30 Nisan 2014 Çarşamba

“HUKUK EVRENSELDİR, GÖMLEĞİ YOKTUR”

Breh breh breh…. Başlığa bakar mısınız lütfen. Bu veciz sözleri kim söylüyor. Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı. Yani Atatürk’ün kurduğu CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu. Ne zaman söylüyor.? Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşunun 52. yılında AYM Başkanı Haşim Kılıç’ın gündeme oturan konuşmasına üzerine. Konuşmayı tartışmayacağım, herkes kendine göre yontuyor. Cemaat - AKP kavgasına ortak olarak taraf tutmanın bu ülkeye hiçbir yararı olmayacağını düşünenlerdenim. Üzücü olan Demokrasi ve Hukukun üstünlüğünü savunması gereken, ana muhalefet partisinin bu kavgada taraf olması yeni bir gömleğe ihtiyaç hissetmesidir. Evet Sn.Kılıçdaroğlu Hukuk Evrenseldir, gömleği yoktur, sizin de yeni bir gömleğe ihtiyacınız yoktur. Gömleğinizin 91 yıldır hukukun üstünlüğünü savunan, laik, demokrat, halktan yana, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda, ülkenin aydınlığa çıkması için, barıştan, özgürlüklerden yana çaba harcayan ulusalcı gömlek olması gerekiyor. Aslında Y-CHP oluşumunu oturtmaya çalışmakla zaten yeni turuncu gömleğinizi giydirmişlerdi size. Şimdi ne oldu da Recep Tayyip’in çıkardığı, Haşim Kılıç’ın üzerindeki gömleği giymek için bu kadar can atıyorsunuz. Bu kara gömlek çıkmamıştı aslında, giyenler zaten aynı. Hatırlamanız gerekir, bir zamanlar bir banka reklam vardı “yok aslında birbirimizden farkımız, ama biz ……………bankasıyız..” diyordu. AKP ile Cemaat’in en ufak bir farkını söyleyebilir misiniz size oy veren seçmeninize. “ Anayasa Mahkemesi Başkanı tarafından böyle bir konuşmanın yapılmasının tam zamanıydı. Nedeni ise şu: Hukuku, hukukun üstünlüğünü unuttuk. Toplum açıkça baskıya alıştırılmaya çalışılıyor. Siyasi partilerin kendi aralarındaki görüşlerini, yurttaş bir siyasal çekişme olarak görüyor. Başkanın bu çıkışı çok önemliydi. Siyasetçi değil hukukçu, hukukun üstünlüğüne, Türkiye’nin saygınlığına günlük, sıcak politikaya, yargının karıştırılmaması çağrısını yaptı.” Hukuk’un üstünlüğü unutulurken sizin ve turuncu gömlekli partinizin payı nedir.? Bu güne kadar siyasi partiler arasında nasıl bir görüş vardı da yurttaş bunu siyasal bir çekişme olarak gördü. Bahsettiğiniz o görüşlerinizi daha seçmeniniz öğrenemedi, sıradan yurttaş nasıl öğrenecek. “Anayasa Mahkemesi Başkanı, Yargıtay Başkanı değildir. Korumak istediği yasa, anayasa. Eğer güçler ayrılığı ilkesi diyorsak yargıda bu ilkenin ana unsurlarından birisiyse, yargı organının tepesindeki kişi, Anayasa Mahkemesi Başkanı hukuku savunmak zorunda.” diyorsunuz konuşmanızın devamında. Şimdi; Özal tarafından hukukçu olmadığı için AYM üyeliğine atanan Haşim Kılıç hakkında o zamanlar “o kadar gerici ki günah olduğu için evinde televizyon bulundurmuyor, Atatürk Düşmanı” söylentileri çıkınca Turgut Özal resmen vatandaşla dalga geçerek “ben kontrol ettirdim evinin balkonunda TV anteni varmış” demişti. Ama söylentileri o da engelleyememişti. 1997’de AYM’nin türbanı yasaklayan kararına ve Refah Partisinin kapatılması kararlarına muhalif olan kimdi ? Haşim Kılıç Gençliğinde İBDA-C’nin yayın organının, Ankara temsilcisi olduğu söylentileri yayınlandı basında. Haşim Bey bunları yalanladı ama bir müddet sonra yine İBDA-C’ye yakın haber kaynakları İBDA-C’nin lideri ile poz poz fotoğraflarını servis ettiler. AYM Başkanlığı’na atandığında Hukukçu olmadığı için yürütmeyi durdurma davası açıldı ve mahkeme yürütmeyi durdurma kararı verdi. Tabi bizde hukuk evrensel olmadığı için “yasa gereği geriye yönelik işlem yapılamaz” maddesi kullanılarak mahkeme kararı uygulanmadı. Yanlış hatırlamıyorsam bir hukuk Prof.’ümüz “Peki yürütme okur yazar olmayan birini atar, hukuk yürütmeyi durdurur ama hukukun kararı geriye dönük işletilmezse ne olacak” diye tepki gösterdi de gıkınız çıkmadı. MHP’nin katılımı ile AKP’nin üniversitelerde türban serbestliğini getiren yasası hakkında AYM’nde bazı maddelerin iptali ile ilgili olarak dava açmıştınız CHP olarak ve AYM oy çokluğu ile iptal etmişti bu maddeleri. Karşı oy kullanalar kimlerdi Başkan Haşim Kılıç ve üye Sacit Adalı. Karşı oy gerekçeleri partinize de geldi zaten dava açan olarak. Aynı dönemde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının "laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği" gerekçesi ile AKP’yi kapatma davasında kapatılmasın diye oy kullanan 5 üyeden biride Haşim Kılıç değil miydi.? Kapatılsın diyen 6 üyemi Evrensel Hukuk kurallarını uyguluyordu, kapatılmasın diyen 5 üyemi aynı gömleği giydiğini ima ediyordu? Evet, Sn.Kılıçdaroğlu, hukukçu olmayan Haşim Kılıç’ı demokrasi ve hukuk havarisi olarak savunmanız partinize ihanet ve seçmeninizi aptal yerine koymaktır. İlla bir gömlek giymek istiyorsanız, barış ve demokrasiyi simgeleyen beyaz size daha yakışacaktır. Ama renkli giymek istiyorum derseniz gök mavisi de uygun olur kanısındayım. Turuncu Emperyalizmin simgesi, siyah gericiliğin. Karar sizin tabi ki ama zaten yerel seçim öncesinde renginizi ve kara gömleklilerin kavgasında ki tarafınızı ima etmiştiniz Amerika Gezisi ile. Bir Temel fıkrası ile bitirelim yazıyı. Temel, Amerika’da otobüs şoförüdür. Siyahlar ve beyazlar arasında oturma kavgası çıkar. Siyahlar arkada oturmak istemez. Temel, hepsini toplar; -Uşaklar, hepiniz mavi olduğunuzu düşünün, hadi şimdi açık maviler öne koyu maviler arkaya diyerek sorunu halleder sözde.

26 Nisan 2014 Cumartesi

İnönü Resimli Paraların Gerçek Hikayesi

“Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir.” “20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz. Aynı dönemde benzer koşullarda yaşamını yitiren, etnik ve dini kökeni ne olursa olsun tüm Osmanlı vatandaşlarını da rahmetle ve saygıyla anıyoruz.” Yukarıda ki veciz sözleri kimin söylediğini yazmama gerek yok sanırım. 26.02.1921 tarihinde Atatürk’ü ziyaret eden Amerikalı gazeteci Clarence K.Streit’in kendisine Ermenilerin zorunlu göçe tabi tutulmasının gerekçelerini sorması üzerine TBMM Başkanı sıfatı ile şu yanıtı veriyor. “Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi şayet İtilaf Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasaydı evlerine dönmüş olurlardı. İngiltere’nin sulh zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya efkarı, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz.” Devlet adamlığı farkı bu olsa gerek. Ne yazık ki Ermenilerin huzur içinde yatmalarını dileyenler, Atatürk’ün 75 yıldır, İnönü’nün 40 yıldır mezarlarında kemiklerini sızlatmaktadır. Tarihi kendi amaçları uğruna çarpıtan bu istismarcıların İnönü’ye yaptıkları en büyük suçlama ise Atatürk’ün resimlerini Türk parasından kaldırarak kendi resimlerini koydurdu suçlamasıdır. Açıkçası bu olayın 30 Aralık 1925 tarihli 701 sayılı yasa ve 16 Mart 1926 tarihli 3322 sayılı kararname ile banknotların ön yüzlerinde reis-i cumhur hazretlerinin resminin bulunması kararıdır. Bu kanunların altında Mustafa Kemal Atatürk’ün de imzası bulunmaktadır. Bu şer cephesinin asıl amacı Atatürk’ü unutturmak ve Cumhuriyeti yıkmak olduğu için yıllarca İnönü üzerinden yüklenmektedirler. Fakat son yıllarda artık açık açık Atatürk’e de içlerindeki zehiri akıtarak insafsızca saldırıyorlar. İnönü’nün alkolle arası olmadığını tarihi gerçeklerden bildiğimiz halde Atatürk hedef alındığı için “iki ayyaşın kurduğu Cumhuriyet” demekten çekinmiyorlar. DEVAMI YARIN… Bu yazının asıl amacı, benimde 24 Aralık 2013 tarihinde İnönü’nün ölümünün 40. Yılı için kaleme alınmış Sn. Dr. Sadık ÖZEN’in makalesinden öğrendiğim ve şimdiye kadar hiçbir yerde yer almayan bilgileri, araştırmacıların ilgisini çekmek ve kamuoyunu bilgilendirmek adına paylaşıyorum. Sn. Dr. Sadık Özen, bu makalesinde konu ile ilgili olarak aynen şöyle yazmış: “Şimdi de değerli dostum Gazeteci-Yazar ve TRT’nin duayenlerinden Sayın Korkmaz Boyacıyılmaz’ın konuyla ilgili olarak yazdıklarını hep birlikte okuyalım ve şimdiye kadar hiçbir yerde yer almayan bilgileri paylaşalım. . “ÜLKEMİZİN DÜŞMAN İLGALİNDEN KURTULUŞUNA İKİNCİ ADAM OLARAK BÜYÜK KATKISI OLAN İSMET İNÖNÜ’NÜN BİR DÖNEM TÜRK PARALARINA KENDİ RESMİNİ BASTIRMASININ GERÇEK ÖYKÜSÜ’’ Türkiye’yi karanlık günlere sürükleyen, gerici ve çıkarcı zihniyet, zaman zaman ülkemizi düşman işgalinden kurtaran İsmet İnönü için karalama kampanyaları başlatmıştır. Karalama kampanyalarının en önemlilerinden biri de ismet İnönü’nün Türk paralarına kendi resmini bastırmasıdır. İsmet İnönü, İkinci Dünya Savaşına ülkemizi sokmamakla askeri ve siyasi alanda büyük bir başarı göstermiş, bu konuda da halkına karne ile buğday ve un dağıttığı için suçlanmıştır. Oysa İsmet Paşa istemeden dahil olabileceğimiz savaş ihtimali üzerine ülkede açlık sıkıntısının çekilmemesi için buğday stokları yaptırarak tedbir almıştı. İnönü’nün kendi resmiyle basılan Türk Paralarının hikayesi de buna benzemektedir. İsmet Paşa 1938′de Atatürk’ün ölümünden sonra TBMM tarafından Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Askeri ve siyasi tecrübelerinden dolayı Atatürk döneminde uzun yıllar başkan vekilliği yapan İsmet İnönü, Cumhurbaşkanlığının yanı sıra CHP Genel Başkanlığı’nı da yürüttü. Atatürk’ün ölümünden sonra yurt içinde ve dışında Cumhuriyet rejiminin devam edip edemeyeceği tartışılmaya başlanmıştı. İnönü askeri başarısını ülke yönetiminde de göstererek cumhuriyeti korumayı başarmıştı. O yıllarda ülkemizde para ve pul basacak matbaamız yoktu. Para ve pullarımızı İngiltere Londra’da büyük tesisleri bulunan Thomas De La Rue basıyordu. 1940 yılında İsmet İnönü hükümeti tarafından aynı kişiye 100 ve 50 kuruşluk olarak 20 milyon liralık banknot bastırıldı. Basılan banknotlar Londra’dan Newyork Shine adlı gemiyle Türkiye’ye gönderildi. Gemi iki hafta süren yolculuktan sonra yakıt almak için Yunanistan’ın Pire limanına uğradı. Tarih 16 Nisan 1941′di. Alman uçakları Pire limanına saldırarak Türkiye’ye para getiren Newyork Shine gemisini batırdı. Gemideki Türk paraları denize saçıldı ve Yunanlılar tarafından toplandı. O dönem 20 milyon lira çok büyük paraydı, bu parayla Türkiye ekonomisi idare ediliyordu. Bu olay üzerine İnönü paraların Yunanlılar tarafından kullanılmasını önlemek amacıyla Atatürk resimli tüm banknot paraları tedavülden kaldırmak zorunda kaldı. Yıllar sonra bu paralar da tedavülden kaldırılarak yeniden Atatürk resimli paralar bastırıldı. İşte Cumhuriyet Halk partisi, Atatürk ve İsmet İnönü için yıllardır siyasi istismar konusu yapılan olay buydu. Bütün bu yapılanlar gerçek devlet adamlığının göstergesiydi. Atatürk ve İsmet İnönü, kurtuluş savaşında milyonlarca liraya ulaşan borçlarımızı zaman içerisinde akıllı politikalarla son kuruşuna kadar ödediler ve ülkeye büyük yatırımlar yaptılar. İstismarcılar ise şimdi onların mirasını satmakla meşguller..”

23 Nisan 2014 Çarşamba

İlhan VARDAR: 23 NİSAN, TÜRK AYDINLANMASI , KANLIAY

İlhan VARDAR: 23 NİSAN, TÜRK AYDINLANMASI , KANLIAY: “Eğitimdir ki bir ulusu ya özgür, bağımsız, onurlu, yüksek bir toplum olarak yaşatır; veya o ulusu köleliğe ve yoksulluğa sürükler… “ Mustaf...

23 NİSAN, TÜRK AYDINLANMASI , KANLIAY

“Eğitimdir ki bir ulusu ya özgür, bağımsız, onurlu, yüksek bir toplum olarak yaşatır; veya o ulusu köleliğe ve yoksulluğa sürükler… “ Mustafa Kemal Atatürk Bugün 23 Nisan. Neşe dolamıyor maalesef insan. Atatürk’ün özlediği devrimi köylere yerleştirmek için 17 Nisan 1940 tarihinde kurulan Köy Enstitülerinin kapatılmasının üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçti. Köy Enstitüleri kitaptı, ışıktı, bilinçti, özgürlüktü, hakça bölüşümdü, mistisizme, hurafelere, dinsel bağnazlığa karşı çıkmaktı, hedefi çağdaş uygarlığa ulaşmak, rehberi bilimdi. Köy Enstitüleri kapatılmasaydı tarım yok olmazdı, saman ithal eder duruma gelmezdik, özelleştirme adı altında ülke peşkeş çekilmezdi, yoksulluk, yolsuzluk, hırsızlık, ayakkabı kutuları olmazdı. Kadına şiddet, kadın cinayetleri olmazdı. Çocuk gelinler olmazdı. Aydınlanmayı karartma adına 23 Nisan haftasında, dünyanın hiçbir ülkesinde kutlanmayan kutlu doğum haftaları olmazdı. Siyasetin özünde utanma olurdu, dürüstlük olurdu, halkçılık olurdu. Hukuk ayaklar altına alınmazdı. Kula kulluğu yenmiş bir toplum olurduk. 3 kuruşa oylar satılmazdı. Gazetelerde tam sayfa hurafeler olmaz, bu yazıda yazılmazdı. * * * 14-15 nisan tarihinde bir ay tutulması oldu. Basın öyle bir atladı ki bu olaya, neden adı “Kanlıay” olduğuna bakmadan hemen kıyamet senaryoları üzerine yoğunlaşarak , insanlara etkisinden bahsetmeye başladılar. Bu olayın bilimsel yönünü kaleme alan değerli hocam Prof.Dr.Ethem Derman’ın yazısını sizlerle paylaşıyorum. “Kanlıay ve Ay Dörtlüsü Bu son Ay tutulması, basınımızda kanlı olduğu için çok yer aldı ama biz gökbilimcileri de çok kızdırdı. Bu konuda hem Serdar Evren hem de Zeynel Tunca hocam bir şeyler yazmışlar duvarlarında. Ben de yeter diye düşünmüştüm ama bugün bir gazetenin yarım sayfasında "Kanlı Ay Tutulması dengemizi bozabilir" başlığı ile yarım sayfa her burçdaki kişiye nasıl etki edeceğini okuduğumda bir yandan gülmekten kırılıyor, diğer yandan benim halkım bu safsatalara nasıl inanıyor demekten kendimi alamıyordum. Haydi biraz gülelim, daha sonra bu tutulmaya neden kanlı ay tutulması adı verildi size anlatayım. Koç: Tam Ay tutulması, özel hayatınızda önemli sonuç ve kararlara yol açabilir. (Tabii açmayabilir de, sen merak etme. Boğa: Ay tutulması iş, hizmet ve sağlık alanlarınızda önemli sonuçları hızlandırılmış bir şekilde hayatınıza taşıyabilir. (Tabii taşımayabilir de) Yengeç: Ay tutulması ev ve aile hayatınızda oluşacak. (Ne olacak acaba? Kim kimi tutacak. Birileri bu yazılanları edit etse iyi olur) Aslan: Bu tutulma sizin yakın çevre ilişkilerinizi karşınıza getirecek. (Gerçekten karşımda değildi, iyi olur ) Terazi: Bu tutulma ani ve beklenmedik fikirler içerdiğinden kalıcı olmayacak ama hayatınızı değiştirecek sonuçlar ortaya çıkabilir. ( ) Akrep: Kadersel alanınızda gerçekleşecek Ay tutulması sonrasında beklenmedik olaylara açık olacaksınız. ( Ne demekse, anlayan ) Bu kadar saçmalığı yazarken ben sıkıldım, daha bir sürü var. FaceBook arkadaşlarım da sorunca bu işin aslını size yazayım istedim. Her Ay tutulması sırasında Ay şavkını kaybeder ve yer atmosferinden kırılarak giden kırmızı ışınlar Ay'ı bize kırmızı gösterir. Bunu yeni öğrenmedik, her Ay tutulması böyle olur. Peki buna neden Kanlı Ay dediler? Ay Dörtlüsü (Lunar tetrad) kavramını hem bazı gökbilimciler hem de onları takip eden hiristiyan papazlar kullanır. Ard arda 6 ay aralıkla tam Ay tutulması olursa buna Ay dörtlüsü diyorlar. Tutulmalar parçalı olmamalı. Bu dörtlülerden ilki 14-15 Nisan tarihinde gerçekleşti. İkincisi 8 Ekim 2014, üçüncüsü 4 Nisan 2015 ve sonuncusu ise 28 Eylül 2015 tarihinde. Altı ay aralıkla dedim ya o ay takvimine göre. Bir başka deyişle her altı dolunayda bir tutulma gerçekleşiyor. 21. yüzyılda (2001-2100) tam 8 kez Ay dörtlüsü var. 17, 18 ve 19. yüzyıllarda hiç Ay dörtlüsü gerçekleşmedi. 20. yüzyılda 1967-68 yıllarında oluştu. İçinde bulunduğumuz bu yüzyılda ilk Ay dörtlüsü ise 2003-2004 yıllarında, bir sonraki ise 2032-2033 yıllarında gerçekleşecek. İki hristiyan papaz Mark Blitz ve John Hagee ilk kez "kanlıay" terimini kullandı. John Hagee 2013 yılında "Dört Kanlı Ay: Bazı Şeyler Değişir (Four Blood Moons: Something is About to Change) adında bir kitap yazdı. Bu sene meydana gelecek Ay dörtlüsü bu kahinlere göre çok önemliydi çünkü bu dörtlünün hepsi iki musevi bayramı ile çakışıyordu. Fakat daha önemlisi İncil’deki bir gizemli deyişle de tam örtüşüyordu. İncil’de yazılı olan ifade şöyleydi; "The sun will be turned to darkness, and the moon to blood before the great and dreadful day of the LORD comes." İngilizcem iyi olmadığı için size çeviri yapamıyorum ama sanki yine kıyamet günü ile ilgili kehanette bulunuyorlar. ( Rabbin büyük ve görkemli günü gelmeden önce Güneş kararacak, Ay kan rengine dönecek.-İ.V) Aferin benim güzel astrologlarıma, diğer dinlerin kitabından veya onların dini bayramlarından hemen etkilendiniz. İşin aslını bilmezseniz böyle hurafelere inanırsınız. Biraz daha aklınız çalışsaydı John Hegee'nin kitabını alıp çevirir, zengin olurdunuz. Benim halkımı hurafelerle kandırmakta zaten ustasınız. Ama bizim de her konunun bilimsel tarafını uzun uzun anlatıp halkımızı aydınlatmamız için çaba sarfetmemiz gerekir. Sevgilerimle...”

19 Nisan 2014 Cumartesi

RUH SAĞLIĞININ TOPLUMSAL BOYUTU

BASIN BÜLTENİ “Sağlık dendiğinde çoğunlukla beden sağlığı anlaşılmaktadır. Oysa sağlık, ruh sağlığı ve beden sağlığının bütünüdür. Ruh sağlığı olmadan sağlık olmaz. Beden sağlığı ruh sağlığını da etkiler: Birçok kişide bedensel hastalık ortaya çıkabilir. Beden hastalığı olanlar ciddi ruh sağlığı sorunlarıyla karşılaşma riski altındadır. Hem bu bedensel hastalığın kendisi hem de tedavi süreci kişide düşünce ve duyguları etkiler. Ciddi bedensel hastalıklar insanda belirsizlik, gelecek endişesi, umutsuzluk; ağrı veya ameliyatla başa çıkma, tedaviye alışma, hastalığın yarattığı yeti yitimine uyum sağlama güçlüğü, başkasına bağımlı olma korkusu yaratır. Öte yandan, ruh sağlığı genel sağlıkla bağlantılıdır. Ruhsal hastalığı olan kişilerde bedensel sağlığa yönelik olumsuz-zararlı davranışlar artar, ruhsal sorunlar ve stres diğer bazı bedensel hastalıklara zemin hazırlar ya da var olan bedensel hastalıkların gidişini kötüleştirir. Ruhsal hastalıklar yaygın kanının tersine toplumun küçük bir kesiminde değil, geniş bir nüfusta görülür. Ruhsal hastalıklar kişinin gerçekle ilişkilerini bozacak derecede ağır akıl hastalıklarıyla sınırlı değildir. Hatta bu tür ağır hastalıklar bütün ruhsal sorunların küçük bir oranını oluşturur. Öte yandan söz konusu ağır ruhsal hastalıklar da günümüzde tedavi edilebilen hastalıklar kapsamındadır ve bu hastalığı olanların tedavi haklarını eksiksiz kullanmaları yönünden etkin bir toplumsal düzenlemeye gereksinim duyulmaktadır. Ruhsal hastalıklar toplumun bütününü ilgilendiren bir sorundur Ruhsal hastalıklar sık görülür. Sıklığı ve yaygınlığı giderek artmakta toplumun her kesimini etkilemektedir. Ruhsal hastalıklar tedavi edilmezlerse bireysel, toplumsal ve maddi kayba neden olmaktadır. Günümüzde insanların % 25’i- her dört kişiden biri- yaşamlarının bir döneminde ruhsal hastalıklardan etkilenmektedir. 75 yaşına gelmiş kişiler arasında herhangi bir ruh hastalığı yaşamış olanlar yarıdan daha fazladır (% 50.8). Belli bir zaman diliminde nüfusun %10’unda ruhsal hastalık görüldüğü bildirilmektedir. Bugün dünya üzerinde 450 milyonu aşkın insanın ruhsal sorunları olduğu, 20 milyonu aşkın kişinin de ruhsal sorunlar nedeniyle yardım arayışı içinde olduğu bilinmektedir. Birçok birey ruhsal davranışsal sorunları nedeniyle birinci basamakta (sağlık ocaklarında) yardım aramaktadırlar. Birinci basamak sağlık kuruluşlarına başvuran yaklaşık her dört kişiden birinin ruhsal sorunlar nedeniyle başvurduğunu ve yeterli tedavi hizmeti alamadığı bilinmektedir. Ruh sağlığı sorunu olanların en az bir yakını olduğu düşünülürse ruh sağlığı sorununun toplumun önemli bir kesimini, hatta tamamını doğrudan ilgilendirdiğini söylemek abartı sayılmamalıdır. Ruh sağlığı sorunları yeti yitimine yol açar: Yeti yitimi kişinin kendinden beklenen iş, okul, ev, toplumsal roller ve kendine bakabilme işlevlerini giderek yitirip üretici niteliğini ve sosyalliğini kaybetmesi ve görevlerini aksatması anlamına gelir. Birçok hastalıkta kişide yeti yitimine yol açan olumsuz etkiler ortaya çıkmaktadır. Ruh sağlığı sorunları kişide yeti yitimine yol açması bakımından tahmin edilenin tersine ön sıralarda yer almaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün bir araştırmasına göre, dünyada yeti yitimine en çok yol açan 10 hastalıktan beşini ruhsal hastalıklar oluşturmaktadır. Bu hastalıklar sırasıyla Depresyon, Alkol kullanımı, Bipolar bozukluk, Şizofreni ve Obsesif Kompılsif Bozukluktur. Anksiyete bozuklukları, Depresyon, Bipolar Bozukluklar ve Şizofreni yeterince tedavi edilemediği zaman daha çok işlev ve işgücü kaybı ve ailesel sorunlara yol açmakta, hastalığının yaygınlığının ve tedavi maliyetlerinin artmasına katkıda bulunmaktadır Dünya Sağlık Örgütü’nün geleceğe yönelik öngörülerine göre; 2020’de depresyon, kadınlar ve gelişmekte olan toplumlarda başta gelen yeti yitimine yol açan hastalık olacaktır. Ayrıca 2020’de tütün kullanımına bağlı hastalıklardan kaynaklanan yeti yitiminin de öne geçeceği öngörülmektedir. Ülkemizin 15-55 yaş arasındaki nüfusunda da en yaygın hastalıklar içinde depresyon ve anksiyete bozuklukları ilk beşte yer almaktadır (1. İnfeksiyon hastalıkları, 2. Mide barsak sistemi hastalıkları, 3. Tansiyon yüksekliği, 4. Eklem hastalıkları, 5. Depresyon ve Anksiyete bozuklukları). Ruh sağlığı sorunu olanlar tedaviye başvurmaktan kaçınmaktadır. Ruhsal sorunu olanların toplumdan dışlanmadığı bir tarihsel geçmişimiz olduğu halde, günümüzde kentleşme ve nüfus artışı gibi nedenlerle günümüzde ruhsal sorunu olanların damgalanması ve dışlanması da toplumsal boyutta soruna yol açmaktadır. Damgalama ve dışlama bir yandan ruh sağlığı sorunu olanların tedavi başvurusundan kaçınmasına yol açmakta, öte yandan da ruh sağlığı sorunlarının çözümüne ilişkin hiçbir geliştirme çalışması yapılmaması sonucunu vermektedir. Ülkemizde ruh sağlığı hizmetleri yetersizdir. Ülkemiz Ruh Sağlığı hizmetlerine ayrılmış yatak sayısı bakımından Avrupa ülkelerinin çok gerisindedir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre ülkemizdeki ruh sağlığı yatağı, olması gerekenin onda biridir (7 bin/70 bin). Ülkemizde yüz bin kişiye düşen ruh sağlığı uzmanı sayısı 1.6’dır. Halen uzmanlık eğitimi almakta olan asistan hekimleri de eklediğinizde bu sayı “iki” nin biraz üzerine çıkmaktadır. Bu, Dünya ortalamasının yarısı, Avrupa ortalamasının ise ancak 1/6’sıdır. Çocuk ruh hekimlerinin oranı ise çok daha düşüktür (bir milyon nüfusa 2). Aynı şekilde ruh sağlığı hemşiresi, sosyal hizmet uzmanı, psikolog vb. diğer ruh sağlığı çalışanları sayısı da da sayısı oldukça düşüktür. Milyarlarca insan şiddetin, savaşın, açlığın, yoksulluğun, pençesindedir. Küresel nitelikteki krizlerle perçinlenen işsizliğin, iş stresinin, aşırı çalışmanın mağdurudurlar. Ayrımcılık, damgalama, sağlık hizmetlerine de yansıyan toplumsal eşitsizlikler, sağlık ve sosyal güvenceye sahip olamama, sağlık hizmetlerine ulaşamama ve eğitimsizlik günümüzün an can alıcı gerçeklikleri olarak duruyor.Yakın tarihe bakıldığındabu güne dek bu sorunların aşılmasında küresel ölçekte yeterli çabanın gösterilmediğini, özellikle ekonomik kriz ile bağlantılı sorunların çözümünde sergilenen çabaların da mağdur halktan çok belirli toplumsal kesimlerinin, sermaye gruplarının taleplerini gidermeye ağırlık verdiği görülmüştür.. Büyük doğal felaketler, artarda gelen depremler ruh sağlığı sorunu olan ve kamusal nitelikli ruhsal-toplumsal destek sistemlerine gereksinim duyan insan sayısının milyarla ifade edilir olmasına neden olmuştur. Bunlara yönelik psikososyal destek çalışmaları ve hazırlıkları da yetersizdir. Tüm gerçeklikler yalnızca 10 ekimlerde değil, hayatın her bir gününde psikiyatrinin gündeminde ruh sağlığına öncelik vermeyi, ruh sağlığını bozan ekonomik, sosyal ve siyasal konuları ele almayı gerektirmektedir. Ruh sağlığını geliştirmeyi, yaygınlaştırmayı, ücretsiz ve kolay ulaşılabilir bir kamu hizmeti niteliğine kavuşturmayı öncelikli bir hedef olarak önümüze koymaktadır. Dünya Sağlık Örgütü bu ve benzeri verilerden yola çıkarak Avrupa Bölgesinde Dünya Sağlık Örgütüne üye ülkelerdeki ruh sağlığı hizmetlerinin düzenlenmesi ve geliştirilmesi için Helsinki’de 12-15 Ocak 2005’te Sağlık Bakanları düzeyinde çok önemli bir toplantı düzenlemiştir. Toplantı sonunda yayınlanan bildirgeyi ülkemiz Sağlık Bakanlığı da imzalamış, başka deyişle bildirgede ifade edilen önerileri yükümlenmiştir. Bu toplantıda belirlenen öncelikler şu şekilde sıralanmıştır: 1.Ruh sağlığının iyileştirilmesinin önemine dair toplumda, sağlık meslek gruplarında bilinç geliştirmek. 2.Önyargı, ayrımcılık ve eşitsizlikle aynı anda mücadele etmek, ruh sağlığı sorunları olan insanları desteklemek ve onların bu sürece etkin katılımını sağlamak. 3.Sağlığı geliştirmeyi, hastalıkları önlemeyi, tedavi, rehabilitasyon, bakım ve iyileşmeyi kapsayan bütünlüklü ve etkili ruh sağlığı sistemleri tasarlamak ve uygulamak. 4.Bu alanlarda etkili, uzman ekipleri oluşturmak. 5.Hizmetlerin planlanması ve geliştirilmesinde temel noktalardan biri olan hizmeti kullananların ve hasta yakınlarının deneyim ve bilgilerinden yararlanmak, onları sürece dahil etmek 6.Ruh sağlığı konusunda hassas gruplar olan çocukların, gençlerin, kadınların ve yaşlıların ruh sağlığına yönelik programlara ağırlık vermek 7.Ağır ruh sağlığı sorunları olan insanlara toplum içinde, soyutlanmadan etkili ruh sağlığı hizmetleri sunmak Bunları yaşama geçirebilmenin en önemli adımı ruh sağlığı politikalarını çağdaş bir tıp ve sağlık anlayışı çerçevesinde yeniden biçimlemek ve uygun yasal düzenlemeleri yapmak olmalıdır. Ülkemizin bir “ruh sağlığı yasasına” acilen gereksinimi vardır. Derneğimizin büyük bir özen ve özveriyle hazırladığı üzerine tartışılabilecek bir ruh sağlığı yasa tasarısı da vardır. Hazırlanan yasa taslağı Aralık2006 ‘da bir milletvekili tarafından TBMM gündemine sunulmuş olmasına rağmen halen gündemde tartışılmaya açılmamıştır. Biz bu yasa taslağının acilen meclisin gündemine gelmesini ve yasalaşmasını istiyoruz. Toplum genel olarak ruh sağlığının önemini, ruh sağlığı ile ilgili kavramları ve ruh sağlığı hizmetini nasıl alabilecekleri yönünde yeterli bilgiye sahip değildir. Mesleki rollerde karışıklık vardır. Ruh Sağlığı yasasının ve ilişkili yasal düzenlemelerin olmaması ruh sağlığı alanında çalışanların görev tanımlarının yapılmasını olanaksız kılmaktadır. Herhangi bir bilimsel ve yasal dayanağı olmayan eğitimlerden çıkan ve büyük çoğunluğu hekim, psikiyatr olmayan bazı kişiler, halkın ruhsal sorunlarının tedavisinde umut tacirliği yapmakta, ciddi etik ihlallere, hatalı tıbbi sonuçlara yol açmakta, bireylere zarar verebilmektedir. Bu konuda kapsamlı çalışmalar yapmak gerektiği açıktır. Hem dünyanın hem de ülkelerin önceliklerini belirlemesi ve gündemlerine taşıması gereklidir. Küresel ölçekte ruh sağlığına öncelik vermek, ruh sağlığını geliştirmek, ruh sağlığı hizmetlerini yaygınlaştırmak, ulaşılabilir kılmak,sağlıklı bir gelecek için gereken öncelikli süreçlerdir. Yöneticisinden toplumun tüm bireylerine her ülke insanının bu bilince erişmesi ana hedeflerimizden biri olmalıdır. Bu sorunların aşılması kamusal nitelikli, eşit, ücretsiz, ulaşılabilir ve kapsayıcı bir ruh sağlığı hizmet sisteminin yaşama geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. Sağlığı geliştirmeyi, hastalıkları önlemeyi, tedaviyi, rehabilitasyonu, bakımı ve iyileşmeyi kapsayan bütünlüklü ve etkili bir ruh sağlığı sistemine ihtiyacımız var. Ülkemizin bir “Ruh Sağlığı Yasası”na Herkes için, ulaşılabilir, yaygın ruh sağlığı hizmetine ihtiyacı var Ruh ve beden sağlığı bir bütündür Uzm. Dr. Şeref Özer Türkiye Psikiyatri Derneği Genel Başkanı (2007-2009) Türkiye Psikiyatri Deneği Merkez Yönetim Kurulu adına “

16 Nisan 2014 Çarşamba

RUH SAĞLIĞI YASASI VE SİYASAL YAKLAŞIM

Seçimler öncesinde Sağlık Bakanlığı kamu özel ortaklığı ile yapılacak şehir hastanelerine ilişkin yasa değişikliğini 1 Mart 2014 tarihinde yürürlüğe soktu. Yangından mal kaçırırcasına yürürlüğe sokulan yasa değişikliğinin gerekçesini Sağlık Bakanı katıldığı bir seçim gezisinde itiraf ediyor: Türk Tabipler Birliğinin açtığı davalarda iptal kararı çıkması halinde projelerin devamını sağlamak. Peki TTB neye karşı: kamu özel ortaklığı ile hastane yaptırılmasına, sağlık hizmeti satın alınmasına, hastanelerin kapatılarak merkezlerde toplanmasına, mevcut hastane binalarının bu yolla kamudan alınarak şirketlere devredilmesine, ormanlara el konulmasına. Yargı kararlarına uymakla yükümlü olan bakanlık ne yapıyor, kararları aşmak için yasa çıkarıyor. 16 Şubat 2011 tarih ve 7364 sayılı Makam Onayı ile yürürlüğe konulan “Toplum Ruh Sağlığı Merkezleri Hakkında Yönerge” yürürlükten kaldırılarak yerine 06 Mart 2014 tarih ve 9453 sayılı Bakan Onayı ile yenisi yürürlüğe konuluyor. Bu Yönergenin amacı Madde 1’ de ağır ruhsal bozukluğu olan hastalara, toplum temelli ruh sağlığı modeli çerçevesinde bireysel işleyişi iyileştirmeye dönük etkin tedaviler sunulması, psikososyal destek hizmetlerinin verilmesi, takip ve tedavilerinin yaşadıkları ortamda, birinci basamak sağlık hizmetlerine entegre biçimde sunulabilmesi için Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumuna bağlı yataklı sağlık tesisleri bünyesinde faaliyet göstermek üzere toplum ruh sağlığı merkezlerinin kurulması ve işleyişi, asgari standartlarına ilişkin usul ve esasların belirlenerek hizmetin etkin ve ulaşılabilir bir şekilde sunulmasını sağlamaktır. Anlaşılacağı gibi tüm devlet hastanelerinde yataklı psikiyatr servisleri kurulması amaçlanmakta. Tabi ki konunun muhteviyatı ve işlerliği, toplum odaklı olup olmadığını konunun uzmanları Türk Tabipler Birliği, Türkiye Psikiyatri Derneği ve ilgili diğer meslek odaları, dernekleri inceleyerek gerekli açıklamaları, bilgilendirmeyi sürekli yaptıkları gibi yılmadan yeni değişiklikler konusunda da yapacaklardır. Geçtiğimi günlerde sosyal medyada ilimizin muhalefetteki vekili bir kanun tasarısının (Danıştay kanun tasarısı) tümü üzerinde partisi adına konuşacağını, konuşmasının ana hatlarını belirlediğini, parti olarak bu kanunla ilgili kamuoyunu her yönü ile bilgilendireceği bilgisini paylaşıyor. Takipçilerinden bir kaçı da “Konuşmanın ötesinde ne yapacaksınız” diye soruyor. Vekilin yanıtı trajikomik mi, dalga geçmek mi vatandaşla ben çözemedim, yorumu sizlere bırakıyorum. “Değerli arkadaşlar, bu kanun tasarısını Ocak ayı içerisinde adalet komisyonunda görüştük. Parlamentoda ne yapılacaksa onları yapıyoruz. Hatta fazlasını. Bu ülkenin üniversiteleri, baroları, sendikaları, hukukçuları, medyası , yazarları, cumhurbaşkanı da görevlerini yapmalı.” Hükümet yargıdan kurtulmak için yasa çıkarıyor, muhalefet sorumluluktan kaçıyor. Diğer vekiller farklı mı? Hayır. Çünkü, konumuzla ilgili olduğu için Ruh Sağlığı Yasası taslağının yedi yıllık ve Ruh Sağlığı Platformunun dört aylık öyküsünü o zamanın Türkiye Psikiyatri Derneği Genel Başkanı Sn. Prof. Şahika Yüksel şöyle anlatıyor 2007 yılında. “Sevgili üyelerimiz, Bilindiği gibi, taslak hazırlık çalışmaları Türkiye Psikiyatri Derneği'nce 1999’da başlanılan, 2002'den bu yana defalarca Sağlık Bakanlığı’ndan ilgililere sunulan Ruh Sağlığı Yasası'nın gerçekleşmesi yönünde bir kampanya yürütülmektedir. Son dört ayda yaşanılan önemli gelişmeleri size özetlemek istiyoruz. Türkiye Psikiyatri Derneği 2006 Ağustos’unda Türk Nöropsikiyatri Derneği ile birlikte Türkiye’de ruh sağlığı alanında politikalar ve ilgili stratejileri oluşturmak için bir çağrıda bulundu. Gerek koruyucu gerek tedavi edici sağlık hizmetlerinde yasal, maddi, manevi pek çok sorun yaşayan meslek dernekleri ve hasta ve hasta yakınları dernekleri bu çağrıyı önemli buldu. İlk katılan 14 kuruluşla bir Ruh Sağlığı Platformu (RSP) kurulmasına karar verildi. Ülkemizin bu alanda yasası olmayan ender ülkelerden biri olması nedeniyle, ruh sağlığı yasası talebi RSP tarafından ilk hedef olarak seçildi: "Ruh Sağlığı Yasası-Hemen Şimdi" kampanyası başlatıldı. Ekim başında İstanbul’da yapılan “3. Uluslararası Stigma Kongresi”nde ruhsal hastalıkları olan kişilerin yaşadığı ayrımcılık ve güncel zorlukları ifade eden pankartlar ve “Ruh Sağlığı Yasamı İsterim”, “Ruh Sağlığı Yasası-Hemen Şimdi" pankartları ile sokağa çıkıldı, bir yürüyüş yapıldı. Ardından TPD olarak, “10 Ekim 2006 Dünya Ruh Sağlığı Günü”nde RSP’nin basın toplantısında yer alındı, başta 42. Ulusal Psikiyatri Kongresi (42. UPK) olmak üzere farklı bilimsel toplantılarda stand açıldı, konu meslektaşlarımızla ve basın mensupları ile defalarca tartışıldı. TPD adına MYK üyeleri ve görev grubu sözcüsü Mustafa Sercan fırsatlar yaratarak konuyu, ruh sağlığı yasasının gerekliliğini ve bu konuda RSP’nin talebini seslendirerek gündem oluşturmaya ve konuyu gündemde tutmaya uğraştı. Bu süreçte, Kasım 2006’da Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin TPD başkanını arayarak konuyu önemsediklerini ve bir yasa taslağı hazırlamak istediklerini ifade etti. Konunun uzmanı olarak TPD’nin yasa taslağını iletmemizi istedi. TPD’nin Ruh Sağlığı Yasası ile ilgili çalışmaları bir kere de Sayın Fatma Şahin’e iletildi. TPD’nin 2007 yılbaşı kartı yine aynı talebi ifade ediyordu. Bu kart “Ruh Sağlığı Yasası. Herkes için... Hemen Şimdi!", “2007 yılının Ruh Sağlığı Yasasının kabul yılı olmasını, sağlık ve barış içinde geçmesini dileriz” çağrısı ile bütün milletvekillerine ve basına yollandı. 2006 Aralık ayının son günlerinde Sayın Fatma Şahin’in sözünü tuttuğunu gördük ve konuyla ilgili taslağın TBMM gündemine bir milletvekili taslağı olarak sunulduğunu gazetelerden memnuniyetle öğrendik. TPD MYK olarak konuyu yakından takip ediyoruz ve önümüzdeki dört ay içinde yasamızın Meclis’ten geçeceğini umuyoruz. Bütün meslektaşlarımızı ruh sağlığı yasasının gerçekleşmesi konusunda çaba gösterme, ulaşılabilecek milletvekilleri ile ilişki kurma, basının ve ilgililerin bilgilendirilmesi için TPD’nin başlattığı bu mücadeleyi desteklemeye çağırıyoruz. “2007 yılının Ruh Sağlığı Yasasının kabul yılı olmasını, sağlık ve barış içinde geçmesini dileriz” TPD-MYK adına Prof. Dr. Şahika Yüksel Genel Başkan” Bu bildirinin üzerinden de bir yedi yıl geçti. Neymiş, demek ki meslek örgütleri davalar açıyor, çalışıyor, sorumluluklarını, görevlerini yapıyor. Ne yazık ki sesleri her konuda olduğu gibi özellikle Ruh Sağlığı Yasa’sı konusunda da 15 yıldır siyasilere ulaşamıyor.

12 Nisan 2014 Cumartesi

ERGENLER VE SOSYAL MEDYA

Geçtiğimiz ay başlayan ve Hükümetin, Anayasa Mahkemesi kararlarını bile kabullenemediği sosyal medya yasakları hala gündemi meşgul etmekte. Diğer yandan hükümet eğitim kurumlarını teknolojik aletlerle donattığını böbürlene böbürlene anlatıyor. Eğitimi sanki teknoloji veriyormuş gibi. Okullara dağıtılan o akıllı tahtaları öğrenci nasıl kullanıyor, nelere giriyor, takip ve kontrolü var mı? Öğrencilere dağıtılan tabletlerin uzun vadeli sonuçları düşünüldü mü? Hele hele ergenlik çağındaki bu çocukları sosyal medyadan nasıl uzak tutacaksınız ? Sen hükümet olarak verdiğin bu teknolojik oyuncakları çocukların eğitimde kullanmasını nasıl sağlayacaksın ? Bu işe girişmeden önce uzman görüşlerini, bilim kurumlarının görüşlerini aldın mı ? Ben veririm, sonra sosyal medyayı yasaklarım, çocuklar giremez mantığı ile mi çözülecek bu işler, yoksa bilimsel çözümler mi üretilecek? Ya da toptan interneti ülkede yasaklarım olur biter ? O zaman ne işe yarayacak dağıttığın bu teknoloji. Kısacası bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Yasaklar, beceriksizliğin bir göstergesi. Beceremiyorum o yüzden yasaklıyorum. Kişisel olarak 12. Sınıf sonuna kadar çocukların eline hesap makinası bile verilmemeli diye düşünenlerdenim. Çünkü hala 4 işlem yapamayan lise öğrencileri var bu ülkede ve büyük çoğunlukta. Zor bir dönem olan ergenliği kolay atlatabilecek eğitimler vereceğine, kontrolünü sağlayamadığın ve yasak ihtiyacı hissettiğin, ileride düşünmeyen, okumayan, yaratmayan genç nesilleri yetiştirmek, beyinlerini uyuşturmak için oyuncak niyetine kullanılan teknolojiyi vermek hangi akla hizmet. Evet, eğitimsiz bir gençlik yaratıp, onları daha kolay yönetebilmek amaç. Siyasilerin, bizi yönetenlerin tek amacı sürü psikolojisinde toplumlar yaratmak. Hükümetlere, siyasilere laf anlatmak mümkün değil. Dolayısı ile bizler, bilimsel ve uzman yaklaşımlarına kulak vererek çocuklarımızı çağdaş gençler olarak yetiştirme gayreti göstermeliyiz. Bu köşenin de amacı bu olduğu için, bilimsel ve uzman görüşlerine mümkün olduğu kadar fazla yer vermeye çalışıyorum. Daha fazla ahkam kesmeden konu ile ilgili olarak yine uzmanına kulak vermekte yarar var. Psikiyatr Prof. Dr. Ayhan Kalyoncu’nun ergenlerin sosyal medya davranışları ve ergenlerin sosyal medya kullanımları nasıl bilinçli hale getirebilir konusunda ki bilimsel görüşlerini en azından fikir vermek adına sizlerle paylaşıyorum. “Sosyal medya mecralarının en önemli ortak özelliği kişilerin akıllarına gelir gelmez istedikleri her şeyi hiç beklemeden anında arkadaşları ile paylaşabilmeleridir. Kişilerin profillerinde ki “duvarlara” yazılan bu paylaşımlar herkes tarafından görülmeye açıktır. Paylaşımlar çok çeşitli şekillerde yapılabilir. Örneğin bu paylaşımlar kendileri ve başkaları hakkında yazılan kısa yazılar, çekilen özel fotoğraflar ve filmler veya diğer web sayfalarına ulaşmak için yazılan linkler olabilir. Çoğu ergenin Facebook profilin de yüzlerce arkadaşı olduğunu göz önüne alırsak, paylaştığı her şeyin neredeyse binlerce kişiye ulaştığı söylenebilir. Ergenler genellikle düşüncesizce ve dürtüsel davrandıklarından yaptıklarının uzun vadeli sonuçlarını düşünmezler. Düşüncesizce yazılmış bir sosyal medya paylaşımının gerçek hayatta nasıl etkisi olacağını hesaba katmadıklarından kızgın oldukları bir anda Facebook’a yazdıkları “Ahmet’ten nefret ediyorum, bulursam onu öldüreceğim” gibi bir cümle kişinin okuldan uzaklaştırılmasına sebep olabilir. Hatta, ”Geçen gün nasıl sarhoş oldum ama!” gibi paylaşımları yapmaktan hoşnut olan ergenler, bu paylaşımlarının gelecekte okul spor takımı seçmelerinde etkisi olacağını düşünmezler. Ergenlerin sosyal medya kullanımlarını bilinçli hale getirilebilir ve dürtüsel istekler sonucu yapılan paylaşımlar azaltılabilir. Psikologlar ve psikiyatristler ergenlerle bu konuda çalışmalar yaparak “paylaşmadan önce düşün” alışkanlığını kazandırabilirler. • “Facebook’ta paylaştığın bu yazıyı bütün okulun önünde okumak nasıl bir fikir olurdu?” gibi bir soruyla ergenin kendisini 800 öğrencinin önünde Facebook paylaşımını okurken hayal etmesi amaçlanır. • “Duygusal olarak istediğin yerde misin?” sorusu ergenlerin kendileri ile ilgili farkındalıklarını arttırma da işe yarar. Böylece ergenler yaptıkları ya da yapacakları davranışların veya söyleyeceği sözlerin kendi duygu durumlarındaki değişimin etkisiyle ortaya çıktığını fark ederler. • “Niyetim yanlış anlaşılmaya müsait mi?” sorusuyla ergen kendi yorum ve paylaşımları hakkında kendini karşı tarafın yerine koyma becerisi kazanır ve sözlerinin yanlış anlaşılma ihtimali olup olmadığını tartar. • “Bu yazacağın paylaşımın acelesi var mı?” ya da “Biraz daha bekleyemez mi?” sorularıyla ergenleri internette aktif olma isteğine iten duygusal dürtülerin yavaşlatılması ve üzerine düşünülmesi hedef alınır. • Ergenlere paylaşımlarını yapmadan önce küçük not kağıtlarına yazmalarını önerebiliriz. Böylece paylaşımlarının internete uygunluğuna karar verebilmek için tekrar düşünmeleri sağlanmış olur. Tabii ki her zaman ergenlerin sosyal medya paylaşımları yapmadan önce bunlar üzerine düşünmelerini, bu paylaşımları ertelemelerini istemek çok da realistik değildir. Bazen ergenlerle sosyal medyada yaptıkları paylaşımlar hakkında sohbet edebilirsiniz. Bu sohbetler asla “Ben demiştim bak!” ya da “Gördün mü başına ne geldi.” şeklinde olmamalıdır. Örneğin ergene, “Bu paylaşımı daha iyi nasıl yapabilirdin?” diye sorarak sohbete girebilirsiniz. Böylece kullandığı aynı ifade yerine birlikte daha iyi bir ifade bulma arayışı şeklinde aranızda geçen fikir alışverişi ergenin daha sonraki paylaşımları için fayda sağlayacaktır. “ Bizi yönetenlerin davranışları ne kadar ergen psikolojisine benziyor, en azından buradan çıkardığımız ders bu. “……………. genellikle düşüncesizce ve dürtüsel davrandıklarından yaptıklarının uzun vadeli sonuçlarını düşünmezler. “ Noktalı yere Ergenler diyebilirsiniz, yönetenler diyebilirsiniz, siyasiler diyebilirsiniz, eğitimsizler diyebilirsiniz, ebeveynler (genelleme yapmıyorum) diyebilirsiniz. Ve bunu çoğaltmak hele hele bizim gibi ülkelerde çok ta zor olmasa gerek. Resmi internet sitesinde ki bilgi birikiminden yararlanıp, paylaşım yapma konusunda memnuniyetle izin veren Psikiyatr Prof. Dr. Ayhan Kalyoncu’ya teşekkürlerimle.

9 Nisan 2014 Çarşamba

BAĞIMLILIK BİR BEYİN HASTALIĞIDIR (*)

“İnsanoğlu, tarih boyunca yeryüzü cenneti yaratmanın araçları ellerinin altındayken kısa ve kestirme yoldan rahat ve kolay elde edilen mutluluğun peşinde koşmuştur. Günün şartlarına göre değişen çeşitli maddeler kullanarak beyinlerinin normal çalışmasını engelleyerek kısmen ya da tamamen farklı bir algılama içine girerek kurdukları plastik düşlerle günlük ve yaşamsal sorunlarından kaçarak geçici mutluluklara ulaşmaya çalışmışlardır.” “Kullanıcılar, kullandıkları alkol ve uyuşturucu maddeler üzerinde ne kadar felsefe yapmaya çalışsalar, hiç bir zararını değil hatta faydasını gördüklerini ve kendilerini iyi hissettiklerini iddia etseler de gerçek tamamen farklıdır. Bu maddeler çoğu zaman sinsi bir yöntem izleyerek kullanıcıları bağımlı yapar ve böylece gerek beden ve ruh sağlıklarını gerekse sahip oldukları birçok değeri, ailelerini, sevdiklerini, arkadaşlarını hatta yıllarca çaba sarf ederek edindikleri birçok beceri ve birikimin yok olmasına neden olurlar. Çoğu zaman da kullanıcılar kendilerini felakete sürükleyen bu olumsuz süreci çok geç fark ederler.” “Yapılan bilimsel çalışmalar neticesinde bırakma nedenlerinin kişilerin; iyi veya kötü olmaları, güçlü ya da zayıf iradeye sahip olmaları, yeterli çabayı gösterip göstermemeleriyle ilişkisi olmadığı anlaşılmıştır. Artık “bağımlıların beyinlerinde yanlış giden bir şeylerin olduğu”düşüncesine varılmıştır.” “Bağımlı kişiler, başka hiçbir hastanın yaşamadığı negatif ayırımcılığa maruz kalırlar. Hemen hemen bütün negatif ayırımcılık tiplerinde olduğu gibi bu çeşit ayrımcılık da kişilere ağır bir bedel ödetir. . Çözümünü ancak eğitimle sağlayabiliriz. Toplumu oluşturan bireyler sadece alkol veya madde kullanımının bağımlılara ve çevrelerindekilere neler yaptığını anlamaya çalışmakla kalmamalı aynı zamanda bağımlılığın gerçekte ne anlama geldiğini öğrenmelidir. Bağımlılık, bir beyin hastalığıdır.” Alkol ve madde bağımlılığını her yönüyle inceleyen Psikiyatrist Prof.Dr.Ayhan Kalyoncu, bağımlılığı böyle anlatıyor Plastik Düşler adlı kitabında. 90’lı yıllarda hayatımıza giren bir bağımlılığımız daha var ne yazık ki. İnternet ve sosyal medya. Ve bu bağımlılıkta tedavi edilmesi gereken bir sorun olarak kabul ediliyor Psikiyatride. Artık her kesim için neredeyse bir vazgeçilmez olmuştur sosyal medya. Sabah uyanır uyanmaz yapılan ilk şey telefona sarılıp sosyal medya hesaplarını kontrol etmek. Ya da saatlerini kurup interaktif oyunları yarım kalmasın diye gecenin bir yarısı uyanıp oyunda verilen görevlerini yerine getirmek. İnternet gibi karmaşık bir teknolojide, bağımlılığın tanımlanması ve ayrıca tanısının yapılmasının güç olduğunu belirten Prof. Dr.Ayhan Kalyoncu ; “Sosyal medya bağımlılığı, internet bağımlılığının bir alt grubu olduğundan, aynı yöntemle tanı konuluyor. Bunun için Young tarafından 8 maddelik bir değerlendirme ölçeği bulunuyor: 1. İnternet ile ilgili aşırı zihinsel uğraş 2. İnternete bağlı kalma süresinde artışa ihtiyaç duyma 3. İnternet kullanımını azaltmaya yönelik başarısız girişimlerde bulunma 4. İnternet kullanımının azaltılması durumunda yoksunluk belirtileri 5. Başlangıçta olduğundan daha uzun süre internete bağlı kalma 6. İnternetin aşırı kullanılması yüzünden ilişkiler, okul ya da işle ilgili sorunlar yaşama 7. İnternete bağlı kalabilmek için aile üyelerine, terapiste ya da başkalarına yalan söyleme 8. İnternete bağlı kalındığı süre içerisinde duygulanım değişikliğinin olması (Umutsuzluk, suçluluk, anksiyete, depresyon gibi…)” Bağımlılığın, beden sağlığına etkilerini de şu şekilde açıklıyor ““Kullanım tek oturumda 20 saate kadar çıkabiliyor veya ortalama haftada 40 ile 80 saat arasında internet kullanımı olabiliyor. Bu kişilerin sosyal medyada daha fazla zaman geçirmek için aşırı kahve içimi veya uyarıcı haplar kullandıklarını biliyoruz. Uyku düzeninin bozulmasının akademik ve mesleki çalışmaları zayıflatabileceği, bağışıklık sistemini çökertebileceği aşikardır. Buna ek olarak, aşırı bilgisayar kullanımının egzersiz yapmayı azalttığından el bileklerinde oluşan karpal tünel sendromuna, sırt ağrısına veya göz ağrısına sebep olabilir.” “Bağımlı kişilerin sosyal medya başında geçirdikleri zamanı eleştirmeye çalışanlara karşı agresif oldukları ve öfke patlamaları yaşadıkları ve bunu genellikle sosyal medya kullanımlarını korumaya yönelik yaptıkları kanıtlanmış durumda. Örneğin, bu kişiler eleştirilere karşı "Benim bir problemim yok." veya "Ben eğleniyorum.”, “Beni yalnız bırakın.” şeklinde cevaplar verebiliyor.” İnternet ve sosyal medya bağımlılığında tedavinin birçok güçlükler içerdiğini vurgulayan Prof.Dr.Ayhan Kalyoncu; “İnternet ve bilgisayar, artık kullanımı zorunlu metalar olduğundan bağımlı olunan nesneden uzak kalmak zor. Halbuki bu durum, bağımlılık tedavilerinin önemli koşullarından biri. Ancak internet ve bilgisayar kullanımından kişiyi uzak tutabilmek, mümkün değildir. Tedavide esas amaç; bir yandan kişinin sosyal medya kullanım sebeplerini ortaya çıkararak bu sebepler üzerinde çalışmak, bir yandan da kişinin hayatını programlamak ve sosyal medya başında geçireceği zamanı azaltmak için dışsal kontroller geliştirmektir.” şeklinde açıklıyor konu ile ilgili görüşlerini. Karar sizlerin, birçok konuda olduğu gibi fazlası zarar azı yarar. (*) Plastik Düşler – Prof.Dr.Ayhan Kalyoncu-Kapital Medya Hizmetleri-2012

5 Nisan 2014 Cumartesi

BİPOLAR (İKİ UÇLU) YAŞAMLAR

Ne üzücü ki yerel seçim dahi olsa, son bir aydır yaşadığımız seçim sürecinde insan odaklı bir projeye rastlamadık. Şehrimizin, beldemizin, köyümüzün çağdaş seviyelere ulaştırılması konusunda atıp tutuldu. O güzellikleri gören göz, yaşayan beden, hissedebilen ruh, kısacası sağlıklı toplum, sağlıklı insan olmadıktan sonra ne işe yarayacaksa.! Yine bu siyasal kaostan çıkıp asıl konumuz olan akıl ve ruh sağlığımıza dönelim. Biraz geçte olsa, farkındalık yaratmak, duyarlılığı arttırmak, bilgilendirmek adına bu yıl ilki düzenlenen 30 Mart “Dünya Bipolar Günü” tanıtımını yapmak için, Bipolar Bozukluklar Derneği ve Türkiye Psikiyatri Derneği’nin bu konuda ki basın açıklamasını paylaşmak istiyorum. * * * “Dünya Bipolar (İki Uçlu) Günü” Tanıtımı Amaç, Bipolar (bi: iki; polar:uçlu= İki Uçlu) Bozukluğun tüm dünyada farkındalığını arttırmaktır. Bu amaçla uluslararası örgütler işbirliği yapmaktadır. Dünya Bipolar Günü ilk kez bu yıl 30 Mart Pazar günü kutlanacaktır. Yaşam öyküsü incelenerek bipolar bozukluk tanısı konan dünyaca ünlü ressam Vincent Van Gogh’un doğum günü olan 30 Mart bu yıldan itibaren her yıl Dünya Bipolar Günü olarak kutlanacaktır. Dünya Bipolar Günü’nün vizyonu bipolar bozukluğa yönelik dünya çapında farkındalık yaratmak ve toplumsal damgalamayı yok etmektir. Günün hedefi hastalık konusunda duyarlılığı arttıracak ve eğitim sağlayacak bilgiyi uluslararası işbirliği yoluyla, tüm dünya halklarına sunmaktır. Çünkü bipolar bozukluk coğrafya, ırk ya da cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm dünyada benzer oranlarda ortaya çıkan bir hastalıktır. Bipolar bozukluğun dünya üzerindeki yaygınlığının %1 ile %2 arasında olduğu, yaygınlığının %5’e kadar çıkabildiği öngörülmektedir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, dünyada yeti yitimine yol açan altıncı nedendir. Bir duygudurum bozukluğu olan bipolar bozukluk (iki uçlu bozukluk-manik depresif hastalık) taşkınlık (mani) ya da çökkünlük (depresyon) dönemleriyle belirli, duygusal ve davranışsal iniş çıkışlarla giden, ara dönemlerde kişilerin olağan hallerine döndükleri, yineleyici özellikte, yaşam boyu süren bir psikiyatrik rahatsızlıktır. Günümüz koşullarında bipolar bozukluk başarılı bir şekilde tanınabilmekte ve etkili biçimde tedavi edilebilmektedir. Hastalık genç yaşlarda başlayabilir. Özellikle depresyonla başladığı durumlarda ilk anda varlığı anlaşılamayabilir. Bu nedenle her depresyon, bipolar bozukluk potansiyeli açısından dikkatle ele alınmalıdır. Erken tanı ve tedavi, özellikle düzenli koruyucu tedavi hastalık dönemlerinin önlenmesinde yaşamsal önem taşır. Bipolar bozukluğun yineleyici doğası hasta, hasta yakını ve sağlık çalışanları arasında sürekli bir işbirliğini gerektirmektedir. Bu yönüyle hastalık hastalar, sağlık çalışanları, aile üyeleri ve genelde toplum için belirgin zorluklar taşıyan bir hastalıktır. Bipolar bozukluk giderek tıpkı diyabet ya da kalp hastalıkları gibi tıbbi bir rahatsızlık olarak yaygın kabul görmektedir. Ancak hastalığa yönelik damgalama maalesef hastaların sağlık hizmetlerine ulaşmasını engellemekte ve erken tanı ve etkili tedavi almalarını aksatmaktadır. Yaygın görülen bu sorunla baş etmek için dünya çapında bir çözüme gerek duyulmaktadır. Dünyanın değişik bölgelerinde bipolar bozukluğa yaklaşımdaki farklılıklara değinmek amacıyla, Asya Bipolar Bozukluk Ağı, Uluslararası Bipolar Vakfı ve Uluslararası Bipolar Bozukluklar Derneği bir araya gelerek Dünya Bipolar Günü kavramı üzerinde çalıştılar. Dünyanın önde gelen uzmanlarının desteğiyle, bu uluslararası gruplar hastalığın biyolojik nedenlerinin, ilaç hedeflerinin, daha iyi tanı ve tedavi yöntemlerinin, hastalığın genetik özelliklerinin ve bipolar bozuklukla daha iyi bir yaşam sürdürme yollarının araştırılması yönündeki çabaları desteklemekte ve bunun sadece bir başlangıç olduğunu ifade etmektedirler. Söz konusu araştırmalar ile destekleyici sivil toplum örgütleri arasındaki işbirliği giderek büyümektedir ve Dünya Bipolar Günü bu tasarının başarısı için önemli bir artı değerdir. Biz de ülkedeki bu alanla ilgili meslek kuruluşları olan Bipolar Bozukluklar Derneği ve Türkiye Psikiyatri Derneği olarak bu günü destekliyor ve konuyla ilgili farkındalığın artması için çalışıyoruz. Kamuoyuna saygıyla duyurulur. Bipolar Bozukluklar Derneği Türkiye Psikiyatri Derneği * * * Tabi bu tür günleri yılda bir defa hatırlamak yetmiyor. Hele hele konu akıl ve ruh sağlığı olunca. Psikiyatrideki konular, hastalıklar için bir gün belirlemek, tüm yılın her gününü kapsar sanırım.

2 Nisan 2014 Çarşamba

İlkeleri olmalı insanın Sn. Kılıçdaroğlu

Kılıçdaroğlu, ABD gezisinde kendisini davet eden düşünce kuruluşlarındakilerle konuşuyordur, sohbet bir ara farklı bir boyuta uzanır konu buluşlar ve eldeki son başarılardır. Heyettekilerden biri : -Sayın Kılıçdaroğlu biz öyle bir makine geliştirdik ki inanamazsınız.! Kılıçdaroğlu : -Nedir o ? -Ölüleri geri diriltiyoruz. Kılıçdaroğlu : -Bizim ki çok farklı bir başarı. Biz SOSYAL DEMOKRAT’lara 100 metreyi 3 saniyede koşmayı öğretiyoruz. Amerikan heyetindekiler: -Hımmm çok ilginç inanılmaz, görmek için geleceğiz derler. Gezi biter ülkeye dönünce Kılıçdaroğlu’nu alır bir düşünce. Kurmayları ile toplantı üstüne toplantı yapar. Ama Amerikan heyeti gelince nasıl mahcup olmayacaklarına dair bir sonuca varamazlar. Kurmaylarından biri : -Sayın Genel Başkanım, hani bu partinin kurucusunun ilkelerini hala sürdürmeye çalışan, ama bizim dışladığımız ekibe de bir sorsak mı ? der çekinerek. Başka da çare kalmamıştır. Kalkıp rakiplerine mi soracaklar. Ulusalcı ekibe durum anlatılır. Ekip hemen yanıtı verir : -Sayın Kılıçdaroğlu düşündüğünüz şeye bakın çok kolay aslında. Madem Amerikan heyeti öyle dedi ilk önce biz onları ispata davet ederiz, ANITKABRE götürür durumu ilk önce biz görürüz bakalım doğrumu? -Aklınızla bin yaşayın, hiç aklıma gelmezdi sahi ya olur değil mi öyle yapsak! Ama ya birde doğru çıkarsa Amerikalıların buluşu o zaman ne yaparız ? - Sayın Kılıçdaroğlu o zaman ispatlamanıza gerek kalmaz söylediğiniz zaten aynen gerçekleşir. * * * Ne hazindir ki, ilkelerini 91 yıl önce Atatürk’ün belirlediği CHP’nin Genel Başkanına bu fıkranın adapte edilmesi. Seçimlere birkaç gün kala nedendir bilinmez, hataları, başarısızlığı mı hissettiniz de ; -Adaylarımız arasında her parti görüşünden adayımız vardır. Diye bir laf ettiniz meydanlarda. Evet partinizde de her görüşten vekil de var. Hatta, en yakınınızda yönetimde. Ama bu ilkesizlik yakışmıyor. Bu köşede sık sık başarısızlık nedenlerinin en önemlilerinden biri, İnönü’nün temellerini attığı “ortanın solu” prensibinin Ecevit’in parti ile bütünleştirdiği “sosyal demokrasi” kavramı ve ilkelerden gittikçe uzaklaşmak. Ne yazık ki son dönemlerde parti yönetimi dahil olmak üzere bu ilkelerden gittikçe uzaklaşılmış, parti kulluk sistemi ile Başkana bağlı, her dediğini doğru kabul eden kitlelerin çoğalmasına neden olmuştur. Bu da oyların kararsızlaşmasına, bir o partiye gitmesine bir diğer partiye kaymasına neden olduğu gibi diğer partililerden hiçbir oy katkısı olmamaktadır. Sosyal Demokrat ilkelerden uzaklaşmak ve örgüte dahi bunu benimsetememek en büyük başarısızlık nedenidir bence. Siz hatırlarsınız ama gençlerimizin öğrenmesi açısından yazmak istiyorum. 1980’e kadar ülkemin tüm büyük şehirlerinde belediye başkanları CHP’li idi. Ki sosyal demokratların bile komünistlikle suçlandığı dönemler. Cadı avlarının doruğa çıktığı yıllar. Aşırı sol grupların seçimleri boykot ettiği yıllar. Amerikan ambargolarının yoğunlaştığı zor yıllar. Bu şartlar da dahi tarihinin en yüksek oyunu alan bir parti. Şimdi ideolojik ilkelerinden uzaklaşmış, 1999 yılında Mecliste bile temsil edilemeyen, her siyasi görüşe kapılarını açan bir parti.! Sn.Kılıçdaroğlu, 4 ideolojinin buluştuğu parti modellerini bu ülke yaşadı Turgut Özal’la. Ama bu görüş güçlü liderlerle başarılı olur. Lider gittikten sonra sonucunu biliyorsunuz ANAP’ın. Esamisi kalmadı. İmam olan rahmetli babam, o dönemleri şu analizle yorumlardı. -Büyük şehirlerin belediye başkanlıklarını hep komünist denen CHP kazanıyor. Buralarda kimler yaşıyor. Üniversite hocaları, öğrenciler, bürokratlar, okumuş aydın insanlar. Demek ki bunlar bu sosyal demokrat komünist partiye oy veriyorsa bir hikmeti var, bizim gibi cahil insanlar neden vermesin. Sadece o değil, en ücra köyde bile insanlar bu şekilde düşünmeye zorlanıyor ve üretiyorlardı. Çünkü partinin ilkeleri vardı ve bu ilkeleri savunan yöneticileri vardı. Günlük politikalarla değil geleceği düşünerek politikalarını belirliyorlardı. Sanki bu ülkenin hiçbir sorunu kalmamışta cemaat destekli yolsuzluk ve haram söylemleri ile bir seçim yarışını götürdünüz. Ve özellikle Trakya’da hala bu kuşağın mirasını yiyorsunuz. Lakin özellikle Trakya’da oy arttıran partilerin başında AKP gelmektedir. Bu da hovardaca harcanan mirasın tükenmesidir. Başarısızlığın ikinci büyük nedeni parti içi demokrasi olgusunu göz ardı ederek, saçma sapan bir demokrasi arayışınızdan kaynaklanmaktadır. İlçemden örnek vereceğim ama ülkemin birçok CHP örgütünde yaşandığını düşündüğüm soruna benzerlikler göstermektedir. Kişilerle hiçbir sorunum yok bu bilinmeli öncelikle. Lakin yerel örgütlerin dışlanıp, aday adaylığı süreci devam ederken, aday adaylarının dilekçelerinin bile kabul edilmediği, vekillerin tek seçici olduğu bu anti demokratik düzenden ne bekliyorsunuz.? Sonra ilçemde genel seçimlerde ülkemin en büyük yüzdesini alan CHP, yerelde 3.parti durumuna düşmesi sizi de düşündürmüyor mu? Yolsuzluklarını anlattığınız parti nerede ise 3. olacaktı. İlimde adayı kabul görmediği için istifa eden vekilin davranışı sosyal adalet ve hukuka sığar mı ? İlkeleri olan bir sosyal demokrat neden istifa eder, neden istifasını geri alır bunu da çözebilmiş değilim. Sosyal Demokrasi bu mudur ? Tabi genel merkez olarak bazı bölgelerde önseçim yapıp bazılarında yapmamak ne hikmetse. Ya ön seçim olur tüm yurtta ya hiçbir yerde olmaz. Yarım yamalak bir demokrasi CHP hariç dünyanın hiçbir partisinde yoktur sanırım. Bir yandan genel merkez, diğer yandan vekillerin seçiciliği ? 3. ve en önemli nedende bu uyarılara kulak tıkamanız. Sosyal Demokrasi ideolojisini bir kenara bırakın, insan olmanın erdemlerinden en önemlisi insanın ilkelerinin olmasıdır ve ilkelerine ölümüne sahip çıkmasıdır. Sessizliğiniz, vekillerinizin bu tür uyarılara sansürü, bu ilkesizliğin en büyük kanıtıdır. 90 küsur yıldır, geçmişte başarıları kanıtlanmış, ispatlanmış bu ilkelerden uzaklaşarak başarısızlığa endekslenmeniz sadece ilkesizlik değil sanırım. İlkelerinizi geçmişte de yazdım, yazıldı, çok söylendi ama ilkeleriniz Atatürk ilkeleri ile uyuşmuyorsa, lütfen ilkeleriniz doğrultusunda bir partide siyaset yapın. Bu sadece size değil bu ilkelere kulak asmayan tüm örgüte aslında. Mesela Sarıgül’ün yıllardır özlemi bu partiyi ele geçirmek. Cemaatinde parti kuracağı söyleniyor. Bu parti Atatürk ilkelerini yıkmak üzere mücadele edecek bir parti olacak. Orada siyaset yapmak bence çok daha yakışır. Yıllardır partinin başarısızlığı, nedenleri üzerinde düşünürken özellikle 90’lı yıllardan sonra partiyi yönetenler konusunda açıkçası şunu da düşünmeden edemiyorum. Hatırlarsınız 70’li yıllarda Avrupa’yı kasıp kavuran Kızıl Tugaylar diye bir örgüt vardı. Hatta İtalya Başbakanı Aldo Moro’yu kaçırıp öldürmüşlerdi. O örgütün amacı, İtalya’ya önce terör yaratarak faşizmi getirtmek. Halkın faşizmi yaşamasından sonrada kolayca devrim yapmaktı. Ki İtalya faşizmi yaşamış bir halktı. Şimdi bakıyorum da sanki sizler, 90’lardan sonra bu partiyi yönetenler Halk önce bir şeriatı görsün de sonra bu ülkeye demokrasiyi kolayca getiririz düşüncesi ile hareket ediyor gibisiniz. Baykal, Erdoğan’ı vekil ve başbakan yaptı, siz cemaate sırtınızı dayayarak işi garantiye alıyorsunuz sanki. Erdoğan şeriatı getiremezse cemaat ve Amerika nasıl olsa getirecek diye. Gerçekten bu ülkenin güzel insanları yoruldu Sn.Kılıçdaroğlu, akıl yürütmekten, çözüm önermekten. Bazen paranoyakça yorumlar yapmaktan ? Lütfen eline, beline, diline hakim ol, felsefesinden gelen siz, lütfen dürüst davranarak içi dışı bir diye algıladığım bu felsefenin ışığında, kulak tıkamayarak açık olunuz ve ulusalcıların bu çığlıklarına yanıt veriniz.