30 Ocak 2013 Çarşamba

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-30.01.2013

ERGENLİK VE SERBEST KIYAFET Yazılarıma başlarken gündem hakkında yazmamayı hedef aldığımı belirtmiştim. Fakat gündem; yazdığım konularla ilgili ise tabi ki yazmadan olmuyor. Hoş , aslında çok değişken olan ülke gündeminden de kalktı yazacaklarım. Çünkü ben yaptım oldu bitti mantığının en güzel örneklerinden biri. Yönetenler uyguladı, aydınlar, siyasetçiler tartıştı ve kapandı, artık onlar için yeni gündemleri yaratma ve tartışma dönemi başladı. Bu ülkenin geleceğini kuracak gençlerin, sağlıklı yetişmesi kime ne. Dünya dönüyor, yaşam devam ediyor, bizlerde o dönemleri yaşadık bize kim yardım etti. Benden sonra tufan, gelecek sağlıklı toplumu kurmak benim neyime, gündemi tartıştım ama halk anlamadı, ben ne yapayım söylemi. Tartışmak istediğim okullardaki serbest kıyafet yönetmeliği. Öncesinde bu zorlu geçiş döneminde laf söz dinlemez, isyankar, öfkeli, sinirli, inatçı, ailesi, öğretmenleri, otorite ile sürekli çatışan ergenlik nedir ona bakalım. Psikolog Nur Gezek şöyle tanımlamış. “Ergenlik; fiziksel ve ruhsal değişimin en hızlı olduğu, bu fiziksel ve hormonal değişimin bireyi etkilediğini, ruhsal karmaşanın da bu etkilenme sonucu en üst seviyede olduğu gelişimin önemli bir dönemidir. Bu dönemde ergen bedensel olarak değişimlere adapte olmaya çalışırken cinsel kimliğiyle ve sosyal rolüyle artık yetişkin olmaya ilk adımları atmıştır. Yetişkin olmak bir birey olarak kendisine özgü bir kimlik ve kişilik geliştirmek demektir. Artık ne çocuktur ne de gerçek bir yetişkin. “ Tam bir fiziksel ve ruhsal kaos ortamı. Eğitimcilere, pedagoglara, sosyologlara kısacası konunun uzmanlarına danışılmadan uygulamaya sokulan serbest kıyafet uygulaması için dönemin Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer bakın neler söylemiş. “Her gün sabahleyin kalktığınızda, standart bir şeyi giyip, otoriter olarak bizim ‘şunu giyeceksiniz’ diye söylediğimiz bir işi yapmaktansa, kendi başınıza hangi gün hangi elbiseyi giyeceğinize karar verirseniz, karar verme kabiliyetleriniz daha çok gelişir. Kendi başınıza ayakta kalma gücünüz artar. Söylenenlerin çoğu dedikodu hiç kafanızı yormayın.” Evet hiç kafamızı yormayalım. Sn. Eski bakan ergenin karar verme kabiliyetini geliştireceğini söylüyor. Acaba öyle mi bu kararı ergen mi veriyor. İşte bir araştırma; Erciyes Üniversitesi Develi Meslek Yüksek Okulu Çocuk Gelişimi Programı Öğretim Görevlisi Raziye Pekşen Akça, ergenlerin giyim tercihleri üzerinde etkili olan faktörleri belirlemek amacıyla alt ve üst sosyoekonomik gruplar arasında araştırma yaptıklarını söyledi. Sn.Akça, şöyle devam ediyor: “Araştırma kapsamında ergene ‘giysi seçerken önceliğin nedir’ diye sorduk. Dediler ki ‘kişisel zevklerim, arkadaşlarımın zevkleri, ailemin zevkleri ya da dini inanışlarım.’ Bu bilimsel araştırma uygulamayı devreye sokanların amaçlarının ne olduğunu çok güzel yansıtıyor. Yine konu hakkında Euronews’a konuşan Çocuk-Genç ve Erişkin Psikiyatrı Prof.Dr. Bengi Semerci okul kıyafetinin gerekli olduğunu belirtiyor: Semerci’ye göre okul kıyafetinin pek çok işlevi var. Öncelikle, “okul forması çocuğun okul çocuğu olduğunu ve okul tarafından sahiplenildiğini, aranabileceğini gösterir ki bu da çocuğu dış tehditlerden koruyucudur.Okul saatlerinde dışarda olduklarında dikkat çekerler, araştırılırlar.Kötü niyetli kişiler de çocuğun aranabileceğini,bir yere ait olduğunu fark eder.İkincisi okula ilişkin bir forma çocuğun okulla bağını güçlendiren, aidiyet duygusunu geliştiren bir simgedir.” Serbest kıyafet uygulamasında kimin öğrenci olduğu kimin olmadığı çok da anlaşılamayacağından bu durum öğrencilerin güvenliği açısından önemli bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Profesör Semerci “Çocukların kıyafetleri arasında oluşacak her türlü farklılık (marka, renk, biçim vs) onlar arasında gruplaşmalara ve ilişki sorunlarına yol açabilir.Bu sadece sosyoekonomik farklılığa bile bağlı değildir. Ailelerin düşünceleri, inançları, seçimleri, hırsları çocukların kıyafetlerine yansıyarak onlar arasında ayrımcılığı arttırır” derken, çocukların kendi aralarında şimdi bile dış giyime bakarak “tikiler ve ezikler” gibi ifadelerin kullanıldığını hatırlatıyor. Serbest kıyafetin aile içinde gerilime de yol açabileceği de ayrı bir konu. “ Kıyafet seçimi, ailelerle çocuklar arasında yeni bir çatışma alanı oluşturur. Maddi nedenlerle ya da kendi kuralları nedeni ile çocuğun kıyafetini belirleyen aile ile, diğer arkadaşlarına benzemek isteyen ya da farklı olmak isteyen çocuk ciddi çatışmalar yaşayabilir. Aile ve çocuk arasındaki tartışmalar artabilir. Özellikle ergenlik döneminde cinselliği vurgulayıcı kıyafetler, belli görüşleri, duyguları simgeleyen kıyafet seçimleri hem giyen gencin gelişimini, hem diğerlerini olumsuz etkileyebilir ve gençleri tehlikelere açık hale getirebilir. Bütün bunlar okul idaresini zorlayacak ve öğretmen, yönetici, öğretmen ilişkisini de olumsuz etkileyecektir” diye uyarıda bulunuyor Profesör Semerci.

28 Ocak 2013 Pazartesi

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-28.01.2013

ÇOCUKLARDA GECE TERÖRÜ Bu günkü yazımda bilinçli bir baba olan okurum S.Ç.’nin mektubuna yer vermek istiyorum. “O yıl, yılbaşı geçesi eşim işe son giren olduğu için nöbetçi olarak o kaldı çalıştığı iş yerinde. Akşam 3 yaşındaki kızımızla evde birlikte sofrayı hazırladık, yemeğimizi yedik ve uyku vakti gelince annesini arayarak, yeni yılını kutladı ve yattı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum kızımın ağlaması ile irkilerek hemen odasına koştum. Yatağında çırpınıyor, ama ne çırpınmak. Kolları, bacakları, başı sağa sola çarpıyor. Her an bir yerini zedeleyecek, yaralayacak şekilde bir çırpınma. Hemen kucağıma alıyorum uyandırmak için, konuşmaya başlıyorum, mümkün değil kendine gelmesi. Gözleri açık, yanıt veriyor ama bu yanıtlar hırıltı şeklinde, ağlaması ve çırpınması kesilmiyor. Büyük bir şok ta imiş gibi uyanamıyor. Yanıt verdiği için bir an sinirleniyorum, naz yapıyor diye, ama bunu bilinçli yapmadığı her halinden belli. Kucağımda iken dahi çırpınmalar tüm şiddeti ile devam ediyor. Sakinleştirmek mümkün değil. Bende panikliyorum. On, on beş dakika sonra yavaş yavaş sakinleşmeye başlıyor, ağlaması kesiliyor ve kucağımda olmanın verdiği şaşkınlığıyla yüzüme bakmaya başlıyor. Ben neden buradayım dercesine. “Kabus mu gördün kızım” soruma boş gözlerle bakıyor, kendisi de anlam veremiyor, “babam bana bunu niye soruyor” diye. Açıkçası biraz önceki dakikaları hatırlamadığı her halinden belli. Yavaşça ve korkarak yatağına yatırıyorum, uyuyana kadarda yanında kalıyorum. Hemen eşimi arayarak olayı anlattığımda, daha önce de birkaç kez bunu yaşadığını söylüyor. İlk şaşkınlıkla düşündüğüm, yuvaya yeni başlaması ile oluşan, yalnız kalacağı endişesinin verdiği sıkıntıların kabusa dönüşmesi mi? Bu durumun yuvaya başlamasına denk gelmesi açıkçası bu şekilde düşünmeme neden oldu. Sık sık odasına giderek yaptığım kontrollerde her şey çok sakin görünüyordu. Birazda sakin kafayla düşündüğümde yıllar önce şahit olduğum bir olay aklıma geldi. Anadolu’nun bir dağ köyünde kısa bir süre yaptığım öğretmenlik sırasında, bir akşam köylülerin, heyecan ve panikle lojmanıma gelerek; - Öğretmen bey, cinler yine geldi, hemen gelin sözleri üzerine apar topar olayın geçtiği eve gittik. Dört beş yaşlarında bir erkek çocuğu, yara bere içinde yatağında oturmuş, şaşkın ve paniklemiş bir yüz ifadesi ile, odasına doluşan köylülere bakıyordu, anlamsız boş gözlerle. Ortalık biraz sakinleşince; -Nasıl oldu diye soruyorum babaya. Anlatmaya başlıyor; -Öğretmen bey, birkaç yıl önce bir gece ansızın uyanarak çırpınmaya başladı. Sanki birisi dövüyor da ondan sakınıyormuş gibi çırpınıyordu. Beş on dakika sonra bu dayak faslı bitiyor ve gördüğün gibi yara bere içinde uyanıyor. Ve sorduğumuzda da hiçbir şey hatırlamıyor. Durumu köyün yaşlılarına danıştık. Geceler boyu başında bekledik. Ve durum belli aralıklarla devam ettiği için, köyün ileri gelenleri de şahit olunca, sonunda çocuğu cinlerin dövdüğüne karar verdik. Çevrede ki tüm hocalara götürdük fakat çare bulamadık. Ve bu durum olunca sadece izliyoruz, korkudan kucağımıza bile alamıyoruz çocuğu. Bir hekime götürmeleri konusunda ikna çabalarımın sonuç verip vermediğini göremeden ayrıldım köyden. Bu gece kızımda yaşadığım bu olay, yatakta kucağıma almayıp bıraksa idim aynen o çocuk gibi yara bere ile kendine gelecekti. Yinede eşime bu hikayeden bahsetmedim, çünkü bu tür batıl inanışlara o da inanıyordu. Dolayısı ile bir hekime başvurmak şarttı. Bu arada bende araştırmalara hemen başladım. Öncelikle aile dostumuz ve kızımın doktoru olan, uzun yıllar çocuk hastanesinde çalışmış doktorumuzdan başladım işe. Böyle vakaların olabileceğini ama tıbbı bir açıklamasının olmadığını söyledi. Kitaplar karıştırmaya başladım. Ama açıkçası ne aradığımı bilmiyordum. Bir gün okuduğum gazetede ki haberin başlığı “Gece Terörü” idi. Olay kısaca anlatılmış, nedenleri konusunda ise bir yorum yoktu haberde. Haberi yazan gazeteciye ulaşarak, daha kapsamlı bilgi almayı amaçlıyordum. Ulaştım da, fakat Ajanstan haberin bu şekilde geldiğini söyledi. Yılmamıştım, en azından ismini biliyordum artık. Şimdi de neden ve tedavi yöntemlerine ulaşmaya gelmişti sıra. Çocuklarla ilgili tv programlarını takip etmeye başladım, ama ne yazık ki kesin bir sonuca ulaşamıyordum. O günlerde yine bir gazete ilanında, bir yuvanın medyadan da tanıdığım, danışman psikologunun çocuk gelişimi ile ilgili ailelere yönelik seminer ilanını görünce ve ilanda ilgili tüm ailelerin katılabileceği söylenince hemen yuvayı arayarak kayıt oldum. Hafta sonu eşimle gittik. Seminer sonrası verilen kokteylde danışman psikologa durumu ilettik. Konu hakkında bilgisinin olmadığını, fakat yardımcısına ulaşabileceği telefonlarımı bırakırsam araştırıp dönüş yapacağını belirtti. Olumlu bir gelişme idi açıkçası. Bekleme sürecinde de araştırmalarıma devam ediyordum. Yardımcıyı birkaç kez aradım hala bir sonuç yoktu. Bir müddet sonra, danışman psikologumuzun haftalık yazısında “Gece Terörünü” irdelediğini görünce sevindim. Yazıda bildiklerim anlatılıyordu. Hemen telefona sarılıp alıntı yaptığı bu makalenin tamamına ulaşıp ulaşamayacağımı sorunca aldığım yanıt şok edici idi. -Çok uzun bir Fransızca makale, zaten anlamazsınız. Fazlaca da bir şey yok makalede. Evet artık sistemde devreye giriyordu. Ve insanların neden bu durumlarda hocalara gittikleri daha iyi anlaşılıyordu. Yazılarını ve kitaplarını severek okuduğum bir psikologun bu şekilde yanıt vermesi gerçekten çok şaşırtıcı gelmişti. Demek medyatik olmak, aydın olmak, insanları bilgiç, sıradan vatandaşı cahil yapıyordu. Ve bir yardım talebi bu şekilde geri çevriliyordu. Yavaş yavaş daha çok kaynağa ulaşarak bu durumun korkulacak bir şey olmadığını, nedenlerinin hala bilinemediğini, çocuğun kendisini yaralamaması için önlem alınması gerektiğini, uyandırmak için zorlanmamasını, iki buçuk üç yaşlarında görülmeye başladığını ve beş altı yaşlarında kendiliğinden geçtiğini öğrenince o korku ve panik halimiz geçmişti. Kısacası “Bilgi korkuyu yenmişti”.” Mektup burada bitiyordu. Daha da ilginci bu olayın yaşandığı tarihi sorunca 30 yıldan fazla olduğu yanıtını aldım. O günden bu güne gece terörü hakkında bilgilerimiz çok ilerledi. İlerlemeyenin ise aydınlarımızın yazılarımda da sürekli değindiğim halktan kopukluğunun devam etmesi günümüzde de. Katkılarından dolayı okurum S.Ç.’ye çok teşekkür ediyorum. http://ilhanvardar.blogspot.com

25 Ocak 2013 Cuma

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-25.01.2013

ORTAÇAĞ OSMANLISINDA RUH SAĞLIĞI VE GÜNÜMÜZ “Burada hastalara deva, dertlilere şifa, divane ruhlara gıda ; hanende ve sazendeler tarafından musiki faslı şeklinde verilirmiş..” Evliya Çelebi Yolunuz Edirne’ye düşerse Tunca Nehri kenarında ki Trakya Üniversitesi Sultan II.Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesini görmeden şehri terk etmeyin. Müze, Sultan II.Bayezid Külliyesi içindeki Darüşşifa bölümünde yer almaktadır. Sofu Bayezid olarak ta tanınan 8. Osmanlı Padişahı II. Bayezid tarafından yaptırılan ve 1488 yılında hizmete açılan bu Külliyenin konumuzla ne ilgisi var diyebilirsiniz. Fatih’in İstanbul’u Fethetmesi ile kapanan Ortaçağ bir yerde Rönesansın başlamasına neden olmuştur.Avrupa da 12. ve 13. Yüzyıllardan başlayarak Hristiyan kilisenin katı, acımasız, dogmatik tutumlarına karşı giderek artan tepkiler belirmiştir. Sanatta, kültürel yaşamın her kesiminde gücünü dinden alan otokratik ve feodal kuruluşların egemenliği giderek zayıflamaya başlamıştır. İşte bu sıralarda artık büyücü avı, akıl hastalarını şeytanın temsilcisi diye yakma uygulamaları sonlanmıştır. Avrupada ki bu gelişmelerin başladığı yıllarda yaptırılan bu külliyede yüzyıllar boyunca tıp öğrencileri yetiştirilmiş, hastalara şifa dağıtılmış ve fakir fukara doyurulmuştur. Darrüşifa kısmı ise dönemin en önemli sağlık merkezlerinden biridir. Kuruluşunda her türlü hastalara hizmet vermiştir, öyle ki kuruluş vakfiyesinde hastanenin personeli sayılırken 2 cerrah ve 2 göz doktorundan da söz edilir. Demek ki 1500’lü yıllarda bu mekanlarda göz hastalıklarına dahi bakılmaktaydı. Daha sonraki yıllarda şifahane, ruh hastalarına yönelik hizmet vermeye başlamış ve hastalar, dönemin tıp bilgi ve ilaçlarının yanı sıra, su sesi, musiki, güzel kokular ve çeşitli meşguliyetlerle tedavi edilmişlerdir. Hatta hastane akustiği ve planlaması açısından müzikle tedaviye uygun bir şekilde inşa ettirilmiştir. Ve 1912 yılına kadar akıl hastalarının yatırıldığı bölümleri kullanılmıştır. Evliya Çelebi, merkezi binada haftanın üç günü müzisyenlerin hastalara konser verdiklerini söylemektedir. Darüşşifada ilaç ve müzik tedavisinin yanında güzel kokularla rehabilitasyon yapıldığı da bilinmektedir. Ortaçağın kapanması ruh hastalarını katı, dogmatik, yarı dinsel inançlarla açıklayan görüşlerin ve uygulamaların son bulması ile Avrupa da hızla gelişen bilimsel çalışmalar döneminde psikiyatri alanında da gerçek bilimsel çalışmalar başlamıştır. İlk olarak 17. Yüzyılda, ruh hastalıkları hakkında bir kararın din adamlarınca değil, hekimlerce verilmesi gerektiği kabul edilmiştir. Avrupa’da bu gelişmeler olurken uzun yıllar boyunca hastalara şifa dağıtan bu şifahane, 1850’li yıllardan sonra, sadece ruh hastalarının tecrit edildiği bakımsız bir kurum haline gelmiştir. Bina bir yandan bakımsızlıktan, diğer yandan yatağı dolan Tunca Nehri’nin taşkınları sonucu büyük zararlar görmüş ve günümüzde Trakya Üniversitesine devredilerek Sağlık Müzesine dönüştürülmüştür. 19. Yüzyılda Breuer, Freud, Adler ve Jung ruhsal bozuklukların anlaşılmasında, dinamik psikiyatrinin gelişmesine öncü oldular. Fakat bu konuda asıl çığırı açan hekim Freud’dur. 1900’lü yılların başından itibaren çağdaş psikiyatri Avrupa’da gelişirken bizler 21. yüzyılda Şamanizm ve Avrupa ortaçağın karanlıklarına gömülmekteyiz. Bu gerilemenin nedeni din olamaz. Çünkü II: Bayezid zamanında da bu din aynı idi şimdide aynı. Fark; dini kullanan zihniyetin değişerek eğitimin geriletilmesi diye düşünüyorum.

23 Ocak 2013 Çarşamba

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-23.01.2013

BİLİM DIŞI ZİHNİYET “Başkalarına da kulak ver. Karşındakiler aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları. Çünkü dünyada herkesin bir öyküsü vardır.” Xsentius antik kentinde ki 2000 yıllık kitabe’den Öyle öyküler var ki insanlık tarihi kadar eski bir o kadarda kötüye gitmekte. Özellikle toplumsal öykülerse bunlar daha da önem kazanmakta. Aydın; bilimin ışığında bu öyküleri eleştirel aklın süzgecinden geçirerek çözümlemeli, gündem yaratmalı, siyasetçiler ise bu gündemleri çözme yolları aramalı diye düşünüyorum. Demokrasiler geliştikçe siyasetçileri denetleyen sivil toplum örgütlenmelerinin önemi de yadsınamaz. Konumuz olan beyinsel rahatsızlıklar konusunda meslek odalarına da görev düşmektedir. Bilim, görevini yerine getirerek beyinsel rahatsızlıkların kontrol altına alınabileceğini deneylerle ispatlamış, çözüm yollarını göstermiştir. Bunların uygulanması, zorluklarının aşılması, halkın bilinçlendirilmesi görevleri yerine getirilmediği gibi durumun vehameti de gittikçe artmaktadır. Bilimsel veriler bunun en güzel ispatıdır. Sürekli eleştirel yazdığımı düşünebilirsiniz lakin eleştiri yaparken de çözüm yolları konusunda fikirler üretmek ve bu fikirlere kulak vermesi gerekenlerin kulak tıkaması ve sonradan eleştiriler den şikayetçi olması açıkçası anlaşılır gibi değil. Yine örneklemek gerekirse; insanlık tarihinden beri beyinsel rahatsızlıklarının insan ruhuna şeytan kaçması olarak algılanması ve şeytan çıkarma, cin çıkarma seansları düzenleyen sözde din görevlilerinin haberlerini son dönemlerde medyada görmüyoruz. Özellikle son on yıl. Bir zamanlar medyanın en gözde haberleri olan ve polis baskınları düzenlenen bu mekanizma birden bire kesildi. Bu seanslar sırasında kadınlarımızı taciz eden , tecavüz eden, hatta öldürmeye varan olayların birden bire kesilmesi doğal mı? Yoksa sansür veya bilinçli bir kollama, gizleme mi ? Bunun yanında geçtiğimiz hafta televizyonlarda ki bir haber bilmem dikkatinizi çekti mi? Özellikle onkoloji hastanelerinde görevlendirilecek maneviyat timleri Ankara Ünv. İlahiyat Fakültesinin açtığı kursları bitirerek pilot bölge seçilen Ankara’da görevlerine başladılar. Evet olumlu düşüncenin insan psikolojisi üzerinde ki olumlu etkilerini yadsımak düşünülemez. Ama bu hareketin burada kalmayacağını düşünüyorum. Önümüzde ki dönemlerde psikologların ve hatta psikiyatrların İlahiyat Fakültelerinden yetişmeyeceği ne malum. İşte meslek odalarının işlevlerine eklenmesi gereken bir durum; aydınları, siyasetçileri harekete geçirmesi için çaba sarf etmeliler. Çünkü; zihniyet ortaçağdan beri değişmedi. “Akıl hastalıkları, her türlü ruhsal kaosa bağlı nörolojik şikâyetler, bireyin dinî yönelişten uzaklaşması nispetinde ortaya çıkabilmektedir. Manevi şuurda meydana gelen sapmalar, manevi yaşamdaki bozulmalar, mani, melankoli, şizofreni gibi akıl hastalıklarına kadar her türlü ruhsal hastalığın sebebi olabilmektedirler.” (1) Ve bu zihniyet beyinsel rahatsızlıkların dua ile tedavi edilebileceğini iddia ediyor. Ülkemiz durumuna baktığımızda ; bilim; ülkemiz akıl sağlığın son yıllarda gittikçe bozulduğunu rakamlarla söylüyor. Bu zihniyete göre ise akıl sağlığı bozulmasının artışı inançsızlığa kaymayı göstermiyor mu ? Eğer inançsızlık, iman zayıflaması varsa dinci partilerin oy oranlarının son dönemlerde artmasını sanırım bilimde açıklayamayacaktır. ! İnsan adına olan öykülere kulak tıkayan aydınlarımız ve türbanla, başörtüsü ile dinsel açılım yapmaya çalışan ve sonradanda “kimsenin eleştirmeye hakkı yoktur” diye fetva veren kendilerini sosyal, halkın partisi diye ifade eden parti vekilleri ve başkanı bunu sanırım açıklamak adına bilimsel çalışmalarınız vardır.? (1)Tevfik, Mehmed, (1985), Rûhî Bunalımlar ve İslâm Ruhiyatı, Ankara: Güven Matbaası, s. 117-119.

21 Ocak 2013 Pazartesi

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-21.01.2013

BİLİMSEL VE SİYASAL DÜŞÜNCE (*) “Konuya, anti/emperyalist, laik ve demokratik Cumhuriyet’in tarihi perspektifi içinde yaklaşan hiç kimse, bu “zarurete” itiraz edemez; ediyorsa, edebiliyorsa, ya yurt, millet ve tarih bilincini kaybetmiştir; bencil egosunu önde tutan birisidir; yada onun gelecek projeksiyonu, ülkesi için de kendisi içinde “makro” düzeyde değil, “mikro” düzeydedir.” (1) Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan herkesin fikirlerini söyleme özgürlüğüne saygım sonsuz. Bir kimse bu ülke için yapılacak olan her yatırım hakkında olumlu veya olumsuz yorum yapması gayet doğal. Ama nereye kadar.? Bu özgürlük yukarıdaki satırla özgürlük olmaktan çıkıp dayatmaya girene kadar. Bu durumda karşı çıkmakta en doğal hakkım zannedersem. Konumuz Nükleer Reaktör. Yazarımız bu konuda taraftar olabilir itirazım yok, gerekçelerini açıklayabilir, yandaş bilim adamlarının yazılarından örnekler vererek fikirlerini doğrulama gayreti gösterebilir. Her şey doğal. Bir başkası çıkar –mesela ben- karşı olduğumu yine karşı olan bilim adamlarından örnekler vererek gerekçelerimi açıklayabilirim. Sonuç kısır bir döngü. İsterseniz konuya biraz daha yazarımızdan alıntılar yaparak açmaya çalışalım. “İtirazlar önemsiz; -bilim hiçbir itirazı önemsiz diye reddetmez (İ.V.)- şundan ki Batılı ‘Yeşil’ ve ‘Amerikancı’ tatlı su ‘solculuğu’nun, artık herkesin kanıksadığı ‘mikro’ gerekçeleri tekrarlıyorlar: kaza ihtimali, radyasyon korkusu, deprem kuşağı, uranyum yokluğu v.s. Türkiye Cumhuriyeti gibi, ‘büyük’ ve ‘gelişmek’ iddiasındaki bir devletin geleçeği ve ‘büyümesi’ tartışılırken; sorunun ‘makro’ bir ‘projeksiyon’ çerçevesinde ele alınması zorunluluğuna, işaret etmiştim. Mektubunu o doğrultuda yazmış bir uzmanın, -Mustafa Yıldırım- söylediklerinden, bazı önemli paragrafları aktarıyorum. Belki bir ‘intibah’ hasıl olur?” (2) Ve Sn.Mustafa Yıldırım uzun mektubunda olayın siyasal boyutlarını irdeleyip şu sonuca varıyor. “Ancak eminim ki ABD, Türkiye’ye bu santrali kurdurma şansı vermeyecek……”(3) Yazarımız karşı olanları suçlarken “makro” düşünmedikleri ithamında bulunuyor. Ne yazık ki atladığı konu, Nükleer Enerji projesi “Mikro” bir olaydır. Yani bilimin mikro fiziğine girmektedir. Yazarımız yazılarında özellikle Nükleer reaktöre sahip olursak Atom Bombasına sahip olabileceğimiz, dolayısı ile daha hızla büyüyeceğimiz düşüncesini ve bunun ülkemize getirileri konusunda yorum yapmaktadır. Yine atladığı bilimsel bir gerçek var ki onu da yine konunun uzmanlarına bırakalım isterseniz. “Nükleer bombalarda kullanılabilecek fisil maddelerden günümüzde en çok tercih edileni, plütonyumdur. (Daha doğru kullanımı ile Pu239) Nükleer silaha sahip olan bütün ülkelerin bombaları plütonyumdan yapılmıştır. Pu239 kararsız olduğu için doğada bulunmaz. Doğal uranyumun bir izotopu olan U238’in nükleer reaktörlerede nötronlarla ışınlanması ile elde edilebilir.(4)” Şımdi gelelim işin püf noktasına, belki bir “intibah” hasıl olur? “Bir nükleer reaktörde bulunan U238 çekirdeklerinin tümünün, nötron yutar yutmaz reaktörden çıkartılmasına olanak yoktur. Bunun sonucu reaktörde uzun süre bekleyen plütonyum nötron bombardımanı altında kalarak Pu240’ı oluşturur. Elektrik üretiminde kullanılan nükleer santrallerde, yakıtlar uzun süre reaktörde kaldığı için, bu santrallerden elde edilecek plütonyum, nükleer silah yapımına uygun değildir. Askeri amaçlı plütonyum, özel olarak tasarlanmış reaktörlerde, U238’in ışınlanması ile üretilir.”(4) Plütonyumu ürettik. Acaba buna sahip olmak nükleer bomba yapmaya yeterli mi?.Yanıtını yine bilimden alalım; “Nükleer bomba yapmak için plütonyum elde eden tarafın, çok geniş teknolojik olanakların yanı sıra deneyime de sahip olması gerekmektedir.” (4) Şimdi amaç nedir. Elektrik üretmek mi? Nükleer bomba yapmak mı? Amaç üzüm yemek mi? bağcı dövmek mi? Ne yazık ki çelişkiler ülkesiyiz. Sosyalist bir aydın Hiroşima ve Nagazaki’nin etkilerinin halen devam ettiği bir dünyada nükleer silahları savunabiliyor –çok normaldir - ve de karşıtlarını suçlayabiliyor.-işte sosyalistliğe yakışmayan bu- Bunun yanında kurucularından birisinin nükleer santral ihalesine girdiği ,adı Çevre Vakfı olan amacını çevreyi korumak olduğu bilincinde olaması gerekirken her şey yok olduktan sonra onu eski haline getirmeye çalışmak için seminerler ve çalışmalar yapan bir Vakıf Nükleer santral konusunda bakın ne diyor. (Benim takip ettiğim kadarı ile bu Vakfımız tarihinde ilk kez proje aşamasında açık açık fikir beyan ediyor.) “Böyle bir santralın ihale aşamasına gelmesini Türkiye için talihsiz bir gelişme olarak görüyoruz. TEMA vakfı Türkiye’de nükleer santralların yapımına karşıdır. Çevreye, telafisi zor risk taşımaya devam ettiği için kalkınmış ülkelerin terk etmeye başladıkları bir teknolojinin ülkemize taşınmasına karar vermeden önce konunun tekrar ve ciddiyetle irdelenmesinde yarar görmektedir. Ülkemiz nükleer enerji çöplüğü olmaya layık değildir.” (5) Yazarımız atık konusuna pek girmemiş. Fakat yarı ömrünün 24 000 yıl olduğu bilinen Plütonyumun etkileri için geçmişi 50 yıl olan nükleer santrallerle ilgili olarak yorum yapmak bence ancak siyasal düşünce ile mümkündür. Ama bilimsel düşünce kesin bir sonuç almadan yargıya varmaz. 50 yılda bile özellikle atık konusunda kesin çözümleri olmayan bir teknolojinin bizim gibi geri kalmış ülkelerde ne sonuçlar verebileceği konusunda bence bilim bile aciz kalır. Bu yazıyı yazarken eşim gelerek TV’de depremle ilgili tartışma olduğu haberini verdi. Bundan niye bahsettim. Medya karşıt fikirleri biraraya getirerek sözde tartışma ortamı yarattığı gerekçesi ile rayting peşinde. Devlet siyasal güç peşinde. Nerede ise bir yıla yaklaşan ve hiç bir ciddi önlemin alınmadığı, her an İstanbul için büyük bir risk taşıyan olabilecek deprem felaketini kaale almayan bu siyasal düşünce ile bir nükleer santral kurmanın bedelini herhalde bizler olmasa bile çocuklarımız çekecektir. Aslında bu tür olaylar her boyutta tartışılmalı ama kesin yargıya varabilmek ve “hiç kimse, bu “zarurete” itiraz edemez “ diyebilmek görevi ancak bilim ve bilim adamlarının olmalıdır diyorum. Riskleri en aza indirmekte bence bilim ile gerçekleşebilir. Ama ne yazık ki yaşadıklarımızdan sonra bunun gerçekleşmesi bence çok zor bir olgu, bizim gibi dışa bağımlı ülkelerde. Devletin bilimsel düşüncesi ve bilim karşısındaki tutumunu örneklemek mümkün. Medyanın tavrı konusunuda örneklemek mümkün. Ama bu yazı konusu olmadığı için bir başka yazıda irdelemek üzere bilim adamları ve aydınlarımızın halkla bütünleşmesi dileğiyle yazımı noktalıyorum. (1) Attila ILHAN, Söyleşi, CUMHURIYET, 6 Mart 2000 (2) Attila ILHAN, Söyleşi, CUMHURIYRT, 8 Mart 2000 (3) Attila ILHAN, Söyleşi, CUMHURIYRT, 8 Mart 2000 (4) Prof.Dr.Osman K.KADIROĞLU; Yrd. Doç.Dr.Erol ÇUBUKÇU, Bilim ve Teknik Dergisi Ekim-1994 Sayı: 323 (5) CUMHURIYET, 22 Aralık 1999, Sa: 6 (*) İlhan VARDAR, Cumhuriyet Bilim ve Teknik, 1 Nisan 2000

18 Ocak 2013 Cuma

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-18.01.2013

GÜNDEM ve AYDINLARIMIZ-II “Her on yıl yeni bir dünyadır. Ne Güzel! Her on yıl bir aydın mezarlığıdır. Ne yazık!” (*) Bugünde yazımı aydınlarımız ile ilgili bir örnek vermek adına yine bir aydınımızın yakındığı konuyu hatırlatmak için yazılan ama yanıtlanmayan bir mektup ve sürekli tartışılan gündemi çok iyi açıkladığını düşündüğüm bir fıkra ile bitirmek istiyorum. Tartışmaya ve fikir üretmeye devam edeceğiz. “Sn…………; Daha öncede bazı konularda size fikirlerimi yazmıştım. Fakat ne yazık ki yaşamımda bu ülkede bir aydın sorunsalı yaşadığımızı ve aydınlarımızın sırça köşklerden ahkam kesmekten, başkalarının belirledikleri gündemi tartışmaktan başka çaba göstermediklerini görmek çok üzücü. Aydın demek gündem belirleyendir benim tanımıma göre.... Bu günkü yazınızda açıkçası bu düşüncemi pekiştirmesi açısından çok ama çok üzücü...... Kitap konusuna girişteki ve özellikle Fettulah’ında bu piyasayı ele geçirmesinden dem vurmuşsunuz. Peki bunun için sizler ne yapıyorsunuz ? Lütfen bu yazılanları daha öncede bir eleştiri karşısında "sinirli bir vatandaşın hezeyanları" diyen yazar gibi, ya da düşünceler karşısında yanıt verme zahmetine bile katlanamayan diğer yazarlar ve Genel Yayın Yönetmeni gibi.... düşünecekseniz okumayı bırakabilirsiniz.... Çok enteresan bir rastlantı ki bugünkü yazınızın yanındaki haberlerde cuk oturmuş..... "Akıl Hastahaneleri tarih olacak" "Oynatmaya az kaldı doktorum nerede" Özellikle bu haberler ülke gerçekleri karşısında ve son dönemlerdeki kadın cinayetleri konusunun önemini de gündeme getirmektedir. Konu derinlemesine irdelendiğinde bir çok olayda akıl sağlığı problemi olduğu gerçeği ile karşılaşacağımızı, hem madur hemde katiller arasında bu sorunun önemli yer tutuğunu düşünüyorum. Genç yazarların görmezlikten gelinmesi yayın kurulunda olduğunuz yayınevi de yapmıyor mu ? Sadece yazarlarının kitaplarını basması hangi anlamda doğru ? (Hayır, doğru değil diyebilirsiniz ama yine yayın kurulunda ki ve çeşitli yazarlarınızın ağzından söylenen bu....) Şimdide sevilen, saygı duyulan bir aydınımız bu konudan yakınırsa gerçekten haberinde yazdığı gibi sağlam olanların oynatmaması bile işten değil... Açıkçası tabulara ve dini olgulara değinildiği için mi çekiniliyor onu da anlamak güç.... Yorum ve değerlendirmeniz dileklerimle..... Saygılarımla; Not: Ülkemiz akıl sağlığı ve dini açılımların yanlışlığı konusunda siyasetçilere de yazmış olduğum yazılar yanıtsız kalmıştır. Çünkü Aydınlar gibi siyasilerde ben bilirim mantığı gütmektedir bu ülkede.” Bir akıl hastanesini ziyareti sırasında, adamın biri sorar: - Bir insanın akıl hastanesine yatıp yatmayacağını nasıl belirliyorsunuz? Doktor: - Bir küveti su ile dolduruyoruz. Sonra hastaya üç şey veriyoruz. Bir kaşık, bir fincan, ve bir kova. Sonra da kişiye küveti nasıl boşaltmayı tercih ettiğini soruyoruz. Siz ne yapardınız? Adam: - Ooo ! Anladım. Normal bir insan kovayı tercih eder. Çünkü kova kaşık ve fincandan büyük. - Hayır, der doktor. Normal bir insan küvetin tıpasını çeker. "Gerçek Akıl, Sadece Bize Sunulan Çözümleri Seçmek Değil, En Uygun Çözümü Bulabilmektir." (*) Yalçın Küçük-Aydın Üzerine Tezler.3-Tekin Yayınevi-Temmuz 1985

16 Ocak 2013 Çarşamba

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-16.01.2013

GÜNDEM ve AYDINLARIMIZ-I “Türk aydını tercüme odasında doğdu. Doğumunun izlerini taşıdı. Hala taşıyor.” (*) Bu günkü köşemi bir mektuba ayırmak istiyorum. 2009 yılında bir aydınımıza yazılmış isimler saklı kalmak kaydı ve kısa bir özet halinde. “Özellikle geçtiğimiz hafta ki yazınızda ki anılarınız da beni alıp götürdü bazı anılara. Yazınızdan alıntı yapmak istemiyorum lakin beni alıp götüren konu Sn………….'le olan anılarınız ve kendisine minnet duyduğunuzu belirten cümleleriniz. Ardından 10 yıl önce sizden aldığım mektup ve bu günkü (…. ….. 200. tarihli) yazınız. Hepsi birbirine o kadar bağlı ki bir süredir Türk Aydın kesimi ile kestiğim diyalogu sizinle yine bozmak istediğim ve yıllar önce yazdığım bir yazı hakkında görüş sorduğum bir aydınımızın benimle yaptığı röportaj sırasında söylediği "bunlar bir vatandaşın sinirli halde yazdığı hezeyanlardır, gündemi etkilemez" şeklindeki açıklaması (bu yazım bir ulusal bilim dergisinde yayınlandı sonradan) ve kendisinin yazılarında bu tür hezeyanları sürekli gündeme getirmesi ve sonrada saf değiştirmesine tanık olmuş biri olarak yazacaklarımı bir hezeyan olarak değerlendirmeyeceğiniz inancı ile eğer ki sürç-i lisan edersem şimdiden özür diliyorum. 10.03.1999 tarihli şahsıma verdiğiniz yanıtınızda "Dosyamı elden geçirirken mektubunuzu buldum, bir kez daha okudum... Ülkemizin gündemi öyle hızlı değişiyor ki (bazı temel çözümler aynen kalsa da) aylar önceki bu mektubu belki siz de unuttunuz...) Hayır Sn. ………………. o mektubu unutmam imkansız ki 2-3 ay önce yazdığım mektubu unutmak kesinlikle imkansız şu an bile gün gibi hatırlıyorum dostunuz Sn……….. hakkında yazdığınız övgü dolu bir yazı üzerine size yazmıştım. Lakin bir aydın olarak bana bunu unuttuğumu yazarak dostunuz hakkındaki yorumlarımı "mektubunuzdan söz etmek, ya da gazetede yayınlatmak ne yazık ki mümkün olmamıştı" diyebiliyorsunuz. Çünkü gündemi medya yada daha doğru deyişle başkaları tayin ediyordu. Halk olarak bu eleştiriler bir aydın için önemli değildi çünkü dostunuz o zamanlar önemli bir medya mensubu idi. Boş ver çocukları önemli olan biz aydınların görüşü daha önemli mantığı vardı. Ki hala da geçerli... Ve ne garip ki …./…/….. tarihli yazınızdan bir kaç cümle ( on yıl önceki ile tıpa tıp aynı gibi geldi bana) "Toplumsal gündem hızla değişiyor" ve altında toplumsal gündemden bahsediyorsunuz (işsizlik, yoksulluk, PKK, ergenekon, kuran kursları, gerici eğitim politikası, türban, taksime cami) ve sıraladığınız toplumsal gündemlerden sadece mayın olayı yeni diğerleri 10 yıl önce de vardı. Evet mayın ın yeni bir gündem olduğunu sizde söylemişsiniz ama diğer maddeler konusunda hala kaybeden biz değil miyiz bu ülke değil mi? Ellilerden beri bu gündem maddeleri ile uğraşmıyor muyuz? 60 küsur yıldır yazarak bir kaplumbağa boyu yol mu ilerledik. Ve özellikle beni size yazmaya iten nedenlerden en önemlisi de son yazınızın giriş cümlesi "Günümüz Türkiye'sinde akıl sağlığımızı, mantık tutarlılığımızı koruyarak yaşayabilmek çok güç" cümlesi. Acaba akıl sağlığımız yerinde mi hepimizin veya bunun nedenleri konusunda düşündük mü...Kusura bakmayın çok enteresandır …………… tarihinde size bir mail daha attım. O mailde de gerekçelerini belirttim çünkü bu güne kadar medya,aydın kesimi ile olan yazışmalarımda yanıt verenlerden biri siz ve bilim konusunda yoğrulmuş kişilerdi. Ona güvenerek bu akıl sağlığımızın nedenlerinden bahsederek akıl sağlığı konusundaki yaşananlardan örnekler vererek öneminden bahsedip fikirlerinizi almak istedim. Bu yardım talebinde önemli olan bir aydın olarak görüşleriniz idi. Yazarken kesinlikle edebi kısmını düşünmedim çünkü ondan önemlisi bu ülkenin en büyük sorunlarından birini gündeme getirmekti... Ama ne yazık ki geçmişte ki aydın kesim bu konuda daha duyarlı imiş ki siz dahil okuduğum şu an medyada olsun basında olsun etkili aydınların elinden hep o eski aydınlar tutmuş. Ama yine görüyorum ki en azından 10 yıldır o eskilerin ellerinden tutan yeni aydınlarımız hep dış güçlerin belirlediği gündem maddeleri ile zaman geçirmiş. Evet Sn…………. bu yazılanlar sadece sizle ilgili birkaç anekdot. Ne yazık ki bu konudaki anekdotlar halktan biri tarafından yazıldığında tüm aydınlar eleştiri diye ayağa kalkacaktır çünkü eleştiriye hiçbirinin tahammülü yoktur. Onların gündemini emperyalizm zaten belirlemiştir. Unutmadan bu ülkenin ve dünyanın en büyük sorunlarından biride küresel krizin yanında küresel çevresel krizdir. Bu gündem maddesini atlamışsınız. Çünkü torunlarımıza hatta çocuklarımıza bırakacağımız bir dünya dahi kalmayacak. Tekrar çok özür diliyorum çözümleri hepimiz teorik olarak bildiğimiz halde pratikte ne yazık ki hala gerçek gündemlerden uzak havanda su dövmekteyiz. Birbirimize destek olacağımıza git gide halkımızdan kopmaktayız. Siyaset derseniz o apayrı bir konu. Fazla zamanınızı almamak adına kesiyorum.” (*) Yalçın Küçük-Aydın Üzerine Tezler.2-Tekin Yayınevi-Aralık 1984

14 Ocak 2013 Pazartesi

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-14.01.2013

Genetik, Din,Bilim, Medya ve Diyanet İşleri Başkanlığı Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) saptamalarına göre; intihar giri¬şimleri, gerçekleştirilmiş intiharlardan yaklaşık on kat fazladır. "Her intihar olayında ortak olan, topluma sesleniştir, on¬dan yardım talebidir." (1) “Diyanet İşleri Başkanlığı’na, din adına yapılan bu akla, bilime aykırı davranışlar nedeni ile büyük görev ve sorumluluk düştüğünü düşünüyorum. Bunu yerine getirdiğinden emin değilim”(2) Yukarıda kısaca ele aldığım alıntılar ilk okunduğunda ne alaka diye düşünülebilir. Çünkü ilk konu intihar ikincisi Diyanet İşleri Başkanlığı. Sn. Özdemir yazısında genetik rahatsızlıklar konusunda özellikle görsel medyanın yaptığı yanlışları örmeklerle değerlendirdikten sonra bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığına çok iş düştüğünü belirtiyor. Çünkü bir TV program sunucusu bir kas hastasını tanıtırken “Acaba, Allah bu çocuğu bu duruma sokarken o anneye ne demek istedi, bunun hikmeti nedir”(3) gibi bir sorgulama yapıyor. Bu iki yazıdaki ortak nokta genetik. Sn. Özdemir ülkemizin önemli bir Nöroloji Profesörü olarak özellikle genetik kas hastalıkları konusunda çalışmaları olan ve bu konuda hala toplumu bilinçlendirmeye çalışan değerli bir bilim insanımız. İntihar konusu ile bu konunun bağı ise intiharların en sık rastlandığı beyinsel rahatsızlıkların genetik olduğunun düşünülmesi. Genetik bilimi gelişmeye başlamış bu rahatsızlıkların nedenleri konusunda bilgiler çoğaldıkça bilimsel nedenleri anlaşılmaya başlanmıştır. Çoğunda tedavi yöntemleri kesin olarak bulunamasa da bazı rahatsızlıklarda kontrol altına alınabileceği anlaşılmıştır. Araştırmalarım sırasında karşıma yine din ve bilim çekişmesi çıkıyor. Çünkü Kutsal Kitap’a göre intihar en büyük günah. Bilimsel veriler ışığında intiharlar incelendiğinde en çok vaka beyinsel rahatsızlıklarda çıkıyor. Beyinsel rahatsızlıkların bir çoğunda bilim genetik olduğu konusunda bulgulara rastlıyor. O zaman şu soru akla geliyor. En büyük günah olan intihar vakalarının genetik yani doğuştan olması intihar edenlerin en masum insanlar olması gerektiği sonucuna götürüyor beni. Ve Sn.Özdemir’in aktardığı gibi genetik rahatsızlıkların çoğunluğunun akraba evliliğinden kaynaklanması özellikle Dinimizde akraba evliliklerinin mübah sayılması toplumda bu tür rahatsızlıkların kadere bağlanmasına ve göz ardı edilmesine mi neden olmuştur.? En büyük günah kendi canına kıymak, diğer taraftan intiharlara neden olan rahatsızlıkların genetik olması, akraba evliliklerinin genetik konusunda en büyük kısmı teşkil etmesi ve dinen mümkün olması çelişkisini açıklayacak en büyük kurum Diyanet İşleri Başkanlığı değil mi? Şöyle de düşünülebilir acaba bu konuda dini her işe alet edenlerin bir oyunu mu? Çünkü akraba evlilikleri malın bölünmemesi gibi sosyolojik nedenlere de dayanmaktadır. Tarihsel süreç incelendiğinde din ile siyaset hep iç içedir. Siyasetin dini kullanarak ve eğitimi gerileterek dünyevi çıkarları için sağlıksız toplumlar yaratılıyor diyebilir miyiz acaba. Bunun yanında özellikle akıl ve ruh hastalıkları dediğimiz hastalıkların cin, şeytan çarpması gibi nedenlere bağlanması toplumda korku yaratmak inançla açıklanamaz sanırım. İşte Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi burada başlıyor bence de. Özellikle bilimsel yöntemlere inanılmayıp, cin çıkarma seansları ile insanları aldatan, dini kullanan Kutsal Kitap’ta bile olmadığı halde varmış gibi bu tür rahatsızlıkları iyileştirdiğine inanılan üfürükçü ve sahtekarların foyalarını ortaya çıkarıp engelleme konusu en önemlisi bence. Ama ne yazık ki ben bu güne kadar görsel medyada olsun, yazılı medyada olsun çıkan haberler sonrası Diyanet’in bu konuda yeterli çaba sarf ettiğini görmedim. Daha da acısı 23 Aralık 2012 Tarihinde basında bir haber servise girdi. Sözde dini bütün bir şahıs İstanbul Milletvekili Sn.Şafak PAVEY’e bir mesaj atıyor. “Allah bir bacağını almış, hâlâ küfürden uyanmazsın, nedir bu inatçılık!” Süregelen bu karanlık ortaçağ zihniyetini sineye çekmek, dinsel açılımı türban ve başörtüsü ile sınırlayarak gerçek sorunları , kendi Vekiline yapılan bu alçakça saldırıyı sineye çekmek sanırım bilimden, sosyallikten, laiklikten, halktan yana olduğunu iddia eden siyasi iradelerin de ne kadar inandırıcı olduğunu göstermektedir. (1) Prof.Dr.Suna Taneli (2) “Sağlık bilim İnançlar” Coşkun Özdemir Cumhuriyet 26 Haziran 2009 (3) “Sağlık bilim İnançlar” Coşkun Özdemir Cumhuriyet 26 Haziran 2009

11 Ocak 2013 Cuma

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-11.01.2013

Siyasilere Soru Önergesi Çoğu psikiyatrik bozukluğun kesin nedeni bilinmemektedir. Uzmanlar psikiyatrik bozuklukların genetik veya kalıtsal eğilimleri bir tetikleme olayı kombinasyonu sonucu olduğunu düşünüyor. Tetikleme olayları çevresel faktörler, çeşitli stresler ve hatta fiziksel sağlık problemlerini içerebilir. Fiziksel sağlık ve ruh sağlığı arasında ki sınır, psikiyatrik bozuklukların nedenlerini bulma alanındaki araştırmalar devam ettikçe daha da bulanık hale geldiği bildiriliyor. Bir dizi faktörün psikiyatrik bozukluk görülme ihtimalini arttırdığı , ancak risk faktörlerine sahip olmayan kişilerde de psikiyatrik bozukluk gelişebileceği düşünülmektedir. Ortak risk faktörleri arasında; Yoksulluk, kötü beslenme, aşırı kalabalık, kötü davranış veya ihmal gibi dış çevresel faktörler, bir psikiyatrik bozukluğu olan bir ebeveyne sahip olarak genetik yatkınlık, alkol, uyuşturucu, tütün ve bazı virüsler ve toksinler, şiddetli geçimsizlik gösteren ebeveynler, travma (fiziksel yada zihinsel), aile içi yetersiz ilişkiler gösterilmektedir. Uzman olmadığımı, hastalıklar konusunda bilgi vermediğimi fakat bir araştırmacı titizliği ile genel konularda bilgiler vermemin yararlı olduğunu düşünüyorum. Özelliklede yapılan araştırmalar o kadar ilginç ki uzmanların görüşlerini teyid ediyor. Mesela Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Avrupa’da ki ekonomik krizler neticesinde yaptığı araştırmada psikiyatrik rahatsızlıklarda büyük bir artış gözlemliyor ve üye ülkeleri önlemler almakta uyarıyor. Geri kalmış, gelişmekte olan ülke olarak tabir edilen bizim gibi ülkeleri bir düşünün. Siyasiler ekonomik krizlerin ülkemizi teğet geçtiğini ama istatistikler ve rakamlar psikiyatrik hastalıklarda ki artışın teğet geçmediğini söylüyor ne yazık ki. Ve ne yazık ki çözümler yine siyasilerin elinde olduğundan dolayı ivedilikle çözülmesi gereken üç ana başlığı uzmanlara da danışarak ekte veriyor ve siyasilerin gündemine almalarını umuyorum : - Bilindiği gibi bu tür rahatsızlıkların tedavileri ve ilaçları teşhis ve kontrol altına alınma sürecine kadar çok pahallı. Ve tedavinin devamlılığının önemide düşünülürse ülkemiz ekonomik şartları göz önüne alındığında ve Sosyal Güvenlik Kurumunun desteğinin hemen hemen hiç olmaması aileleri tedaviden vazgeçirmekte ve hastalar kaderlerine terk edilmektedir. SGK özel hastahanelerle sağlık anlaşmaları yaptığı halde özel hastahanelerin birçoğunda psikiyatri klinikleri ile anlaşma yapmamaktadır. Ayrı bir boyutta sözde aynı çatı altına toplanan SGK farklı uygulamalar yapmaktadır. Özel sigorta ve Vakıf'lara üye olan hastalar kısmende olsa özel hastahanelerin psikiyatri kliniklerinden faydalansa bile devlet memurları bu haktan mahrum bırakılmaktadır. - Hastaların hekime (Psikiyatr) ulaşmaması, aslında yukarıdaki madde ile bir bütün teşkil etmektedir. Devlet ve Özel hastahanelerin bir çoğunda psikiyatr servisi bulunmamakta, üniversite hastahaneleri ise çok yoğun olduğu için yeterli olamamaktadır. Şöyle örneklersek bu rahatsızlıklardan Manic Depresyon ve Şizofreni türü olanların teşhisi ve hekimin sürekliliği çok önemli olduğu halde Devlet Hastahanesine başvuran hasta depresyon teşhisi ile gönderilip depresyon ilaçları ile tedaviye çalışılmaktadır. Dolayısı ile depresyon ilaçları bazı rahatsızlıkları tetiklediği için hasta da belirtiler düzelmediğinden dolayı kendisi ve yakınları tedaviden vazgeçmekte ve yine kaderlerine terk edilmektedirler. Hasta ve yakını pes etmeyip yeniden gittiğinde bu kez bir başka sorun çıkmakta karşımıza. Farklı bir hekimle karşılaşmak. Çünkü bu konuda merkezi bir bilgi sistemi bulunmadığı için hekimlerin değişikliği bu kez teşhisin konulamamasına yada tedavi sürecini zora sokmakta ve hastaya yararlı olamamaktadır. - Son yıllarda gün geçmiyor ki bir kadın öldürülmesin. Kadın cinayetleri, çocuk istismarı, çocuk ve büyüklere cinsel istismar ve taciz konularında da bu tür rahatsızlıkların etkili olduğunu düşünüyorum. Özellikle makalemde de belirttiğim gibi ülkemizin akıl sağlığı konusunda gün geçtikçe kötüleşmesi ve bu olayların son yıllarda ki artışı ile bir paralellik gösterdiği düşüncesine sevk etmektedir insanı. Örneklersek Manic Depresif bir hastanın manic dönemlerinde cinselliğe daha fazla ilgi göstermesi, makyajını abartılı yapması, seksi kıyafetlere yönelmesi, özgüveninin artış göstermesi ve eşe, aileye karşı çıkması özellikle hasta kadınsa bir Türk erkeği namusum için öldürdüm diyebilmektedir. Dolayısı ile bir Meclis Araştırma Komisyonu kurularak bu tür vakalarda madur ve sanığın psikiyatrik durumları incelenerek daha sağlıklı bilgilere ulaşılabilir ve geç kalmadan önlem alınabilir. Tabi ki tüm vakalar için aynı iddiada bulunmasam da bir çoğunda etkili olduğunu düşünüyorum.

9 Ocak 2013 Çarşamba

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-09.01.2013

SORU ÖNERGELERİ Çoban yol kenarında koyunlarını otlatıyormuş. Tam o anda, yanına bir Cherokee Jeep yanaşmış. Brioni gömlek, Cerruti ayakkabılar giyen, Ray-Ban gözlüklü ve YSL kravatlı bir sürücü aşağı inmiş ve çobana sormuş: “Eğer kaç tane koyunun olduğunu bilirsem bana onlardan bir tanesini verir misin?” Çoban bir adama bir koyunlara bakmış: “Tamam” diye cevap vermiş. Genç adam arabasına park etmiş, telefonunu bilgisayarına bağlamış, bir NASA sitesine girmiş, GPRS’ini kullanarak yeri taramış, bir database ve logaritma ile doldurulmuş 60 excel tablosu açmış ve 150 sayfalık bir rapor basmış. Çobana dönmüş: “Tam olarak 1586 adet koyunun var” demiş. Çoban: “Doğru” diye cevap vermiş, “... koyununu alabilirsin.” Genç adam koyunu almış ve Jeep’inin arkasına koymuş. Bu sefer çoban genç adama dönmüş: “Eğer ben senin ne iş yaptığını bilirsem koyunumu geri verir misin?” diye sormuş. Adam: “Evet, neden olmasın?” diye yanıtlamış. “Sen bir ……………………….. danışmanısın.” Adam şaşırmış: “Nasıl oldu da bildin?” Çoban: “Çok basit” diye cevap vermiş, “...buraya çağrılmadan geldin bu bir. İkincisi benim zaten bildiğim bir şeyi bana söylemek için benden koyun istedin. Üçüncüsü yaptığım hiçbir şeyden anlamıyorsun, çünkü koyun yerine köpeğimi aldın.” Ara sıra “Akıl ve Ruh Sağlığı” ve ilgilendiğim diğer konularla ile ilgili olarak herhangi bir öneri var mı diye TBMM Önergeler sayfasına girdiğimde yukarıda sizlerede aktardığım dünyaca ünlü bir danışmanlık firması için üretilen fıkra gelir aklıma. 24. Dönemde yani 13.06.2011 tarihinden günümüze kadar 15.000’e yakın yazılı ve sözlü soru önergesi verilmiş. Bunları takip etmek vatandaş olarak mümkün değil. Bunun yanında sorulan soru ve yanıtlara baktığınızda zaten birçoğunu gündemi takip eden vatandaşın bildiği basın ve sosyal medyada sürekli paylaşılan soru ve yanıtlar olduğunu görürsünüz. Yüzbinlerce sayfayı kapsayan bu dokümanlardaki özet bilgiye ancak Meclis’e gönderdiğimiz Vekillerimiz ya da siyasi örgütlerden ulaşabiliriz. Ve gündeme alınmasını istediğiniz konuları da ancak bu şekilde siyasi örgütlere ileterek çözüm yollarına ulaşmaya çalışırsınız. Demokrasinin kuralıdır bu. Örgütler Halk için vardır. Teori böylede acaba pratikte durum nasıl? Vekillerin verdiği önergelerin tamamına yakınına yanıt verilmiş durumda. İşte asıl ilgilendiğim ve sorun olarak gördüğüm konu bu. Vatandaş olarak yanıt alabiliyor muyuz.? Tabi ki soruda yanıtta mevcut. Eğer ki bu söz konusu olsaydı bu satırları okumuyor olacaktınız. Yılbaşından beri kaleme almaya çalıştığım, rakamlar verdiğim ve çocuklarımız, ülkemiz geleceğinin daha sağlıklı olması için önemsediğim, konunun siyasilerin ve vekillerin gündemine alınabilmesini sağlamak için Gazetemiz aracılığı ile şöyle bir yol izlemek istiyorum. Cuma günkü yazımda Siyasi örgüt ve vekillere bir soru önergesi hazırlayacağım. Meclis gündeminde ilk ele alınması gereken üç ana başlığı içerecek bu soru önergem. Sonraki günlerde de bu ana başlıkları açarak konumuza devam edeceğim. Aklınıza şu soru gelebilir. Fıkra ile konunun ne ilgisi var. Farklı yorumlar üretmek mümkün ben şöyle düşünüyorum : -Siyasilerimizde seçimlerden önceki günlerde oy almak için biz çağırmadan geliyorlar ta ki diğer seçime kadar ara ki bulasın, -Zaten bizim bildiğimiz soru ve yanıtları veriyorlar; -Halkın gündemi ile ilgili sorunlara kulak tıkayarak, getirilen projenin gerçekten önemli mi değil mi, aptalca mı olup olmadığı konusunda danışmanlar ordusu içinde yüzdükleri halde, örgüt gücü olduğu halde araştırıp, düşünce üretmeyerek, ve öneriyi yanıtsız bırakarak halkı anlamamazlıktan gelmiyorlar mı?

7 Ocak 2013 Pazartesi

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-07.01.2013

ÇOCUKLAR “İsterim ki,zaferin ve özgürlüğün, çocuğu özlesin.Zaferine ve kurtuluşuna canlı anıtlar dikesin. Kendinden sonrası için inşa etmelisin; fakat bunun için önce kendin beden ve ruhça tam yapılı olmalısın. İşin yalnız üretmekten ibaret olmamalı. “ Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt Beyinsel rahatsızlıkların neler olduğu, tedavi yöntemleri konusunda internetinde etkisi ile bilgiye ulaşmak artık çok kolay. Yada ergen, genç, yetişkin konularında prikiyatrik bilgileri bulmak hiçte zor değil. Bu konularda akademik araştırmalar en güvenilir olanları olsa da ne yazık ki özellikle beyinsel rahatsızlığı olan - anne ya da baba – ailelerde yetişen çocukların yaşadıkları ile ilgili herkesin anlayabileceği bir araştırmaya rastlamak pek mümkün değil. Beyinsel rahatsızlıkların kan testi ile, vücudumuzun hastalıklara karşı verdiği tepki ile ölçülebilecek rahatsızlıklar olmadığı bilinmektedir.Ancak çocuklarımızın davranışlarından, çevre ile uyumsuzluğundan, aşırı hareketliliğinden, dışa dönük yada içe kapalı olmasından, çevresel faktörlerde yoksa yanlış bir şeylerin gittiğini hisseder aile. Bu durumda bir uzmana götürüp teşhis konulması ve tedaviye başlanması en mantıklı gibi görünse de ne yazık ki toplumumuzda beyinsel rahatsızlıkların daha öncede yazdığım gibi kadercilik, utanma, toplum baskısı ve toplumun damgalaması gibi daha birçok nedenden dolayı gizlenmesi, kabullenilememesi gibi nedenlerle hekime götürülmemekte ve hatta yaygın bir düşünceye göre “evlenince geçer” denilerek bu yönde şartlandırılması sağlıksız aile ve sağlıksız çocuklar yetişmesine neden olmaktadır. Bunun getirisi olarak; çocukta hasta olan anne ya da babanın sevgi eksikliği doldurulamadığı için ne yapacağını bilememekte, bu duygu eksikliğini farklı yöntemlerle kapamaya çalışacaktır. Öyle ki bu iletişimsizlik ortamında sağlıklı eşte de psikolojik problemler kaçınılmaz olacaktır. Bazı beyinsel rahatsızlıklarda hasta tedavi görmezse alkolizme yatkınlık artacak bu durumda şiddete başvurumda çocuklara yansıyacaktır. Yapılan araştırmalarda çocukluğunda şiddet gören ebevenlerin çocuklarına karşı daha fazla şiddete başvurdukları kanıtlanmış durumdadır. Birde rahatsızlığın etkisi ile bu şiddetin dozajı artacaktır. Bu sağlıksız ortamda eşler arası şiddetinde artması kaçınılmaz olacak çocuklar yetiştikleri aile ortamlarına göre kişilik kazanacakları için şiddet ortamında büyüyen çocuklarda da bu tür rahatsızlıkların görülmesi kaçınılmaz olacaktır. Hasta anne ya da babaya yabancılaşma, sevgisizlik, ilk gençliklerinde karşılarına çıkan karşı cinsle kapatılmaya çalışılacak belki de yeni bir sağlıksız ailenin temelleri atılmış olacaktır. Tabi ki bu tür aile yapıları sağlıklı eş tarafından hastanın sağaltımı sağlanmaya çalışılsa da hasta eşin ailesinin ve çevrenin tutumu ve desteği çok önemlidir. Ve genellikle bu destek alınamadığı içinde boşanmalar gündeme gelmekte çocuklarda daha fazla travmalara yol açmaktadır. Hele hele rahatsızlık genetik kökenli ise çocuklarda da görülme riski kat kat artmaktadır. Ki genelleme yapılamasa da büyük bir çoğunluğunun genetik kökenli olduğu düşünülmektedir. Yapılan araştırmalarda – özellikle manic depresyon için – eşlerden birinde varsa çocuklarda görülme olasılığı %25 her iki eşte hasta ise bu oran birden bire % 67 ye çıkmaktadır. Sonuç olarak bu durumda olan anne babaların çocuklarında duygudurum yada yıkıcı davranış belirtileri ilerde gelişebilecek beyinsel rahatsızlıkların öncülü olabilecektir. Bu köşenin amacı tedavi edildiklerinde kontrol altına alınabilecek olan ve sağlıklı aile, sağlıklı toplum için gerekli olan bu durumu gündeme getirebilmek, bunun yanında bu tür hastaların yaşadıkları sorunlara çözümler üretilmesine katkı sağlamaktır. Not: Konu süreklilik teşkil ettiğinden eski yazılarıma dönmek isteyen konu ile ilgili okurlarım Gazeteniz Görünüm de çıkan tüm yazılara http://ilhanvardar.blogspot.com/ adresinden ulaşabilirler.

5 Ocak 2013 Cumartesi

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-05.01.2013

NEDEN AKIL SAĞLIĞI ? Her kırk saniyede dünyada bir kişi intihar ediyor. Siz bu satırları okurken; bir kişi intihara hazırlanıyor olabilir ya da bu makaleyi okuduğunuz dakikalar içinde kaç kişinin intihar ettiğini varın siz hesaplayın. “İntihar eden insanların çoğunluğu akıl hastasıdır. Anoreksiya, major depresyon, iki kutuplu bozukluk (manik-depresif hastalık), şizofren ve sınırda kişilik bozukluğu en sık görülenlerdir.”(1) Bu duygu halini bir düşünün, tabulara, dine (en büyük günah intihar), kadere, toplumsal baskıya rağmen bir insan canına kıymayı nasıl düşünebilir ? Tabi ki bunun nedenlerini tıp bilimi araştırıp bulmaya çalışıyor. Bir yandan insanlığın teknolojik ve bilimsel anlamda bugünlere gelmesini sağlayan, insan hayatını kolaylaştıran ve düşünce üreten beynimiz, diğer taraftan bizi intihara sürükleyebiliyor. Ve tıp artık bu rahatsızlıkların bir akıl hastalığı, ruh hastalığı olmadığını, beynimizdeki enzimlerin düzensizliği ile ilgili olduğunu söylemektedir. Bu satırların yazarı da akıl hastalığı dediğimiz rahatsızlıkların fiziksel rahatsızlıklardan farklı olmadığına inanıyor. Dolayısı ile akıl hastalığı, ruh hastalığı terimi yerine beyinsel rahatsızlıklar terimini kullanmayı tercih ediyor.Ve beyinsel rahatsızlıkların bir çoğunun da genetik olduğu düşünülüyor. Diğer genetik fiziksel rahatsızlıklar gibi kesin tedavileri olmamakla birlikte beyin hastalıklarının kontrol altına alınabileceğine inanıyor. Beyin hastalıklarının kontrol altına alınabilmesi ve hastayı günlük yaşama döndürüp, topluma kazandırabilmesi benim gündemimin bu olmasının en büyük nedeni diyebiliriz. Ne zaman gündemime girdi bu konu derseniz, hepimiz biliriz her şehrin, her kasabanın, her köyün hatta her mahallenin bir delisi (bu kelimeyi kullanmaktan da kaçınmaktayım) vardır. Toplumdan farklı olan bu insanlarla karşılaşıldığında kimileri acıyarak, kimileri onu kızdırarak, kimileri çekil git başımdan deyip uzaklaştırarak, kimileri eğlenerek, kimileri alay ederek toplum dışı olduğunu açık açık ifade ederler. Evden çıkanda, kahveden çıkanda, camiden çıkanda bu tür hastalarla karşılaştığında hiç düşünmeden bu damgalamayı yapar. Fiziksel bir engelli ise sadece acıyan duygular ve bakışlar hakimdir. Beyinsel rahatsızlığı olanların duyguları, ruh halleri onları ilgilendirmez. İşin sosyolojik boyutlarına baktığımızda hastadan daha fazla etkilenen grup hasta yakınlarıdır. Onların aileleri, çaresizlik, kadere boyun eğiş, neden benim yakınım sorgulaması, utanma, bir yük olarak görme ve bundan duyulan günahkarlıkla karışık pişmanlık. Ve duyarlı aile fertlerinin çevresel etkilerden kaynaklanan psikiyatrik rahatsızlıkları. Geçen yazımda verdiğim resmi rakamlar tabiî ki hasta yakınlarını kapsamamaktadır. Ama etkilenen insanlar olarak bu rakamların çok daha üzerinde sayılara ulaşmaktadır akıl sağlığımızın bozukluğu. Bunların getirisi olarak gazetelerde okuruz, zincire vurulan çocuklar, tacize yada tecavüze uğrayan çocuklar, işkence edilen çocuklar, hastayı eve kapayıp toplumdan uzaklaştırma ve hastanın daha da kötüleşmesi. Toplumda gittikçe artan şiddet duygusu. Özellikle gün geçmiyor ki bir kadın öldürülmesin. Ama dikkat ederseniz öldürmeye kadar varan kadına yönelik şiddet ile son yıllarda ki ülkemiz akıl sağlığının gittikçe bozulması sanki paralellik göstermektedir. Tabi ki her şiddetin beyinsel rahatsızlıklardan kaynaklı olduğunu iddia etmiyorum. Ki bu iddia büyük bir haksızlık, akıl tutulmasına uğramam ve itham olur ki böyle bir düşüncem kesinlikle yok ve olamazda. Zaten ülkemizde buna yönelik bir araştırma olduğunu da düşünmüyorum. Sadece her iki olayında artışındaki paralelliği göz önüne aldığımızda maktül ve katilin bu anlamda da araştırılmasının sorunun çözümüne katkı sağlayacağını düşünüyorum. Ortaçağ karanlığında engizisyon tarafından cadı diye diri diri yakılan insanların aslında bu tür toplumdan farklı olan beyin rahatsızlığı bulunan hastalar olduğunu düşünmekteyim. Araştırmacılar için bence iyi bir konu. Belki günümüz insanına da yararı dokunur. (1) “Niçin İntihar Ediyorlar”; Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, 26 Haziran 2009 Sayı 1162 New Scientist’ten derleyen Reyhan Oksay.

3 Ocak 2013 Perşembe

AKIL TUTULMASI-GÖRÜNÜM GAZETESİ-03.01.2013

21 Aralık'ta televizyonlardaki soru yanıt programında Başbakan Erdoğan'a "Gündeme öyle bir şey getiriyorsunuz ki günlerce tartışılıyor. Gündemi değiştirmek için mi yapıyorsunuz" diye soruldu. "Gündem yaratmam lazım. Tartışmalar olmasa başbakan olamam." diye yanıt verdi. Akıl tutulmasına uğramış ülkemin aydın ve siyasetçilerine gündem konusundaki düşüncelerimi teyid eden en güzel yanıt sanırım bu. Neyse efendim bir anekdot olarak aklımızın bir ucunda kalsın tekrar belki gündem yaratmak için dönebiliriz bu tartışmaya. * * * Bence tartışılması gereken 02 Eylül 2009 Cuma günkü Akşam Gazetesinde yer alan ve bir kısmını köşeme aldığım Dilek Gedik imzalı bu haber.. “Bakanlık Türkiye'nin psikoloji haritasını çıkardı. 5 kişiden birinin ruhsal sorunu var. 6 hastadan 1'i yardım alıyor. Eylem planı hazır: Toplum odaklı hizmetle yatak, hastane ve personel sayısı artacak Devletten ruhsal açılım. Sağlık Bakanlığı tarafından hazırlanan 'Ruh Sağlığı Eylem Planı' açıklandı. Türk nüfusunun ruh sağlığına ilişkin ilginç veriler, saptamalar ve önerilerin yer aldığı plan, 2011-2023 tarihlerini kapsıyor. Planın en önemli unsurlarından biri artık Avrupa'nın bazı ülkelerindeki gibi Türkiye'de de toplum temelli ruh sağlığı modelinin uygulanacak olması. TÜRKİYE'NİN RUH SAĞLIĞI PROFİLİ Eylem planında ruh sağlığına ilişkin yer alan verilerde şunlar ön plana çıktı: - Türkiye'de nüfusun yüzde 18'i yaşam boyu bir ruhsal hastalık geçiriyor. Çocuk ve ergenlerde klinik düzeyde sorunlu davranış oranı yüzde 11. - Ruhsal hastalığı olan 6 kişiden sadece 1'i yardım arıyor. - Kardiyovasküler hastalıklardan sonra yüzde 19 ile ikinci sırada psikiyatrik hastalıkların bulunuyor. - Hastalara ayrılan yatak sayısı toplam 7 bin 356. Avrupa'da her 100 bin kişiye 8 akut psikiyatri yatağı düşen İtalya'dan sonra 100 bin kişiye 10 psikiyatri yatağı ile Türkiye ikinci en az yatak sayısına sahip ülke. - Türkiye'de Mart 2011 itibarıyla aktif olarak çalışan bin 625 ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı bulunuyor. Bu kişilerin 862'si Sağlık Bakanlığı, 277'si üniversitelerde çalışırken 486 ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı özel sektörde hizmet veriyor. - 100 bin kişiye düşen ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı sayısı 2,20. Avrupa Birliği'nin 15 ülkesinde 100 bin kişiye ortalama 12,9 ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı düşüyor.” Haberin devamında bazı hastanelerin içler acısı durumu yansıtıldıktan sonra alınacak önlemler ve yapılacak olan işler sıralanıyor. Bakanlığın yapacağı işleri özellikle köşeme almadım çünkü tam bir akıl tutulmasına örnek teşkil ediyor. Neden mi bunu be değil de Dünya Sağlık Örgütü (WHO) yanıtlasın ****“WHO Eylül 2007 tarihli raporunda, dünya genelinde akıl sağlığına ilişkin bilinmesi gereken temel noktalar, rakamlar ve istatistikleri 10 başlık altında toplayarak üye ülkelerin dikkatine sundu. WHO’nun akıl sağlığı raporunun en önemli sonuçlarından biri fiziksel olmayan rahatsızlıklardan dolayı acil servislere başvuruların son on yılda yüzde 5 artarak yüzde 6’dan yüzde 11’e yükselmesi ve Dünyada psikiyatri hastalarına yönelik insan hakları ihlallerinin çok yaygın olması. İhlallerin başında fiziksel şiddet, ayrımcılık, temel ihtiyaçların ve mahremiyetin görmezden gelinmesi olarak belirtilmiştir. Çok az ülkede akıl hastalarının haklarını net biçimde garanti altına alan yasal düzenlemeler bulunduğu ise özellikle vurgulanmıştır. “ Evet yapılacak işler arasında Bakanlık yasal düzenlemelerden bahsetmiyor. Hekim sayısı, hastane sayısı artacak, mobil hizmetler gelecek filan. Peki yasal düzenleme olmadan bunlar nasıl gerçekleşecek ? **** İlhan VARDAR –Ülkemiz Akıl Sağlığı” - 9 Eylül 2011 - Cumhuriyet Bilim Teknik

1 Ocak 2013 Salı

Akıl Tutulması

AKIL TUTULMASI “İnsan gerçeği akıl yoluyla keşfeder.” Lev Tolstoy Merhaba; Gazeteniz Görünüm’de uzun yıllardır ender de olsa özellikle Trakyamızı ilgilendiren çevre hakkında düşüncelerimi yansıtan yazılarım yayınlandı. Fakat bu köşede daha ziyade Akıl Tutulması yaşayan insanlığın özellikle ülkemizde ki yansımalarını örneklerle tartışmak istiyorum siz Görünüm Okurlarıyla. Akıl Tutulmasını özellikle kapitalizmin gelişmesi ile bireyi bencilliğe sürükleyen, kişisel çıkar peşinde olan, verileni hap gibi alan, düşünmeyen, üretmeyen, sorgulamayan, bilimsel düşünceyi dışlayan, farklı düşüncelerin yaratılmasını engelleyen algı olarak görüyorum. Hatta köşemin adını Frankfurt Okulu filozoflarından Alman düşünür ve sosyolog Max Horkheimer (1895-1973), temel eserlerinden olan Eclipse of Reason “Akıl Tutulması” (1947) isimli kitabından esinlenerek koydum. Akıl tutulmasına neden olan faktörleri sıralayacak olursak; sosyal ve ekonomik sıkıntılar, batıl inançlara bağlılık, aile-sokak baskısı, okumaya ve düşünmeye karşı olmak, günah işlemekten korkma, bilgisizlikten ziyade bilgiden korkma, eğitimsizlik, çevresel faktörler, çalışmadan köşeyi dönme zihniyetini sayabiliriz. Özellikle geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin vatandaşlarında görüldüğüne inandığım bu akıl tutulmasının süreklilik kazanması “Akıl Durgunluğu Sendromu”na yol açmaktadır ki en tehlikelisi de budur bence. Ve daha da açık tehlike sanırım bu tür ülkelerdeki aydın ve siyasetçilerin bu sendroma yakalanmaları. Bir düşünelim; yaşadıklarımızı gözden geçirelim, yıllardır bu ülkede aydınlarımız gündemin çok yoğun olduğundan ve yetişemediklerinden yakınırlar ve sürekli gündemi tartışırlar keza siyasetçilerimiz de aynı. Ama yaratılan bu gündemler kim tarafından ve ne için yaratılmıştır sorgulamazlar. Sorgulayanları ya dinlemezler yada dışlarlar. Sorgulamayı, düşünce paylaşımını eleştiri olarak görürler. Sosyo-ekonomik ve halkın sorunlarına duyarsızdırlar, çevre ve dış uyarılara karşı duyarsızlaştıkça içe kapanmaktadırlar. Sanki çözüm üretecek zihinsel işlevleri tutulmuştur. Ülke ve halk dibe vururken sadece seyrederler. Sanki kişisel çıkarlar söz konusu gibi. Çıkarları zarar görecekse dışa açılma eğilimi göstermektedirler. Uzman olmasam da uzun yıllardır yaptığım araştırmalar neticesinde şunu söyleyebilirim, bardağın dolu tarafından bakarsak sevindirici bir yan var ki genetik alt yapısı olan psikiyatrik bir rahatsızlık değil umarım. Bu köşede daha ziyade genetik alt yapısı olan ve benim Beyinsel rahatsızlıklar olarak gördüğüm kesin tedavileri olmasa da kontrol altına alınabilen rahatsızlıkların ülkemizdeki yansımaları, bu tür hastaların yaşadıkları sorunlar, çözüm yolları konusundaki öneri ve görüşlerimi bulacaksınız. Bu köşe sadece beni değil sizleri de yansıtacak, gelecek tüm öneri ve görüşler eleştiri dahi olsa yanıtlanarak çözümlere hep birlikte ulaşacağız. GÖRÜNÜM, 01.01.2013