22 Nisan 2009 Çarşamba
CHP NEREYE GİDİYOR ?
“Hafıza-ı beşer nisyan ile maluldur” Sanki şimdiki başkan ve yönetim son seçimlerde bu partiyi Cumhuriyet tarihinde ilk kez Meclis dışında bırakmadı? Bunun özeleştirisi verilmesi gerekirken insanlara eleştirmeyin demenin anlamını anlayamıyorum? Sanki şimdiki başkan ve yönetim diğer Sosyal Demokrat partiyi? sağa kaydı diye eleştirirken Şeyh Edebali’nin öğütlerini başkanlık odasına asmadı? Niye Atatürk değil? Verilecek oyların Atatürk Devrim ve ilkelerine verileceğini söyleyen bu yönetim geçmiş dönemde Atatürk’ün Partiye’de ilke ve bayrak olmuş ilkelerini tartışmaya açmadı? Hangi oku çıkaralım tartışmaları yapmadı? Daha gerilere gitmeye gerek varmı bilmiyorum. Ama yönetim olarak lütfen gerilere 25 yıl öncelere giderek başlayın arşivleri araştırmaya. Kurultay sonuçlarını inceleyin. Katılan adayları ve aldıkları oyları? 12 Eylül’den sonrakiler de dahil. Lütfen biraz özeleştiri yapalım.
Yapıyoruz da, özeleştiri yapayım derken de lütfen gülünç durumlara düşmeyelim? Halk, Sn. Başkanla ilgili, onu eleştirenler kadar olumsuz düşünmüyor derken geçtiğimiz seçmleri anımsıyalım. Halkımız Yerel Yönetim seçimlerinde partiyi meclise soktu, (% 15’lik oyla) partiye verdiği değeri gösterdi ama partiyi yönetenlere geçit vermedi. Burda bunları hatırlatmak, aynı hataları yapmayın demek suç oluyor da, partiyi meclis dışında bırakmak Atatürk Devrim ve ilkelerine sadakat. ! Sonrada ”CHP’yi yok etmeye kimsenin gücü yetmeyecektir” diyerek ucuz demagojiler yapmak.
Eleştirenler neyi eleştiriyor. Parti içi demokrasi olmayan partilerin başarısızlığını. Bunu yıkın deniyor. Şimdilerde partinin yeniden yapılanması deniyor. Bu yapılanma demokratik mi? Işte eleştiri burada başlıyor. Demokratik olmadığına inananlar eleştiriyor. (Bir örnek yetmez belki ama bu satırların yazarının yaşadığı bir örnek olduğu için önemli.)
Büyükçe bir belde başkanınınız bir sohbet sırasında kendisinin 13. Maddeden muaf tutularak başkan tarafından belde başkanı atandığını övünerek anlatıyor. Merak bu ya 13. Maddeye şöyle bir göz atayım dedim karşıma ne çıktı biliyormusunuz? Partiye üye olan biri 6 ay yedek üye sayılıyor. Yani bu belde başkanımız partiye kayıt olur olmaz
belde başkanı atanıyor. Seçilmiyor atanıyor. Yeni yapılanma bu ise endişeler daha da artıyor. Il, Ilçe örgütlerinin dağitılması, yeni atamaların tepeden yapılması yeni yapılanma ise gelecek için olumlu konuşmak bence geçmişten ders alıp bugünü kuramayanların, bu günü yorumlayıp yarınlara plan yapamıyanların işi.
Birde üzücü olan Kurultay delegelerinin süzülerek geldikleri, meslek sahibi, okuması yazması olan yada partide politikleşmiş insanlar olduğunun söylenmesi özürün kabahatten büyük olmasının delilidir bence. Bu yönetimi eleştirenlerin profillerini lütfen bir araştırın.
Bu eleştirileri yapanların ne başkanla ve de yönetimle bir alıp veremedikleri yok. Çogu birbirlerini tanımazlar ama tarih asla affetmez. Türk siyasal tarihine, CHP’yi ilk kez meclis dışında bırakan başkan ve yönetim olarak yazıldılar bile.Ama haklı olarak eleştirenler de tarihteki yerlerini aldılar.
Bir de ortaya “Anadolu Solu” diye bir kavram atıldı ki, Yönetim ve başkanını danışmanlarını tarihsel hatalar yapmamaları için uyarması veya bu kavramı çok iyi incelemeleri gerekirdi. Evet sol’un kökenleri Anadolu. Çünkü dünyanın ilk toplumcuları (ki solun kökenide toplumculuk değil mi?) sayılan iki kişiden biri Anadolu’dan çıkmıştır. İsterseniz bu konuyu Orhan Hançerlioğlu’nun “Düşünce Tarihi” eserinden öğrenelim.
“Dünyanın kabul ettiği ilk toplumcular Thomas More ve Şeyh Bedreddin. İkisi de asılarak hayata veda etmişlerdir. Fakat Şeyh Bedreddin çağının yüzyıl ilerisinde olduğu, Thomas More ise çağının yüzyıl gerisinde kaldığı için asılmışlardır.”
Tüm eleştirenlerin sözcüsü olmak değil amacım ama bence bu yönetimi ben Thomas More’a eleştirenleri Şeyh Bedreddin’e benzetiyorum. Eleştirenler ve sağ siyasetler bu arabayı devirmemiştir. Ve şimdi başta ki soruyu sorabilirmiyiz. CHP nereye gidiyor? Thomas More düşüncelerine mi? Şeyh Bedreddin düşüncelerine mi? Yani çağın ilerisine mi, yoksa 600 yıl öncesi öğretilere mi?
Lütfen CHP’yi yönetenler, bu ülkenin aydınları, O Büyük Devrimcinin, devrim ve ilkelerine gönülden bağlı olanlar, bu ilkeler ışığında hareket eden sivil toplum kuruluşları, sendikalar,üniversiteler, tarihteki yerimizi almak için iktidar hırsı ile değil, Atam’ızın partisini yaşatmak ve daha ileriye götürmek için, polemiğe girmeden ele ele vererek, eleştirilerden korkarak değil, dersler alarak, bilimin ışığında, bilimsel yöntemler ve tarihten dersler alarak bu mirası sonuna kadar savunalım.
Not: Bu yazı CHP’nin “Anadolu Solu” kavramını ortaya attığı zaman yazılmıştır. Bu günlerde yukarıdaki düşüncelerin ve partiyi eleştirenlerin haklılığını yaşamıyormuyuz? Belkide siyasal tarihimiz de ilk kez sol’un birleşmesi için çıkan bu tarihsel misyonu kişilere bağlayarak reddeden de herhalde CHP’yi eleştirenler? Bu konuda aslında bir başka yazıda tartışılabilir.
Türkiye'de Bilim:Çıplak Gerçeklik
Türkiye’de bilimin var olup olmadığının en güzel yanıtını 16 Agustos 2000 gecesi bir Sn.Bakanı’mız Kanal D’deki tartışma programında tarihe geçecek bir cümle ile çok güzel verdi. Bu programı izleyemeyenler için kısaca konuyu açıklamak istiyorum.
17 Agustos faciasından sonra bu Bakanımızın imzası ile yayımlanan iki genelge hakkında görüşlerini soruyor bir konuk Sn.Bakan’a. Genelgeler kısaca şunlar “İzinsiz inşaa edilmiş orta hasarlı binaların affedilmesi ve tadilatının yapılması o binanın bulunduğu Valilik ve Belediye yetkisindedir.” İkincisi “Depremde hasar gören çok katlı binanın yerine yenisinin yapılması Belediyelerin sorumluluğundadır” Hani bir söz vardır özrü kabahatinden büyük diye.
Bilim bu konuda ne diyor ; izinsiz yani kaçak yapıyı ne yapacağını ben yasalarla bildirdim sana, ve sen yasaları uygularsan hiçbir sorun olmaz. Şimdi de Bakanımızın (siyasi gücün) dediklerine bakalım. “Sn. ……… bir de çıplak gerçekliği görelim. Adamı zaten deprem vurmuş. Bizden yardım istiyor. Ne yapmalıydık”
Şimdi yüzyılın felaketinden sonra hasar gören bir kaçak binayı affedeceksin, veya zaten 2-3 kattan fazla yapılmaması gereken, fakat kaçak yapılan çok katlı bir binayı aynı yerde aynı şekilde çok katlı olarak yapılmasına izin vereceksin. Benim memurum işini bilir misali sen halkı kanunsuzluğa teşvik edeceksin.
Bu tek ama çok önemli örnekten sonra aynı soruyu tekrar soralım. Türkiye’de bilim var mıdır.?
Bu soruya yanıt vermeden önce acaba Bilim nedir? Ana Britannica şöyle tanımlar bilimi. “Nesnel dünyaya ve bu dünyada yer alan olgulara ilişkin tarafsız gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel etkinliklerin ortak adı. Bütün bilimlerin amacı, genel doğruların ya da temel yasaların bilgisine ulaşmaktır.” Bu tanıma Bertrand Russell “Din ile Bilim” adlı eserinde şunları ilave eder. “Bilimin bu kuramsal yönünden başka bir yönü de, bilimsel düişünceden yararlanarak, bilim öncesi çağlarda elde edilemeyen, ya da çok pahallıya malolan yaşama kolaylıklarını, çok üstün yaşama olanaklarını sağlayan, bilimsel tekniktir. Bu ikinci yönüyle bilim, bilim adamı olmayanlar için bile büyük önem taşır.” Yani, kısacası bilim insan içindir.
Ne yazık ki insanlık tarihi ile başlayan bilim sürekli savaşarak günümüze kadar gelişimini başarılı bir şekilde sürdürebilmiştir. Sanayi Devrimine kadar Dinsel erg, sanayi devriminden sonra ise ekonomik ve siyasal erk tarafından sürekli denetim altına alınmaya çalışılmıştır. Özellikle bizim gibi ülkelerde bu olgu halen devam etmiyor mu? Son felaket bunun örnekleri ile dolu değil mi?
Şimdi, bu şartlar altında istediğin kadar bilim üret, istediğin kadar bilim adamı yetiştir. Bilim adamların Dünya bilim örgütlerine seçilsin, ürettikleri bilim dünyada kabul görsün. Kendi rektörünü seçmekte bile bilim adamına güvenmeyen siyasal erk (çünkü bu kurulu siyasal erk atıyor), bilim adamının ürettiği bilgiyi gözardı eden siyasal erk özgür düşüncenin geliştirdiği bilim kurumlarını dogmatik bilim adamlarına terk ediyorsa ve bu üretilen bilimleri insanı için kullanmıyorsa böyle bir ülkede bilimden söz edilebilir mi?
1930’lu yılların sonlarına doğru Bilim düşmanı Nazi’lerden kaçarak Almanya’yı terk eden bilim adamlarına kucak açıp, onlara kolaylıklar sağlayan çağdaşlaşma yolundaki bu genç Cumhuriyet 1961 Anayasası ile yozlaşmaya başlayan bilim kurumlarını Özerkleştirerek özgür bilimsel kurumlar yapmasından kısa bir süre sonra tekrar siyasal erk tarafından kemirilmeye başlanmadı mı?
Bu yıllardan bir örnek vermek istiyorum.
20 yıl kadar önce hocalarımız ünlü astro fizikçi Çek asıllı Amerikalı Prof. Tibor Herçek’in Fakültemize gelerek bir dizi seminer vereceğini duyurdu. Bu isim bizler için hikayesini dinleyene kadar hiç bir anlam ifade etmiyordu.
“1968 Mayıs’ında Sovyet’lerin Çekoslovakya işgalinden sonra o ülkedeki bilim adamlarıda dünyanın çeşitli ülkelerine dağılıyorlar. O zamanlar Doçent olan Sn.Herçek’te Alman bilim adamlarına kapılarını sonuna kadar açan Ülkemizin o dönemdeki koşullarını düşünerek en önemliside bir Türk dostu olduğundan ülkemize geliyor. Mevzuatlara bakılıyor ki yabancı bir bilim adamı ülkemize geldiğinde Prof.’luk haricindeki kariyerde ise bulunduğu akademik kariyerin bir alt sevisenden göreve başlıyabiliyor. Herçek ülkemizde çalışmayı kafasına koymuştur. Bunu aşmak için bir formül düşünülüyor. O yıllarda Hamburg Üniversitesinde aynı branşta görev yapan Prof. bir yıl sonra emekli olacaktır. Ve Herşek otomatikman Prof. Ünvanı ile o kürsünün başına geçecektir. Dolayısı ile bir yıl Hamburg Üniversitesinde çalıştıktan sonra Ülkemize gelmek üzere ayrılıyor. Bu arada Herçek’in Hamburg üniversitesinde çalıştığı zaman diliminde ön yatırımları da yaparak belki de şu an hala kullanmakta olduğmuz teleskobu çalışmaya başlayacaği Üniversite Rasathanesine bağışlattırıyor. Fakat Herçek’in bir yılı dolmadan ABD’deki bir Üniversite kendisine Prof. kariyeri ve vatandaşlık hakkı vererek ülkesine davet ediyor. Tabi Herçek o ülkeye giderek alanında (çift yıldızlar) dünyanın sayılı bilim adamlarından biri oluyor.”
Yoruma gerek yok. Ve 12 Eylül darbesi bilime son darbeyi indiriyor. Işin hüzünlü tarafıda bu olayı bize aktaran Hocamın 12 Eylül’den sonraki dönemde YÖK’ün kurbanı olarak bir Arap ülkesinde bilim üretmeye gitmesi. Sadece o mu? Yüzlerce bilim adamı ayn akibete uğramadı mı?
Bunun yanında bilimsel düşüncenin gelişmesi için çaba harcaması gereken Medya’yı eline geçiren ve kendi çıkarları için kullanan ekonomik gücün yaklaşımı konusunda geçmişten kısa bir örnek verdikten sonra aynı soruyu tekrar soralım. Günümüzden örnek vermeye gerek var mı bilmiyorum. Ben gerek olmadığını düşünerek ve hafızalarımızı tazelemek için geçmişten örnek vermek istiyorum ki günümüzde bu durum ne kadar gelişmiş onu anlayalım!
Bu kez 80’li yılların başı o zamanlar daha il olmamıştı Niğde-Aksaray. Ve basında bomba gibi bir haber veriliyordu. Aksaray’da uçan daireler görülmüştü. Ve hatta uçan dairelerin fotoğrafları bile yayınlanıyordu. Ve bu fotoğrafların hikaseni de bölgeye araştırma yapmaya giden hocalarımız anlatmıştı.
“Muhabirlerimiz gecenin kör karanlığında kibrit çakarak ve onu haraket ettirerek fotoğraflarını çekiyorlar. Ve ertesi gün gazetelerin baş sayfalarında kibrit alevleri uçan daire oluyor. Bunu yanlış olduğunu söyleyen hocamıza verilen yanıt “halk böyle istiyor”. Bilimsel sonuç mu: Halk arasında Akşam yıldızı olarak tarif edilen gezegenin atmosferik olaylardan dolayı daha parlak ve daha hızlı hareket eder gibi görünerek göz yanılgısı yaratması.
Geriye gitmeden son bir yıldır bu ülke yüzyılın feleketini yaşadığı halde, siyasal erk,medya hangi konuda bilimsel gerçekliğe göre davrandı?
Şimdi aynı soruyu şöyle sorsak bu şartlarda Türkiye’de “Bilim” mi? “çıplak gerçeklik mi” var.?
KanalTürk ve Tuncay Özkan
06.05.2008
Sivil Toplum ve Demokrasi
“Bu yazıda STÖ’ların tarihçesini vermek istemiyorum ama yinede başlangıç noktasını bir kaç cümle ile özetlersek, 12. Yüzyılda feodalizmin ortaya çıkması ile, kentlerin önem kazanması, feodal askerlerin bu zenginlikten yararlanmak istemeleri, bunun karşılığında kentleri koruma altına almaları, kentlerin güçlenerek kendilerini yönetir hale gelmeleri, hatta birkaç kentin birleşerek güç odakları haline gelmeleri, asillerin bu gelişimi kabul etmek zorunda kalmaları ile ilk sivil toplum temelleri atılmış olur. Feodal sistemin ortaya çıkışı, daha sonraki yüzyıllarda güçlü merkezi devletin ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Fakat ilginç olan devleti ortaya çıkaran ilk sivil girişimler, günümüzde devleti yönlendirmek için oluşturulmaktadır. Aydınlanma çağını aşan, sanayi devrimini geçiren Batı artık daha çok söz sahibi olabilmek, direkt yönetime katılabilmek için yeni yeni sivil örgütler kurmakta, devleti küçülterek siyasal etkinliklerini arttırmaya çalışmaktadırlar.
Batı da 12.yüzyılda başlayan bu girişim günümüze kadar şekillenerek demokrasilerin oluşmasını sağlamıştır. Türk tarihinde de ilk Sivil Toplum Örgütlenmeleri yine Batı ile başat 12. Yüzyıla dayanır. Selçuklular zamanında ilk Vakıfların tohumları atılır. Fakat gittikçe güç odakları haline gelen Vakıflar 1800’lü yıllarda Merkezi iktidarın denetimine geçer. Batı Sivil Toplum Örgütleri olgunlaşarak Hukuk devletleri ve Demokrasileri yaratırken Doğu örgütlenmeleri ise güce ulaşmayı hedeflemiştir. Bunun nedenleri araştırılabilir ama konumuz bu değil. Ümmetçilikten Ulus’a ulaştığımızda ise bu değerleri atmak tabi ki çok zor. Dolayısı ile Batıdaki gibi bir Demokrasi kurmak da hayal oluyor.
Ülkemizde özellikle 1980 sonrası atak yapan Sivil Toplum Örgütlenmeleri açıkça pek işlevsel olarak gelmiyor. Çünkü bunların çoğu ya Devlet tarafından kurulmuş, yada belirli çıkar gruplarının ortak çıkarları için oluşturulmuş örgütlenmelerdir.
Habitat-2’den sonra Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ile Tarih Vakfı’nın Sivil Toplum Kuruluşları ile ilgili yürüttüğü çalışma sonucunda bir “Sivil Toplum Kuruluşları Rehberi” hazırlanıyor. Bu rehbere göre ülkemizde tahmini olarak 2700 vakıf, 50 bin dernek, 1200 sendika, kooperatif ve meslek odası faaliyet gösteriyor. Rehbere alınan önemli 1,749 kuruluşun %39’u İstanbul’da, %25’I Ankara’da , % 11’I İzmir’de faaliyet gösteriyor. Geri kalan %25’lik oranı ise diğer 77 il paylaşıyor. Bu kuruluşların yüzde 52’si dernek, yüzde 30’u vakıf, yüzde 5’i sendika, yüzde 8’i meslek odası, yüzde 2’si kooperatif, yüzde 2’si yurttaş girişimi.
Yüzde 39’u İstanbul’da bulunan Sivil Toplum Kuruluşlarının faaliyet alanlarında eğitim ilk sırayı almakta, bunu çevre ve ekoloji, spor, tıp, topluluk dayanışması ve dostluk kurulları izlemektedir.
Ve şimdi gelelim işin can alıcı noktasına bu örgütlerde çalışan gönüllü sayısı 130 bini evet yanlış okumadınız yüzotuzbini geçmiyor. Bu da gösteriyor ki bu tür kuruluşlar kitle hareketi olmaktan ziyade resmi hareketi temsil etmektedirler. Dolayısı ile uygulamaya sokulan projelerde halkın katılımı sağlanamamakta, resmi görüş tarafından politik kaygılar gözetilerek kısa dönem için hazırlanan planların sonuçları ancak uzun dönemlerde alınabilmekte, tabi bu arada iş işten geçmektedir.
Demokrasimiz gelişmediği için daha ziyade serbest meslek erbabı örgütlenebilmekte kamu kesimi bu örgütlülükten çekinmektedir. Ekonomik olarak da daha güçlü olan serbest meslek erbabı bu tür örgütlenmeler yerine siyasi gücü ele geçirmeye yönelik örgütlenmelere yönelmektedir. “
Lüleburgaz Görünüm Gazetesi - 22 Temmuz 1997 - Bu Dünya Bizim –İlhan VARDAR
On bir yıl önceden aldığım bu alıntının yazarı halen Demokrasilerde Sivil Toplum Örgütleri’nin önemine inanmaya devam ediyor fakat geldiğimiz noktanın hiç de iç açıcı olmadığını düşünüyor.
Yazının kaleme alındığı tarihlerde ülkemizde kurulu Sivil Toplum Örgütlerinden bir çoğu bir çatı altında toplanmaya ve daha güçlü olma çalışmalarına başlıyor. Günümüzde işte bu birliktelikten temelleri Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (USTKB) ortaya çıkıyor. Ve geçtiğimiz günlerde USTKB bir basın toplantısı çağrısı ile birlikte basın mensuplarına dağıtılacak “iş birliği çağrı metni” yayınlıyor. Bu çağrı ve metinden birkaç paragraf almak istiyorum ki; düşüncelerimi daha anlaşılabilir kılayım.
“Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (USTKB) Yürütme Kurulumuz; Cumhuriyetimizin karanlık bir döneminin yerel seçimleri öncesinde, bir basın toplantısı ile, Cumhuriyet Değerlerini savunan tüm siyasi partilere, yerel seçimlerde 'her il ve ilçede tek bir yurtsever ortak adayla seçime gidilmesi' çağrısı yapmayı kararlaştırmış bulunmaktadır. “
“Bu toplantıya basının ve muhatap partilerin yanı sıra siz değerli aydınlarımızın da gereken ilgiyi göstermesi ve konunun kamuoyunda hak ettiği yankıyı bulması en büyük dileğimizdir. Aramızda izleyici olarak bulunmanız gücümüze güç katacaktır.”
Çok güzel bir girişim olmadığını söyleyemeyeceğim.Buradaki en büyük handikap ne yazık ki yumurta kapıya dayanınca bazı şeylerin aklımıza gelmesi. Yine seçimler olacak, yine çok tartışılacak sonuç, yine bizlere olacak. Bu çağrı 22 Temmuz 2007 seçimlerinden en geç bir hafta sonra yayınlanmalı ve bu güne kadar USTKB’nin temel amacı olan “Türk Ulusu’nun var oluş felsefesini oluşturan Cumhuriyetin temel niteliklerini korumak , yüceltmek , bu doğrultuda kamuoyu bilinci ve dayanışmasını oluşturmaktır.” İlkesi doğrultusunda bu amaca hizmet etmek değil mi idi.? Sanırım o coşkulu Cumhuriyet Mitingleri hepimizi rehavete sevk etti.
Çağrı metninden de birkaç paragraf
“Atatürk ilke ve devrimlerinin yozlaştırıldığı, anayasamızın temel niteliklerinin, ülke bütünlüğünün tartışmaya açıldığı bu günlerde, Cumhuriyetin savunulmasından yana olan tüm partilerin, coşkulu Cumhuriyet Mitingleri'ni gerçekleştirmiş olan halkımızın da en büyük isteği olan bu "işbirliği çağrısını" duymalarını istiyoruz.”
“Bu nedenlerle, ulusalcı partilerin ön koşulsuz, yapıcı bir yaklaşımla, birbirleriyle ve sivil toplum örgütleriyle görüşmelerini, sonrasında da her yörede şaibesiz, lekesiz ortak adaylar belirlemelerini istiyoruz.”
Sivil Toplum Devlet ten destek almayan ve siyaset üstü bir baskı grubudur. Sanki bu ülkede yaşamıyor ve 12 Eylül anayasasının mirası Siyasi Partiler yasasının siyasetçiler tarafından nasıl kullanıldığının ve bu tür girişimlerde ön koşulsuz hiçbir şeyi kabul etmediklerinden habersiziz. Adı sosyal Demokrat yada Ulusalcı bile olsa hangi partimizde parti içi demokrasi var ki? Ve ya böyle bir çağrıya ne kadar kulak verecekler.? Ne yazık ki “Akl-ı beşer nisyan ile malüldür” özdeyişi ne kadar da doğru. Yoksa bunları sürekli tekrarlama ihtiyacını kimse hissetmezdi. Bu yüzden hala sivil toplumun ülkemizdeki yetersizliğine inanmaya devam ediyorum. Sadece bu konuda değil çok konuda bu böyle. Sıralamada birinci olan eğitim konusundaki sivil toplum kuruluşları sadece başarılı gençleri topluma kazandırmakla çok büyük bir iş başarıyorlar, fakat eğitim sistemimizin iç açıcı(!) durumu ortada demek ki yeterli bir baskı kurulamayıp halkın katılımı sağlanamamış. Tabi katılım sadece maddi olarak sağlanıyor. Bunu yadsımıyorum yinede amacın sisteme etkisi olması gerekliliğini düşünüyorum.
Daha da ilginci sıralamada ikinci sırayı işgal eden çevre örgütleri ise bu konuda çok daha büyük handikaplar yaratıyorlar. Etkili(!) bir çevre sivil toplum kuruluşunun, kuruluş aşamasında zamanın Başbakanı iş adamlarına sesleniyor: “Bu örgüte destek çıkın hem de elli, yüz bin dolarlarla destek çıkın” diyebiliyor. Ve bu kuruluş bundan çok memnun oluyor. Yine aynı çevre örgütünün kurucularından birinin şirketi nükleer santral yapımı için ihaleye giriyor. Güler misiniz, ağlar mısınız? Örnekleri çoğaltmak zor değil ve bu örnekler ,hala sivil toplum bilincinin ne yazık ki ülkemizde yerleşmediğini halktan kopuk olduğunu göstermektedir. Rakamlar da zaten halkın katılımını açıkça belli ediyor. Bu da STÖ’nin halkı bilinçlendirme ve halka ulaşma konusunda sınıfta kalmalarına neden oluyor.
Bir birine bağlı bu konuda çok şey tartışılabilir. Yinede yerel seçimlerle ilgili olarak konumuza dönersek STÖ’lerinin çağrıdan ziyade bahsedilen değerleri savunan siyasal partilere yaptırım gücü yüksek eylemler düşünülemez mi.? Bugüne kadar STÖ’lardan siyasi partilere parti başkanının iradesi ile bir yığın milletvekili ya da yerel seçim adayı verilmedi mi? Ne yazık ki sanki aday olanlar ve seçilenler bir yerde bu STÖ’lerini kullanmadılar mi? Buradan da şu sonucu çıkarabiliriz STÖ kurucuları dahi sivil toplum bilincine ulaşamamış olmuyor mu? Seçimlerin parti başkanının seçtiği adayın halkın onaylaması olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu konuda da eleştiri gelince en büyük tepkiyi STÖ’lerden siyasete geçen kişiler göstermiyor mu? Yoksa ben mi yanlış düşünüyorum STÖ felsefesi siyaset ile iç içe olmak mıdır. ?
12 Eylül’ün yok ettiği sendika-parti organik bağından sonra –tabi Devrimci sendikalara yapılan baskılarında etkisi ile - dikkat ederseniz sosyal demokrat oylardaki düşüşler gözle görülür şekilde artmıştır. Ve sendikaların partiler üzerindeki sivil baskısının kalkması partileri rahatlatmış ve partiler parti başkanlarının hegemonyasına girmiş parti içi demokrasinin olmadığı oluşumlara dönüşmüştür. Tabi diğer kurulan STÖ’lerde aynı sivil baskı konusunda başarılı olamamıştır.
Aday belirleme konusunda yapılan yanlışlıklar sonucu geçmişte de olduğu gibi “fırıldak” lakaplı milletvekili Cumhuriyet değerlerini savunan parti sayesinde meclise girmedi mi? Ya da günümüzde o ilde hiç Demokrat aday bulunmuyor da; muhalefet edilen siyasal partilerden transfer edilen adaylar aday gösterilmiyor mu?
Küçük yerleşimlerde ise gösterilen adayların çoğu daha öncede bahsettiğim gibi serbest meslek erbabı ve ekonomik gücü olan kişiler. Ve halkın bir kuruşu hesap etmesini hesap edemeyecek şekilde yaklaşımlar sergilerken nasıl halka inebilecek? Bunu bir örnekle vermek istersem insanları alışveriş yaptıkları yerlere göre kınayan bir aday bu ülkede bakliyat üretiminin %100’nün gıda üretiminin de %80’lere varan bir oranda yeşil sermayenin elinde olduğundan nasıl bi haber olabilir. Yani vatandaş ucuz mal peşinde koşarken sen kalkıp nasıl bir siyaset uygulayacaksın vatandaşın halini nasıl hissedeceksin. Çünkü zaten dar gelirli bir kişi alışveriş yaptığı yeri seçerken en büyük kıstasının bir kuruş daha ucuz olmasını göremez.
Sonuç olarak özellikle yerel seçimler konusunda çok geç kalınsa bile çağrı ve ricadan ziyade ulusal, demokratik STÖ’ler birleşerek partilerin beceremediği laik, demokratik, şaibesiz adayları tespit ederek partilerin karşısına bu adaylarla çıkıp partilere sivil baskı uygulamak ve değerlendirmede benim adayımı da değerlendir bende senin adayını değerlendireyim eğer ortak noktada birleşemezsek ben bu yerde belirlediğim adayı bağımsız olarak seçimlere sokarak destekleyeceğim diyemez mi acaba? Böyle bir girişim daha yapıcı ve yaptırıcı olmaz mı? Bu sayede gerçekten bilgili, yöresine faydalı olabilecek ama ekonomik gücü olmayan sivil halkın içinden çıkan aydın kişiler bu ülkeye yararından çok fazlasını partileri demokrasiye yöneltmek konusunda çok daha iyi hizmet etmezler mi. ?
Teknolojinin gelişmesi ile birlikte internetteki gruplarda aslında birer STÖ olarak kabul edilebilir. Bu konu bir başka yazının konusu olabilecek genişlikte olduğu için kısaca değinmek gerekirse yüzlerce aynı amaca hizmet eden ulusalcı, demokrat grup olduğu halde görülüyor ki hala hastalığımız ortak noktalarda birleşememe hastalığımız sürüyor. Ve bu grupların bazılarının ortak amacı bir yerde ayrı ayrı siyasallaşmak ve partileşmek. (Biz kaç kişiyiz hareketi mesela)
Daha öncede değindiğim gibi iç içe konular ve tartışma alanları. Dolayısı ile aydınlarımızın ve basının durumu ise ayrı ayrı inceleme konuları. Ama mademki bu yazıda STÖ leri ele aldık ve onların ortak amaçlarının sadece kamuoyu bilinci ve dayanışmasını oluşturmak olması gerektiğini kabul edersek; aydınlarımızın ve basınımızın da bu amaç içinde ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
Amaç bu ülkeyi belli bir iktidardan kurtarmaktan çok Atatürk Devrim ve İlkelerinin ilelebet sürmesi ve sosyal devlete ulaşmak için mücadele etmek değil mi?
28.12.2008