre % 56 sosyal yardım, % 47 eğitim, % 22 sağlık hizmetleri olmak üzere başı çekmektedir. Ayrıca sivil toplum örgütlenmelerini, meslek örgütleri ve sendikalar dışında toplumsal hayat, dostluk, kültür, sağlık, imar, çevre, sosyal etkinlik, sivil haklar, gençlik, hayır işleri, öğrenci ve uluslararası etkileşim alt başlıklarında ki örgütlenmeler takip etmektedir. Bu veriler ışığında derneklerin % 65’inin sosyal hizmet ve dayanışmaya odaklandığı ve herhangi bir gündemi etkileme politikalarının olmadığı görülmektedir. Vakıfların ise % 2’ye yakın bir oranı demokrasi-hukuk- insan hakları alanında çalışmaktadır. Engelliler, kadınlar ve çocuklar gibi gruplarla çalışan ve onların haklarını savunan kuruluşların sayısı ise yok denecek kadar azdır. Dikkat çekici bir hususta dernek üye sayısının nüfusa oranının % 10 gibi çok düşük bir rakam olmasıdır. Bu oranlara birkaç örnek verirsek Norveç’te % 52, İngiltere’de % 30, İsveç’te ise %28’e ulaşmaktadır. Kadın ve erkek üyeler incelendiğinde daha pek çok alanda olduğu gibi nerede ise kadın dernek üye sayısı erkek dernek üye sayısının beşte biridir. Yani nüfusa orana göre % 8,5 erkek dernek üye sayısına karşılık % 1.5 kadın dernek üye sayısı vardır. Gençlerin sivil topluma katılımı ise 55 ülke arasında en düşük orandadır. Her zaman öğündüğümüz yardımseverlik konusunda yapılan bir araştırmaya göre ülkemiz ne yazık ki sınıfta kalmaktadır. Bağış, gönüllülük ve tanımadığı birine yardım etme açısından 153 ülke arasında 134. sırada yer almıştır. Yoksullara ve toplumun kötü durumunda olanlara sahip çıkma, hayırseverliği savunma İslami gelenekler nedeni ile köklü bir uygulama haline gelmiş olsa da sivil topluma düzenli bağış yapan bireylerin oranı % 8’i geçmemektedir. Bu satırların yazarının sürekli eleştirdiği ve yanıtını bulamadığı, siyasilerin, aydınların ve akademisyenlerin halkın çığlıklarına kulak tıkamasının yanıtının bir bölümü sanırım yukarıda rakamsal değerleri verilen bir kültürde yetişmenin sonucu olsa gerek. Sivil Toplumun bölgesel dağılıma baktığımızda ise, dernek üyeliği bazında nüfusa oranlar; % 38’i Marmara Bölgesinde, % 28’i İç Anadolu Bölgesinde, % 12’si Ege Bölgesinde, %10’u Karadeniz Bölgesinde, % 7’si Akdeniz Bölgesinde, yalnızca % 3’ü Doğu Anadolu, % 2’si Güneydoğu Anadolu Bölgesinde bulunmaktadır. Rakamlar incelendiğinde, dernek üyeliği dağılımının kentleşme oranları ile ilişkili olduğu görülmektedir. Sürekli yasal düzenlemeler değişmekle birlikte, devletin özelikle tabandan gelen sivil toplum faaliyetlerine haksız müdahaleleri sıkça görülmekte, hala grev yasağının bulunması, insan hakları, düşünce özgürlüğü gibi konularda çalışan kuruluşların sıkı denetimleri sivil toplumun özerkliğini yok etmektedir. Açıkçası rakamlar ve yaşananlar sivil toplumun demokrasilerdeki önemini yoruma gerek bırakmayacak şekilde açıklamaktadır.

10 Nisan 2013 Çarşamba

Sivil Toplum - II

Sivil Toplum - II “Bir toplum at yarışı ve futboldan başka bir şey düşünmüyorsa; o topluma başkan olacağıma av köpeği olmayı tercih ederim” Bertrand Russell Ülkemizdeki sivil toplum gelişimini 4 dönem halinde incelersek; (Cumhuriyet Öncesi, 1923-1950, 1950-1980, 1980 ve günümüz.) Cumhuriyet Öncesi dönem Osmanlı geleneğinin sürdüğü devlet denetimine geçmiş güç odaklı vakıflarla sınırlı kaldığını görürüz. Türkiye’deki sivil toplum örgütlenmelerinin anayasal hak olarak görülmesi 1908 Anayasası ile ortaya çıkmıştır. 1909 tarihli Cemiyetler Kanunu Genç Cumhuriyetinde ilk 15 yılında yani 1938 yılına kadar sivil toplum hayatını düzenleyen kanun olmuştur. Bağımsız modern bir ulus-devlet olarak ortaya çıkmaya başlayan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerinde sivil toplumun modern bir ulus kurma çabası içinde ki devletle organik bir bağ içinde olması çok normaldir. Ki her on kişiden dokuzunun kırsalda yaşadığı bir toplum yapısı hakimdir. Dolayısı ile bu dönemde sivil toplum örgütlenmesinin tabandan gelişmesini beklemek çok doğru olmaz sanırım. 1938 de yürürlüğe giren yeni Cemiyetler Kanunu 1946 yılında çıkarılan Dernekler Yasasına kadar bu boşluğu doldurmuştur. Dernekler Yasası göreceli olarak sivil toplum alanında ki özgürlükleri genişletmiş hem dernek hem sendika etkinliklerinde bir canlanma olmuştur. Ne yazık ki, bu özgürlükler bu yıllarda da devlet merkezli ve yukarıdan aşağıya modernleşme düşüncesi, sivil toplum alanının tabandan gelişmesine olanak vermemiştir. 1961 Anayasası ilk kez ülkedeki örgütleme özgürlüklerinin önünü açarak sivil toplumun genişlemesini sağlamıştır. Dernekleşme oranını arttığı, köylü ve kentli sınıfların toplumsal hareket içinde yer aldığı görülmektedir. Ve yine ne yazık ki, bu dönüşüm önce 1971 muhtırası, ardından 1980 darbesi ile duraklatılmış hatta işlevsiz hale getirilmiştir. Nerede ise örgütlenme hakkı yasal olarak engellenmiştir. 1983 yılında yürürlüğe giren yeni Dernekler yasası da rejimin yasakçı ideolojisinin devam etmesinden başka bir işe yaramamıştır. Siyasi partiler de devlet denetimine karşı mücadele etmek yerine örgütsel yaşamı kendi siyasi çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik araçlar olarak görmüştür. Bunun örneklerini yakın tarihlerde de yaşadık. Sivil Toplum örgütlerinin o an başarılı görülen yöneticileri Siyasal partiler tarafından meclise gönderilmiş, bir yerde kendi iç dinamikleri ile kişiler işlevsiz hale getirildiği gibi sivil toplum örgütleri de işlevlerinde sekteye uğramıştır. Ya da sivil toplum örgütü yöneticileri sivil toplumu geliştirme çabaları yerine başında bulunduğu sivil toplum örgütünü, siyasi partilere dolayısı ile meclise sıçrama taşı olarak görme yolunu seçmiş ve seçmektedir. Özellikle 1980 yıllarından sonra başlayan Güney Amerika, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliğinde sözde demokratik rejimlere dönüşüm sürecinde yaşananları bu sürece benzetiyorum. Hatta Sovyetler Birliğinde duvar yıkıldıktan sonra devlet destekli günde 200 adet derneğin kurulduğu bilinmektedir. Bu demokratik dönüşüm süreçleri bazı çevrelerce sivil toplumun başarısı olarak lanse edilmeye çalışılsa da ben bu örgütlenmelerin emperyalizmin bu sivil örgütlülüğü kendi çıkarları uğruna kullanması olarak görüyorum. Mondoros Mütarekesinden sonra Osmanlı Padişahı ve hükümetin taşradaki denetimini sağlamak ve işgalleri önlemek üzere Damat Ferit tarafından kurulan, Heyet-i Nasiha (Nasihat Heyeti) sivil bir kamuoyu yaratmak için kuruldu ve işgalleri önleyemedi ise, günümüzde yine devlet destekli Büyük Ortadoğu Projesine kamuoyu yaratmak için kurulan “akil adamlar” heyeti iki gündür incelediğimiz Sivil Toplumun tabandan gelişmemesine en güzel örnek değil mi? Bir sonraki yazıda ülkemizdeki sivil toplumu rakamlarla incelemeye devam edeceğiz.

8 Nisan 2013 Pazartesi

Sivil Toplum - I

Sivil Toplum - I Yazılarımda sık sık sivil toplum ve sivil toplum bilincinin eksikliğinden söz ederek, özellikle sivil toplum hareketinin son yıllardaki göreceli gelişimine rağmen halkın büyük bölümünden kopuk kaldığı savunulmaktadır. Sivil Toplum’un temelinde özgürlük vardır. Özgür irade vardır. Kısaca özgür bireylerin ortak amaçlar çerçevesinde özgür iradeleri ile bir araya gelmeleridir. Özgür Ansiklopedi Wikipedia şöyle tanımlar : “ Sivil Toplum Kuruluşu, resmi kurumlar dışında ve bunlardan bağımsız olarak çalışan, politik, sosyal, kültürel, hukuki ve çevresel amaçları doğrultusunda lobi çalışmaları, ikna ve eylemlerle çalışan, üyelerini ve çalışanlarını gönüllülük usulüyle alan, kâr amacı gütmeyen ve gelirlerini bağışlar ve/veya üyelik ödemeleri ile sağlayan kuruluşlardır. Sivil toplum örgütleri oda sendika vakıf ve dernek adı altında faaliyet gösterir. Vakıf dernekler topluma yararlı bir hizmet geliştirmek için kurulmuş yasal topluluklardır ve herkese yardım etmek için kurulmuşlardır.” Bu yazıda STK’ların tarihçesini vermek istemiyorum ama yinede başlangıç noktasını bir kaç cümle ile özetlersek; 12. Yüzyılda feodalizmin ortaya çıkması ile, kentlerin önem kazanması, feodal askerlerin bu zenginlikten yararlanmak istemeleri, bunun karşılığında kentleri koruma altına almaları, kentlerin güçlenerek kendilerini yönetir hale gelmeleri, hatta birkaç kentin birleşerek güç odakları haline gelmeleri, asillerin bu gelişimi kabul etmek zorunda kalmaları ile ilk sivil toplum temelleri atılmış olur. Feodal sistemin ortaya çıkışı, daha sonraki yüzyıllarda güçlü merkezi devletin ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Fakat ilginç olan devleti ortaya çıkaran ilk sivil girişimler, günümüzde devleti yönlendirmek için oluşturulmaktadır. Aydınlanma çağını aşan, sanayi devrimini geçiren Batı artık daha çok söz sahibi olabilmek, direkt yönetime katılabilmek için yeni yeni sivil örgütler kurmakta, devleti küçülterek siyasal etkinliklerini arttırmaya çalışmaktadırlar. Batı da 12.yüzyılda başlayan bu girişim günümüze kadar şekillenerek demokrasilerin oluşmasını sağlamıştır. Türk tarihinde de ilk Sivil Toplum Örgütlenmeleri yine Batı ile başat 12. Yüzyıla dayanır. Selçuklular zamanında ilk Vakıfların tohumları atılır. Fakat gittikçe güç odakları haline gelen Vakıflar 1800’lü yıllarda Merkezi iktidarın denetimine geçer. Batı Sivil Toplum Örgütleri olgunlaşarak Hukuk devletleri ve Demokrasileri yaratırken Doğu örgütlenmeleri ise güce ulaşmayı hedeflemiştir. Bunun nedenleri araştırılabilir ama konumuz bu değil. Ümmetçilikten Ulus’a ulaştığımızda ise bu değerleri atmak tabi ki çok zor. Dolayısı ile Batıdaki gibi bir Demokrasi kurmak da hayal oluyor. Özellikle son dönemdeki sivil toplum anlayışının “güçlü devlet, zayıf sivil toplum” düşüncesi ile başat gitmesi, Devletin sivil toplum kuruluşlarına, devlete ve ulusal çıkarlara zarar verir endişesi ile yaklaşması, ülkemizde ki sivil toplumun güçlendirilmesinin önünde ki en önemli engeldir. Bu merkeziyetçi anlayışa sivil toplum faaliyetlerinin medyaya yansımaması da eklenince, sivil toplum örgütlerin toplumsal tabanlarını oluşturabilmelerinde sorunlara, gelişmiş bir sivil toplum kültürünün yaygınlaşmamasına, ve sivil toplum örgütlerinin işlevlerini yeterince yerine getirmemelerine neden olmaktadır. Devam edecek……………..

5 Nisan 2013 Cuma

“MÜSLÜMAN’A HARAM” ÇEŞMESİ

“MÜSLÜMAN’A HARAM” ÇEŞMESİ Bugün izninizle tembellik yapmak istiyorum. Düşünce üreterek yorum yapmak istemiyorum. Bir efsaneyi paylaşarak yorumlarını sizlere bırakıyorum. “Vaktiyle Bursa’ da bir müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı”, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: “Her kula helâl, Müslüman’a haram!..” Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye... Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzûra getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dîni İslâm, ahâlisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla!.. Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?..” diye çıkışmışlar adama. Adam: - “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin isbat ister, delil şarttır…” dedikçe kadı kızmış: - “Ne delili, ne isbatı?.. Sen fitne çıkardın, Müslüman ahâlinin huzûrunu kaçırdın, katlin vâciptir!” demiş. Demiş ama, bir yandan da merak edermiş: - “Nedir gerekçen?..” diye sormuş. Adam: - “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş...Padişah da sinirlenmiş ama, diğer yandan o da meraklanırmış: - “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helâl, Müslüman’a haram yazarsın?..” Adam, başı önünde konuşur: - “Delilim vardır, lâkin isbat ister.” - “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?..” - “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultânım…” - “Eeee?!..” - “Sultânım, herhangi bir havradan (sinagog) rastgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Mûsevîler, “ne oluyor, bu ne zulüm?.. Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masûmdur, gerekirse kefâlet ödeyelim...” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş… Bir hafta dolunca, adam: - “Sultânım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler… Az zaman geçmiş ki, adam: - “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultânım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar âyininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar... Levantenler din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine... Sultan: - “Bitti mi?..” demiş adama. - “Sultânım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş. - “Şimdi nedir isteğin?..” - “Efendim, pâyitahtımız Bursa’nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimad edilen âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulu câmi imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler... Ve ne olmuş bilin bakalım?.. Bir Allah’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz?.. Hiç olmazsa va’zı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış... Geçmiş bir hafta, “nerde imam” diye gelen-giden yok!.. Aptal ve câhil bir imam tâyin edilmiş yerine, ne konuştuğunu kendi kulağı duymayan tam yobaz cinsinden biri… Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derdest edilen koca âlim için: - “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…” - “Kim bilir ne halt etti de tevkif edildi!..” - “Vah vaah!.. Acırım arkasında kıldığım namazlara…” - “Sorma, sorma...” Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş: - “Eee, ne olacak şimdi?.. Adam: - “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş: - “Ey büyük Sultânım, siz irade buyurunuz lûtfen, böyle Müslümanlar’a su helâl edilir mi?..” Sultan acı acı tebessüm etmiş: - “Hava bile haram, hava bile!..” demiş...”

3 Nisan 2013 Çarşamba

HAMİTABAT’TAN TREDAŞ’A

HAMİTABAT’TAN TREDAŞ’A Geçtiğimiz hafta sonu bir televizyon kanalında şu alt yazı dikkatimi çekti. “Eleştiri yapan insanların çoğu aptaldır.” İmza Serdar Turgut. Sanırım bu duayen gazetecimizi tanımayan yoktur. Tabi onu eleştirmek benim haddime değil. Fakat bilimsel aklın eleştirel mantığı ile hareket eden biri olarak ben ne kadar aptalım sorgusunu yapmadan da duramadım. Sonunda da şuna karar verdim ben aptallığa devam edeceğim. Gelelim konumuza. Konumuz Hamitabat Elektrik santrali. Yıllık geliri 2 Milyon dolar, 85 Milyon dolar nakti, 50 Milyon dolar ödenmiş sermayesi, deposunda 30 milyon dolar değerinde mazotu bulunan, 735 dönüm arazi ve çok değerli 100 dönüm tarlası ile birlikte 105 Milyon dolara özelleştirilmesini vekilimiz Sn. Turgut Dibek Meclise taşıyor, Sn.Mehmet S.Kesimoğlu’da basın toplantısı ile halka duyuruyor. İlk özelleştirmelerden biri olan Balıkesir Seka Kağıt fabrikası 51 Milyon dolar değerinde olmasına karşın 1,1 Milyon dolara 13 Mayıs 2003 tarihinde özelleştirildi. Bu özelleştirmenin ilginç bir yanı daha var. Selüloz-İş sendikasının açtığı davalarla özelleştirme iptal ediliyor, Danıştay temyizi reddediyor. Ama firma hala fabrikayı idareye devretmiyor. Yargı kararları uygulanmıyor. Hatta CHP Balıkesir Milletvekili Sn.Namık Havutçu defalarca, son olarak da 27.02.2013 tarihinde CHP İstanbul Milletvekili Sn.Umut Oran Yargı Kararlarını Uygulamayan ÖİB hakkında ne işlem yapıldığı ile ilgili olarak soru önergesi ile Meclis gündemine taşıyor. Hamitabat’la ilgili olarak yine Sn.Kesimoğlu sanal ortamda bir eleştiriye şöyle yanıt veriyor. “Satış aşaması tamamlandı fakat onay aşaması var. Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun onayı gerekiyor satışın tamamlanması için, yani teknik olarak satış şu anda tamamlanmış durumda değil. Ben de bir basın toplantısı düzenledim ve konuyu da Meclis gündemine taşıdım, yapmaya çalıştığım şey ise toplumsal bilinç oluşturarak ihalenin reddedilmesini sağlamak.” Ve yine basın toplantısı duyurusunda son cümle olarak “Sen de buna dur de, toplumda farkındalık yaratmamıza yardımcı ol!!!” diyor. Hangi toplumsal bilinç, ülkenin nerede ise tüm KİT’leri, gelir getiren işletmeleri yok pahasına satılmış, listeyi köşeme taşısam günlerce yazmam gerekecek. Balıkesir SEKA örneğinde ki gibi yargı kararları uygulanmıyor, vatandaş nasıl dur desin buna, farkındalık yaratmanıza nasıl yardımcı olsun, önerileriniz neler? Bunlar tabi ki yok. Fazla yoruma gerek yok sanırım. Zaten duyarlı basın, duyarlı vatandaş halkın farkına varması görevini yerine getirmektedir. Vatandaş sonuç odaklı çözümler beklemektedir. Vatandaş geçim derdinde. Fark etse ne yazar. Cebinden çıkacak bir kuruşun hesabında. Peki şimdi soruyorum özelleştirmelerden sonra vatandaşın cebine göz diken, kanunlarda ki açıklarla sinekten yağ çıkarmaya çalışan şirketlerle ilgili olarak ne yapmayı düşünüyorsunuz? Geçtiğimiz hafta Görünüm’de de çıkan bir habere göre tüm ülkede ki Tüketici Hakem Heyetlerine en çok şikayet Bankalar ve Elektrik Dağıtım şirketlerinden gelmektedir. Ve geçtiğimiz yıl Tredaş’ta özelleştirildi. Özelleştirilmeden önce 2 fatura dönemi geçmeden elektrik kesme uygulanmıyordu. Yeni firma işe başlar başlamaz bunu bir fatura dönemine indirdi. Tamam borç borçtur. Yine de çalışan, emekli, ücretli maaşını aldığı tarihe göre kendini ayarlayıp elektriğinin kesilmemesi için çaba sarf ediyordu. Ve uygulama değişikliklerinde vatandaşa hiçbir duyuru yapmadan kapınızda elektrik kesim elemanlarını görebiliyordunuz. Genelde fatura ödeme son tarihleri ayın son günlerine özellikle(mi) getiriliyor. Geçelim. Vatandaş ayın 1 inde 10’unda 15’inde de maaşını alsa birkaç günlük gecikme faizi ile borcunu ödemeye çalışıyor. Yeni uygulama. Fatura son ödeme tarihi 29 Mart 2013. Vatandaş maaşını 10’unda alıyor. 10’unda ödeyecek. Fakat 30 Mart 2013 (Cumartesi) tarihinde bir ihbarname beş iş günü içinde elektriğiniz kesilecektir. Maaşını ayın 5’inden sonra alacak olanlar hem açma-kapama bedeli ödeyecek hem de 20. yüzyılda belki günlerce karanlıkta kalacak. Faturalarda bu konuda bir açıklama yok.”Son ödeme tarihlerine kadar faturalarını ödemeyen abonelerin elektriği EPDK Müşteri Hizmetleri Yönetmeliği Hükümlerince Kesilir” yazıyor. 2002 yılından bu yana 10 kez üzerinde değiştirilen Yönetmeliğe bakıyorsunuz açıklama yok. Ülkemizde ki diğer bazı Enerji dağıtım firmalarının faturalarında belli süreler verilmiş. İnsanın aklına şu geliyor. Zaten gecikmiş faturalardan faiz geliri alan idare, bununla yetinmeyip 20 liraya yakın olan açma – kapama bedellerine mi göz dikti? Sadece tüm ülkede 2010 yılında 7,8 milyon elektrik abonesinden dağıtım şirketleri 101 milyon liranın üzerinde açma-kapama geliri elde etmiş. Sn. Vekillerimiz; Bu haksız bir kazanç değil midir? Nerede ise fatura kesilir kesilmez ödeme yapma durumuna gelinmeye başlanmıştır. İdare bunu yaparken vatandaşı sıkıştırarak ödeyemez hale getirirken hangi etik kurallar geçerlidir? Ülkemizin her bölgesinde bu uygulanabiliyor mu? Niye bazı bölgeler cezalandırılıyor? Bu uygulamanın yaza girerken enerjiye en çok ihtiyaç duyulacağı dönemlerde başlatılması art niyet midir? Tüm ülkede şikayet konusu olan açma-kapama bedelleri konusunda çözüme gidilemediği, yeterli çaba harcanmadığı için dağıtım firmalarının vatandaşı daha da sıkıştırması konusunda danışmanlarınızın, örgütünüzün, sizlerin bu konudaki çalışmalarınız var mı ve önerileriniz nelerdir?

1 Nisan 2013 Pazartesi

BİPOLAR (İKİ UÇLU) BOZUKLUK-II (Manic-depresif)

BİPOLAR (İKİ UÇLU) BOZUKLUK-II (Manic-depresif) İntihar olgusu ile en yakın ilişkisi olan beyinsel rahatsızlıklar arasında duygudurum bozuklukları birinci sıradadır. Gencimizin mektubunda da anlattığı gibi hasta birkaç kez intihara teşebbüs etmiş başarılı olamamıştır. Fakat bu her hasta için geçerli değildir. Çünkü Duygudurum Bozukluğu olanların %25’inin en az bir kez intihar teşebbüsünde bulundukları ve bu intihar teşebbüslerinden de yaklaşık %15’inin başarıya ulaştığı bilgisi uluslararası istatistiklerde mevcuttur. İntihar teşebbüsünde bulunmanın bile hasta yakınları için hele hele çocuklar üzerinde ki yıkıcı etkisini düşünmek bile istemiyorum. İntihar 1900 lü yılların ortalarında yaşlı ve yalnız erkeklerde daha sık görülürken 2000’li yıllarda gençlerde sık görülmeye başlamıştır. Yine WHO (Dünya Sağlık Örgütü) istatistiklerine dönecek olursak son 45 yılda tüm dünyada intihar hızı %60 oranında bir artış göstermiştir. Dünyada intihar 15-45 yaş arası ölümlerde 3. sıraya yükselmiştir. Bu raporlara göre her yıl dünyada bir milyon insan intihar sonucu hayatını kaybetmektedir. Bu ürkütücü durum karşısında Dünya önlem almaya çalışmakta ne yazık ki ülkemiz bu toplantılara katılmamaktadır. 2007 yılında konu ile ilgili 105 ülke Dublin’de toplanarak konu tartışılmıştır. Daha önce de Dünya Sağlık Örgütü tavsiyelerinden bahsetmiş çok konuda olduğu gibi bunlarda ülkemiz de sümen altı edilmiştir. Bazı bölgesel araştırmalarda intihara teşebbüsü kadınlarda erkeklerden, çok fazla olduğu halde, ölümle sonuçlanan intiharlarda ise erkeklerin kadınlardan 3 kattan daha fazla olduğu gözlenmiştir. Bu rahatsızlığın tarihsel sürecine baktığımızda; Hipokrat melankoliyi “kara safranın beyin üzerinde ki etkisi ile ruhun kararması” şeklinde ki tanımlaması ile ilk kez, akıl hastalığı ile beyin biyokimyası arasında ki ilişkiyi kurmuş olmasına rağmen mani ve melankoliyi ayrı ayrı durumlar olarak farklı insanlarda tanımlamıştır. 2000 yıl önce ise Modern iki uçlu bozukluk kavramına en fazla yaklaşan ve bunların tek bir hastalığın iki farklı görünümü olduklarından söz eden kişi Hipokrat öğretilerini takip eden Kapadokyalı Aretaeus olmuştur. 18 ve 19. yüzyıllarda akıl hastanelerinin ortaya çıkması hastaların sistematik olarak incelenmesini sağladı. 1840 ta Esquirol o güne kadar kullanılan melankoli teriminin terk edilmesi gerektiğini ve bu bozukluğun aşırı kederle ilgili bir beyin hastalığı olduğunu söyleyen ilk psikiyatr olmuştur. 1851 de ise Falret iki uçlu bozukluğu ayrı bir hastalık olarak ortaya koyan ilk kişidir. 1908 de Emil Kraepelin (1856-1926)’in yazdığı kitapla ve ortaya koyduğu tanı yöntemleri ile dünya bu hastalığı tanıyıp anlamaya başlamıştır. Kraepelin’in tanı yöntemleri bu gün kullanılan ve kabul gören gruplandırmaların %80’ine yakın doğruluktadır. Oysa halkın bilinçlenmesi, doğru tanı, etkili tedavi ve yeterli destekle birçok beyin rahatsızlığında olduğu gibi bipolar bozukluğu olan pek çok kişinin bu iniş çıkışlarında ki denge sağlanabilmekte, normal üretken bir yaşam sürdürebilmeleri mümkün olmaktadır. Tabi kanunlarla düzenlenmemiş ve sürekli değiştirilmeye çalışılan özellikle beyinsel rahatsızlıklarda hiçbir düzenlemenin olmadığı bu sağlık sisteminde yanlış tanı ve tedaviye bağlı olarak artan ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Tedavi edilmediğinde sürekli tekrarladığım alkol ve madde kötüye kullanımı, bozulmuş ilişkiler, kötü iş ve okul performansı, maddi sorunlar ve ciddi boyutta artan intihar riski gibi yıkıcı sonuçları sanırım hep birlikte yaşıyoruz. Son günlerde haberlerde görüyorsunuz çeşitli illerde alkol yasağı getiriliyor. Bilimsel araştırmalar yapılmadan, nedenleri incelenmeden “beceremiyorsam yasaklarım” mantığının hüküm sürdüğü bir ülke. Diğer yandan alacağım oya bakarım , bana dokunmayan yılan bin yaşasın misali yıkıcı, insanı direkt etkileyen sorunlara kulak tıkayan siyasiler. Ben bilirim edasında sırça köşklerde yaşayan aydınlar. Sivil Toplum kültürünü benimsememiş Sivil Toplum Kuruluşları. Ülkenin bunca ekonomik, siyasal sorunu varken kimin umurunda ülkenin delirmesi diyebilirsiniz. Ya da şöyle diyebilir miyiz acaba, ülkeyi bırakın dünyanın yok olmasına neden olacak olan bu yanlış gidişatın en büyük nedeni gittikçe bozulan akıl sağlığımız olmasın?