28 Mart 2015 Cumartesi

UYUMUYORUZ!... UYARIYORUZ!...

Saygıdeğer Basın ve Medya Temsilcileri, Türkiye’de 9 milyon engelliyi ve bir o kadar da yakınını doğrudan ilgilendiren bir haksız uygulamaya dikkatinizi çekmek istiyoruz. Engelli yurttaşlarımızın yanı sıra, yeni mağduriyetlere itilen 65 yaş üstü vatandaşlarımız ile evde bakım ücretleri kesilmeyle karşı karşıya kalmış tüm bakıma muhtaç yurttaşlarımızı bekleyen yeni haksızlıklara karşı, sesimize bir ses katmanızı ve bu sorunun çözümünde bizlere yardımcı olmanızı istiyoruz. Engelli aylığı ve evde bakım ücretlerini düzenleyen 2022 ve 2828 sayılı yasalarda yapılan değişikliklere göre, artık ihtiyaç sahibi bireylere, kendi gelirlerine bakılarak değil, aile ve akrabalarının toplam gelirleri ölçü alınarak yardım yapılıyor. Bu durumda, yardım alan ihtiyaç sahiplerinin büyük bir bölümü zaten yetersiz miktarda maddi yardım imkânını da kaybedecek, birçoğu ‘’açlıkla ’’ yüz yüze kalıyor. Bu durumun değişmesi aslında mümkün... Bizler, 164 Engelli Sivil Toplum Kuruluşu olarak, engellilerin hak kayıplarını ilgilendiren yasaların değişmesi için, yeni bir yasa tasarısı hazırladık. Kanun tasarısını Ak Parti, CHP, MHP ve HDP Grup başkan vekillerine ve farklı siyasi partilerden çok sayıda milletvekiline anlattık. Tüm siyasi temsilciler, bizimle hemfikir olduklarını belirterek, hazırladığımız değişiklik teklifini haklı ve yerinde buldular. Önerdiğimiz yasa değişikliği teklifimizi, Aile ve Sosyal Politikalar Bakan Yardımcısı ile Yaşlı ve Engelli Genel Müdürü’ne de anlattık. Bakan yardımcısı ve Genel Müdür, bu değişikliğin haklı ve gerekli olduğunu ifade ederek, bu yönde çalışacaklarının sözünü verdiler. Görüşmelerden ve bize verilen sözlerin üzerinden iki ay geçmesine rağmen, beklenen yasa değişikliği Meclis’in gündeminde yer bulamadı ve kanun değişikliği gerçekleşmedi. Meclis’e sunduğumuz kanun değişikliğinin gerçekleşmesini sağlamak için, Türkiye’nin eylem yapılabilecek tüm illerinde, ‘’Uyumuyoruz!.. Uyarıyoruz!..’’ sloganıyla, 28 Mart saat 13.00’ten 29 Mart saat 13.00’e kadar oturma eylemi gerçekleştireceğiz. Bu oturma eylemlerimizin belirtilen gün ve saatte İstanbul’daki adresinin, Beyoğlu Galatasaray Lisesi önü olduğunu bilgilerinize arz ederiz. Battaniyelerimizi kuşanıp 24 saat oturacağımız bu eylemlerde engelli, yaşlı ve muhtaçların sorunları ve haklarını tartışacağız. Yanı sıra çeşitli etkinlikler gerçekleştireceğiz. Değerli basın camiamızın eylemlerimize ve yürüttüğümüz hazırlık çalışmalarına gereken ilgiyi göstererek sorunlarımızı kamuoyuyla paylaşmasının, bizi ziyadesiyle mutlu edeceğini ve sesimizin daha geniş kesimlere ulaşmasına aracılık edeceğinin bilinmesini isteriz. 2022 ve Evde Bakım Grubu *Yasa değişikliğine imza koyan STK listesi ektedir. Saygılarımızla. TÜRKİYE KAS HASTALIKLARI DERNEĞİ 2022 ve 2828 Sayılı Yasa Değişikliği İçin İmza Atan Ulusal ve Yerel STK'lar DESTEK VEREN ULUSAL STK/KURUM/KURULUŞLAR Engelli Hakları Federasyonu Engelli Hakları Forumu Türkiye Engelliler Konfederasyonu Türkiye Kas Hastalıkları Derneği Türkiye Ortopedik Engelliler Federasyonu Türkiye Sakatlar Derneği Genel Merkezi Yoruma gerek var mı bilmiyorum… Ülkemin aydın, okuma oranı en yüksek, sosyal demokrat Trakyam’dan destek veren Yerel Sivil Toplum Kuruluşları; Çanakkale; Kırklareli, Tekirdağ, Çerkezköy, Çorlu Türkiye Sakatlar Derneği Şubeleri. Edirne’mden hiçbir STK yok. Doğu illerinden de çok az olduğu gibi. Tabi Trakyamın Belediyelerine baktığımızda Engelliler için alınan önlemler! Gözler önünde. Yarın ilinizde meclise göndereceğiniz vekillerinizin seçimini yapacaksınız. Daha sonra bu adayları meclise göndermek için çabalayacaksınız. Lütfen insan öğesini, doğayı, projeleri düşünerek, sonrasında bu konularda uyarılar yaparak seçimlerimizi yapalım. UYUMAYALIM…. UYARALIM….. * * * LÜTFEN DİKKAT !! Alarmınızı 28 Mart Cumartesi akşamı 20:30’a kurun ve o gece ışıklarınızı bir saatliğine kapatmayı unutmayın! Dünyada 2 milyar insanın katıldığı ortak mücadelenin bir parçası olun. Dünya Saati Nedir? Dünya Saati etkinliği 2007 yılında Avustralya'da başladı. Ülkedeki tarihi ve anıtsal yapılar, binlerce kurum ve milyonlarca insan ışıklarını bir saatliğine kapatarak, iklim değişikliğiyle mücadele için tüm dünyaya çok önemli bir mesaj verdi. Hepimiz tek evimiz, gezegenimizin karşı karşıya olduğu, başta iklim değişikliği olmak üzere çevre sorunlarıyla mücadele etmek için acilen adım atmalıyız! Dünyanın anıtsal ve tarihi yapılarından Sidney Liman Köprüsü, Toronto'daki CN Kulesi, San Francisco'daki Golden Gate Köprüsü, Roma'daki Kolezyum, Çin Seddi ve Boğaziçi Köprüsü gibi küresel öneme sahip birçok anıt yapı ve tarihsel bina, hızla büyüyen kampanyanın umudunu ışıklarını kapatarak tüm dünyaya iletiyor. İklim değişikliğinin etkisi sıcaklıklardaki artışla sınırlı değil. Kuraklık, sel baskınları ve şiddetli kasırgalar gibi aşırı hava olaylarının sıklığı ve etkisinde artış, okyanus ve deniz suyu seviyelerinde yükselme gibi etkenler sonucunda insanlar, bitkiler ve hayvanlar ciddi risk altında. Dünya Saati kampanyası bu yıl İklim değişikliği sorununa dikkat çekmeyi amaçlıyor. İklim değişikliğine dikkat çekmek için 28 Mart 20.30'da (Bu akşam) ışıklarımızı bir saatliğine kapatıyoruz !

25 Mart 2015 Çarşamba

“ENGELSİZ BİR DÜNYA İÇİN BENİM FİKRİM”

YA DA DEMOKRATİK BİR ÜLKE İÇİN BENİM FİKRİM Tırnak işareti içinde ki başlık yapacağım bir duyuru ile ilgili. Alt başlık ise hafta sonu CHP, MV adaylığı için yapılacak seçimlerle ilgili olarak benim başlığım. Ne yazık ki iki başlık ta paralellik teşkil ediyor. Yok yok bu paralellik paralel yapı ile ilgili değil. Özellikle son dönemler de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, muhalefeti eleştirirken; "Seçimlere kalmış şurada 2,5 ay. Ortada ne bir projeleri var ne bir gayretleri var ne bir çabaları var. Varsa yoksa, 'Cumhurbaşkanı şunu dedi, hükümet bunu yaptı'. Tamam da siz ne diyorsunuz? Siz ne yapacaksınız? Hele onu bir söyleyin. Siz benim ne dediğimle uğraşacağınıza, siz millete ne diyeceksiniz, onu söyleyin bir hele. Nasıl bir çözüm bulacaksınız onu söyleyin. Muhalefete bunlar sorulduğunda, verdikleri cevap enteresan. Ne diyorlar biliyor musunuz? 'Hele bir bunlar gitsin, gerisi kolay.' Hep bu. Proje bu, gerisi yok zaten." İnsan bunları okuyunca ve gerçeklere bakınca gerçekten üzülüyor. İlimiz de adaylığın ön seçimle belirleneceği belli olduktan sonra konu ile ilgili yazdığım yazı da, aday adaylarını üyeler tanımıyor kendilerini projeleri ile tanıtmaları gerekiyor, ve seçerken de insan için, doğa için, ülke için olan projelerinin çok önemli olduğunu belirtmiştim. Gerek, Sn.Hakan Dedeoğlu ile yaptığım geziler de, gerek üyelerle yüzyüze görüşmeler de , gerek tüm aday adaylarının takip ettiğim kadarı ile yaptıkları ziyaret ve söylemler de edindiğim izlenim ne yazık ki yukarıda ki RTE’nin söyleminden farklı değil. Vatandaş daha köyünün, beldesinin sorunu haricinde sorun bilmiyor. Trakyamızın en önemli çevre sorunlarına karşı duyarsız. Bir köy komşu köyden bi haber. Sn.Dedeoğlu’nun dediği gibi “DOĞA-İNSAN-EKONOMİ üçgenine oturan bir vizyonla verdiğim mücadelede, yaşadığımız sorunlar karşısında, "çevreci" bir vizyona sahip olmak, artık herkes için zorunluluktur. Bu çerçevede, Kömürköy’de üyelerimizle görüşürken Muhtar Yücel Güt’ün “köyümüzde kanalizasyon var ancak arıtması yok” ifadesine kulak vermemiz gerektiğini düşünüyorum.Kazandere’ye bırakılan evsel atıkların buradan bölgeye ve hatta İstanbul'a Terkos Gölü’ne yayıldığını unutmamalıyız.Bu sorunların aciliyetini artık hiçbir merci görmezden gelemez. Çakıllı’daki önemli sorun ise yeni verilen taş ocağı ruhsatlarıdır. Bu konuda Vize ve çevresindeki talanın Çakıllı’yada sıçramasının önüne ancak birlikte hareket edildiği takdirde geçilebilir. Ergene’nin doğduğu bölgenin; suyuyla, toprağıyla, havasıyla, kesinlikle korunması gerekmektedir. Sisteme yön verenlerin insaflı olmaları beklenmektedir.Diğer bir konu da evsel atıkların "ana dereye" bırakılması sorununun çözümlenmesidir. Bu da tabiiki arıtma sisteminin yapılmasıyla mümkün olacaktır. Bizler, dostlarımla birlikte, Trakya’nın daha fazla talan edilmemesi noktasında mücadele vermekteyiz.” Ve daha da üzücü olan yukarıda ki örnekte olduğu gibi bu güne kadar bölge siyasetçilerine sorunlarını anlatamamışlar ki sorunlar hala devam ediyor. Siyasetçilere ulaşamama sadece bölgemizin değil ülkemizin sorunu. CHP’nin merkez yoklaması yaptığı illerde mevcut vekillerin listeye girememesi veya çok zor girmesi sanırım en güzel örneği teşkil ediyor. Lütfen yanlış anlaşılmasın, siyasetçilere ulaşamama genel bir sorun ülkemizde, parti gözetmeksizin. Ama konu CHP’nin ön seçimi olduğu için örnek özelmiş gibi gelmesin. Bir de dikkat çeken, il, belde, ilçe parti yöneticilerinin tüm aday adaylarına eşit uzaklıkta durması demokrasinin gereğidir diye düşünüyorum. Böyle olunca, zaten bir işaret bekleyen üye seçmende eski delege geleneğini sürdürmek isteyen çevrelerin insafına terkedilmekte, özgür iradeyi etkilemekte, demokratikleşmemeye neden olmaktadır. Yine delege sisteminden arta kalan yemekli toplantılar, maddi güçle arkaya alınan görsel medya desteği çok az olmakla birlikte, bir şans olan ön seçimi gölgeliyor diye düşünüyorum. Genel söylemde ise Trakyamızın en önemli sorunlarının, - Ergene, Istrancaların suyu veya yok olma tehlikesi, tarımın ölmesi, taş ocakları gibi - sloganvari bir şekilde dile getirilmesi. Çözüm için öneri, plan yok gibi. O yüzden en azından bu konularda geçmişte yapılanlara bakmak, bir önfikir verebilir diye düşünüyorum. “Geçmişte yaptıklarımız geleceğimizin garantisidir” mantığı kısacası. Tabi insan yine yok genelde. Engelliler, akıl sağlığı ve sağlık sorunları, şiddet, kadına bakış açısı. CHP MV’liği adaylık seçimleri öncesinde, tüm üye seçmenlerimizin özgür iradeleri ile demokratik bir ülke için fikirlerinin olduğunu ve bu yönde oy kullanılarak adayların belirlenmesini gerçekleştireceklerine inanıyorum. Ekte ki basın bildirisi ise adaylarımıza yönelik ülke insanımız için ele alınması gereken bir konuda fikir verecek diye düşünüyorum. Ve özellikle İstanbul’ da oturan yakınlarınız için duyuruyu paylaşırsanız çocuklarımızın konu ile ilgili olarak farkındalıklarını arttırmış oluruz. BASIN DUYURUSU Türkiye Kas Hastalıkları Derneği, 08.06.1992 tarih ve 92/3137 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Kamu Yararına Çalışan Dernekler statüsünü almış, 16.07.2004 tarih ve 2860 sayılı Yardım Toplama Kanunu’nun 6. maddesi gereği de ülkemizdeki İzinsiz Yardım Toplama hakkı tanınan dernekler arasına katılmıştır. Çoğu ilerleyici bir özelliğe sahip ve kalıtımsal olan kas hastalıklarında, hastalarımızın bir kısmı çok erken yaşta kaybedilmekte, bir çoğu ise yaşamlarını tekerlekli sandalyede sürdürmek zorunda kalmaktadırlar. Büyük çoğunluğunun şimdilik tedavisi yoktur. Ülkemizdeki sayısı 100.000 olarak tahmin edilen kas hastası için derneğimiz, hastaların toplumla karşılıklı entegrasyonunu en üst düzeye çıkartmak, kaliteli bir yaşam sürmelerinin koşullarını yaratarak bu konuda hastalara rehber olmak, hastaları doğru yönlendirmek gibi işlevlere sahiptir. Yazık ki hasta kitlemiz çoğunluk ile tekerlekli sandalye bağımlısı olduğundan sosyal yaşamın içinde yer alamadığı gibi ulaşım, altyapı, mimari engeller ve bazen de eğitim kurumlarındaki eksik bilgilerin yol açtığı bir çok sıkıntıdan dolayı eğitim hayatını tamamlayamamaktadır. Türkiye Kas Hastalıkları Derneği olarak bu anlamda farkındalık yaratmak için Gönül dostlarımızın desteği ile Engelsiz Bir dünya İçin Benim Fikrim başlıklı bir resim yarışması başlatmış bunmaktayız. İstanbul İlinde İlk, Orta ve Lise Öğrencileri arasında yapılacak söz konusu yarışmanın toplumsal bir farkındalık yaratacağına inanmaktayız. Böylesi bir çalışmaya siz değerli basın mensuplarının da sorunumuzu duyurmamıza, farkındalık yaratmak için verdiğimiz mücadelemize duyarsız kalmayacağınızı umut etmekteyiz. İletişim: info@kasder.org.tr Tel:02126638686 Saygılarımızla. TÜRKİYE KAS HASTALIKLARI DERNEĞİ

21 Mart 2015 Cumartesi

EMPATİ ve EMPAT

Ülke insanı olarak sanırım en büyük sorunumuz empati yeteneğini kaybetmemizden kaynaklanıyor. Çünkü ; Bebekler üzerinde yapılan araştırmalara göre, doğuştan empati yeteneğimiz yüksek olmakla birlikte, bu yetenek, ailevi ve toplumsal koşulların sağlıksız olması durumunda, hızla kaybedilebilir. Empati, gelişmiş duygusal zekânın ürünüdür !! ... IQ .. DEĞİL ! ... EQ .. gerekli .... Bazı insanlar, karşısındaki insanın duygu ve düşüncelerini doğru anlar ve hisseder. Kendisini adeta onun yerine koyar, olaylara onun gözüyle bakabilir. Nasıl tepki vereceğini bilir ve bu gerçeği dikkate alarak davranır. Empati, yani duygudaşlık adı verilen bu durum, insanlar arası ilişkilerin gelişmesine, kavgaların azalmasına yardımcı olur. Empati sıklıkla, kendi gerçeğini inkâr etme ve karşısındakinin taleplerine boyun eğmeyle karıştırılır ki, bu yanlış bir tespittir. Empati için, erkek ve dişi özelliklerin ikisini birden bünyesinde barındıran, çift cinsiyetli, bir beyne sahip olabilmek gerekir. Anlayabilen, hissedebilen, problemleri çözebilen bir beyin!.... Empati yeteneği zamanla da kazanılabilir, geliştirilebilir. Nasıl mı? Öncelikle kendi duygu ve düşünce dünyamızı tanıyarak, sağlıklı yapılandırarak, Karşımızdakini dikkatle dinleyerek, Yorum yapma ve yargıya varma konusunda acele etmeyerek, Yaşadıklarımızdan dersler çıkararak, İnsanları ve olayları sürekli kontrol etme eğilimimizle yüzleşip, bu davranışı terk ederek, Karşımızdakilerin yıkıcı ve sömürücü davranışları ile aramıza belli sınırlar çizerek... Peki empati, kadınlarda mı, erkeklerde mi daha güçlüdür? Kişiden kişiye değişmekle birlikte, araştırma bulguları ağırlıklı olarak kadınları işaret ediyor. Kadınların, konuşarak kendisini ifade edemeyen bebek ve küçük çocukları anlamaya olan ihtiyaçları, genetik olarak empati kurma becerisine yatkınlıklarının nedeni olmalı. Kadınlar, sıkıntıda olan bir insandan kolayca etkileniyorlar. Hem kadınlar hem de erkekler, daha anlayışlı bir kulak aradıklarında, kadınlarla konuşmayı, dertlerini paylaşmayı tercih ediyorlar. Kadınlar daha güçlü empatiye sahipken, erkekler, sorunları kavrama ve teknik çözüm sistematiği kurmada daha başarılılar. Erkeklerin bu yeteneği sergileyebilmeleri, problemlere sağlıklı bir mesafede durabilmeleri halinde mümkün. Empati, karşısındakini bir cisim değil, duygu ve düşünceleri olan bir insan gibi algılayarak yoğun bağ kurma demekken, sistem yeteneği, karşısındakinden biraz daha ayrı durma ve süreci objektif biçimde değerlendirebilme anlamına geliyor. Yaşamda sorunlarla başa çıkmada, her iki niteliğe de ihtiyaç duyuyoruz. Bazı durumlarda empatinin getirdiği duygusal destek, bazense, sorunlara teknik çözümler gerekiyor. Peki bir Empat’ın özellikleri nelerdir.? Şiddet, zalimlik veya trajedi içeren şeyleri izlemek dayanılmazdır: Empat ne kadar uyumlanmışsa bu durum daha da şiddetlenir. Bu yüzden çoğu Empat eninde sonunda televizyon izlemeyi ve gazete okumayı bırakmak durumunda kalır. Acı çeken, duygusal yara almış veya korkutulmuş olan insanlar bir Empat’ın dikkatini ve şefkatini daima çeker. İnsanlar hep ona içini döker, hiç tanımadığı insanlar bile: Bir Empat, insanların sorunlarına, problemlerine çöplük olabilir, ki dikkatli olmazsa hepsi onun üzerinde kalabilir/o sorunlar kendininmiş gibi olur. Empatların enerjileri çoğunlukla sömürülür. Alkol, uyuşturucu, seks gibi Empat’ın bulaşmadığı çok az şey vardır. Bunun sebebi dışardan gelen duyguları kapatmaya çalışmalarıdır (Ki bunu bilinçli olarak farketmezler). Kendini korumanın başka bir şeklidir ve bu bir kişi veya şeye karşı olabilir. Şarkı söylemek olsun, dans etmek olsun, rol yapmak olsun, yazmak ve çizmek olsun, bir Empat oldukça güçlü bir yaratıcılık damarına, geniş bir hayal gücüne sahiptir. Doğanın içinde olmak Empatlar için bir gerekliliktir ve evcil hayvanlar yaşamlarında olmazsa olmazdır. Bir Empatın eğer kendiyle başbaşa kaldığı bir zamanı olmazsa kafayı yemesi işten değildir. Bu özellikle çocukluklarında bariz olarak gözlemlenir. Teşvik edilmezse kolayca sıkılır ve/veya dikkati dağılır: İş, okul ve ev hayatının Keyif almadıkları bir şeyi yapmak onlar için imkansızdır: Denildiği gibi. Bu şekilde sahte bir hayat sürdüklerini hissederler. Bir Empatı hoşlanmadığı bir şeyi suçluluk duygusu aşılayarak veya başıboş olarak etiketleyerek yaptırmaya zorlamak onu sadece mutsuz eder. Hakikat için müdadele eder: Bu özellikle bir Empat yeteneklerini ve doğuştan hakkı olan şeyi keşfettiği zaman daha yaygınlık gösterir. Yalan/uydurma olan herhangi bir şey fazlasıyla rahatsız hissettirir. Daima cevapların ve bilginin arayışındadır: Cevapsız sorular bir Empat için moral bozucu olabilir ve bir açıklama bulmak için yanıp tutuşurlar. Maceradan, özgür olmaktan ve seyahatten hoşlanır: Empatlar özgür ruhlardır. Kargaşadan tiksinir, hayal kurmayı çok sever Rutin işleri, kuralları veya kontrolü hapis gibi görür: Özgürlüklerini kısıtlayan herhangi bir şey Empatı güçten düşürür, hatta zehirler. Çok yemeseler de kilo almaya yatkındırlar: Fazla kilo, dışarıdan gelen negatif enerjilere karşı korunmanın bir başka şeklidir.... !!! Çok iyi dinleyici: Bir Empat, çok güvendiği biri olmadığı müddetçe kendileri hakkında pek konuşmazlar. Başkaları hakkında şeyler öğrenmeyi ve bilmeyi severler ve gerçekten umursarlar. Narsisizme tahammülü yoktur: Ne kadar kibar ve hoşgörülü olsa da, Empatlar egoist (kendini önemseyip başkalarının duygularını veya bakış açılarını önemsemeyen) insanların etrafında olmaktan hoşlanmazlar.... !! Çalkantılı bir ruh haline yatkın olabilirler ve eğer üzerlerinde çok fazla negatif enerji varsa bu onları asosyal hatta sefil bir duruma sürükler. Bir Empat mutsuz olduklarında mutlu gibi davranmaktan nefret ederler ve bu sadece onların durumunu kötüleştirir (hizmet sektöründe çalışınca, güler yüzlü olmak özellikle çok zorludur) ve bir nevi kaçacak bir delik aramalarına yol açar. Doç.Dr.Şafak Nakajima ve ayrıca Cristel Broederlow (Çevirmen: Serkan “Sai” Önder)’in makalelerinden yararlanılmıştır.

18 Mart 2015 Çarşamba

DEVLET ADAMLARININ BEDENSEL – ZİHİNSEL SAĞLIK DURUMLARI (*)

Akıl sağlığının her insan için çok önemli olmakla birlikte devleti yönetenler için çok daha önemli olduğu düşüncesindeyim. Bu konuda 86 yaşında olduğu halde Cumhuriyet aydınlanmasının en önemli neferlerinden biri olan ve tanımaktan onur duyduğum nörolog Prof.Dr. Coşkun Özdemir’i konu ile ilgili olarak izlediği bir panel ve izlenimlerini ele aldığı makalesini bir miktar kısaltarak köşeme misafir etmek istiyorum. “1997’de Arjantin Buones Aires’te WFN’in (World Federation of Neurology) düzenlediği uluslararası Nöroloji Kongresinde çok ilginç bir panel izledik. Konu Amerika’nın ve dünyanım devlet adamlarının sağlık sorunları ve bunların dünya siyasetindeki etkileri idi . Amerika’da çoğunluğunu nörolog ve tarihçilerin oluşturduğu bir Çalışma Grubu Birleşik Amerika cumhurbaşkanlarının sağlık, engellilik, yetersizlik (disabilitiy) durumları konulu bir çalışma gerçekleştiriyorlar. Çalışma Grubu tarafından raporlar, tavsiyeler eleştiri ve yorumlar başlıklı bir kitap yayınlanıyor. Bilim insanlarının böyle bir çalışmaya neden gerek uyduklarını panel açılışında olduğu gibi, kitabın ilk sayfalarında bazı örnekler vererek açıklıyorlar. Amerika cumhurbaşkanları tüm dünya için yaşamsal önemdeki acil durumlarda kararlar vermek durumundadırlar. Yurttaşların beklentisi bu durumlarda elbette Başkanın en yetkin ve en doğru kararları alabilmesidir. Çünkü Amerika cumhurbaşkanlığı dünyanın en güçlü makamıdır, onun geçici bile olsa yetersizliği (incumbent) bütün dünya için çok olumsuz sonuçlar getirebilir Daha 1787’de Anayasa’da bu olasılığa karşı önlemler düşünülmüş ve hangi koşullarda cumhurbaşkanı yetki ve görevlerinin başkan yardımcısına devredileceği belirtilmiştir. 1881’de başkan Abram Garfield bir suikast ile yaralanmış görevi yardımcı başkan üstlenmiştir. 1919 ilk aylarında başkan W. Wilson, birkaç küçük serebral inme (stroke) geçirir ve açıkça zihinsel kapasitesi zaafa uğradığı halde Birleşik Devletleri temsil etmeye devam etmiştir.1919’da bu kez sol hemipleji ile sol tarafında felç oluşmuştur. Amerika ile Almanya arasındaki çok önemli Versay anlaşması sırasında hala iş başındadır. Burada sağlıklı bir başkan gibi davranamamış ve Amerika Yeni Milletler Cemiyeti (Cemiyeti Akvam) üyeliği konumunu kaybetmiştir . Benzer durumlar Başkan Roosvelt döneminde de yaşanmıştır. Çocuk felci geçirmiş olan Roosvelt bu kez hipertansiyon ve ciddi kalp yetmezliği ile hastadır. 1945’teki Yalta Konferansı’nda gereken dirayeti gösterememiş ve savaşın son ayında İngiltere başbakanı Churchill’in Berlin ve Çekoslavakya’yı Ruslardan önce bir askeri operasyonla işgal etme önerisini ret etmesi önemli bir hata olarak kabul edilmiştir. Eisenhower birden çok hastalıkla yaşıyordu ve genel sekreteri Foster Dulles de kanserden ölünceye dek görevinde kaldı. Eisenhower bizzat 1957’de şunları yazılı olarak ifade etti: “Son üç yılda üç ciddi hastalık geçirdim ve bunlar beni güçsüzlük içinde bırakıyor ve ofisi başkan yardımcısının alabilmesi için özel hazırlıklar yapmamı zorunlu kılıyor.” Benzer uyarı ve önlem önerilerini 1965’te başkan Lyndon Johnson da yapıyor. Böylece 1965’te senatör Birch Bayh’ın çabaları ile 25 no’lu Düzenleme (Amendment) için Kongre’nin onayı alınıyor ve bunu 1967’de 38 eyalet meclisi tarafından onaylaması izliyor. Başkan Johnson’un Kongre’ye verdiği özel bir mesaj da şöyledir:. “Bizim kendi güvenliğimiz için olduğu kadar dünyanın güvenliğini korumak gibi ayrıcalıklı bir sorumluluğumuz var. Bu sorumluluğu hareketsiz kalmış eller ve bilinç ve anlayış yetersizliği içindeki bir kumandanın komutasına bırakamayız. Bu yaklaşımlar ve anlayış üzerine kurulan komisyon tarafından 25 no’lu düzenlemenin, Başkanlığın sağlıklı ve muktedir ellerde olmasını sağlamak için yeterli olduğu kanısı ifade ediliyor.” Sonraki yıllarda başkan Jimmy Carter 1994’te Amerikan Nöroloji Akademisine yaptığı bir çağrı üzerine BAŞKANLIK ZAAF VE YETERSİZLİĞİ KONUSUNDA ÇALIŞMA GRUBU kuruluyor. Bizim ünlü bir nörolog olarak yakından tanıdığımız WFN başkanlığı yapan Prof. James Toole ve Prof. Link 50 nörolojist ile birlikte tarihçi, politik bilimci, psikiyatrist, psikolog ve gazeteciler ve politika ile yakından ilgilenen çok sayıda delegeyi Başkanın sağlık kaynaklı yetersizlik sorununu derinlemesine konuşup tartışmak üzere Atlanta’da Carter Merkezi’ne davet ediyorlar. Burada konu ayrıntılı biçimde tartışılıyor . İkinci bir konferans Wake Forest’de Başkan Gerald R. Ford’un katılımı ve konuşması ile yapılıyor. Burada halkın katılımı da sağlanıyor. Son toplantı 1996’da Beyaz Ev (The White House) konferans merkezinde gerçekleşiyor. Burada başlıca 9 öneri benimseniyor. Doğaldır ki; Başkanın sağlık, bilinç, mental kapasite, anlayış yetersizliğini saptayıp bildirecek kişinin kim olacağı ciddi ve çetin bir konu olarak ortadadır. 3. toplantıdaki tartışmalarda bu konu en büyük ağırlığı taşıyor. Tıp doktorunun çok açık bir kimlik sahibi olması ve Başkanın özel kişisel doktorunun bu konuda önemli bir rol oynaması gerektiği üzerinde görüş birliğine varılıyor. Ancak özel doktorun Başkanın sağlık ve bilinç durumu ile ilgili 25 numaralı (Anayasal) Düzenleme’nin tayin ettiği ve Başkanın sağlık durumu hakkında karar verecek olan komite üyelerine bu konuda bilgi verme ve önerilerde bulunma sorumluluğu taşıması üzerinde de görüş birliği var. Kuşkusuz söz konusu doktor için zor bir görev (Hele bizim gibi azgelişmiş, demokrasi kültürünün yaygınlaşmadığı, diktatörler yetiştirmeye elverişli ortamlarda bu prosedürün işlemesi olanağını düşünürsek..) Arjantin’deki kongrede çalışma grubu üyelerinin bazılarının katıldığı panelde kitapta yer almayan ve devlet adamlarının sağlık durumu ile ilgili bilgiler de sunuldu. Finlandiya cumhurbaşkanı KEKKONEN serebral damar hastalığı ve demans belitileri gösteriyordu. Bu nedenle bir süre sonra görevden çekildi. HİTLER’in bir post-ensefalitik Parkinson hastası olduğu, ellerinin titrediği (videoda gösterildi) ve psikopatik bir kişilik sergilediği ileri sürüldü. MUSSOLİNİ saldırgan ve patolojik kişiliği ile anıldı. STALİN paranoid kuşkular taşıdığı suikast ve komplolardan şüphe ettiği, ünlü hekim Bechterew tarafından görülüp muayene edildiği, Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı GROMYKO’nun çeşitli hastalıklar geçirirken iş başında olduğu belirtildi. Panel konuşmacısı bilim insanları, “Devlet yöneticilerinde kişilik (personality) bozuklukları (bugünün dünyasında çok daha sık) tanık olduklarında geç kalmadan doğru zamanda seslerini yükseltmelidirler..” uyarısında bulundular.. “Bunun kolay olmadığı, bazı riskler taşıdığı, hatta kimi ülkelerde iyice tehlikeli olabileceği açıktır..” demeyi ihmal etmediler ve eklediler:. Politikacıları eleştirmek onların zihinsel sağlık içinde olmadıklarını söylemenin kolay olmadığı yadsınamayacak bir gerçektir. Ancak bilim insanları bilim kurumlarından bilim merkezlerinden destek alırlarsa bu cesareti kendilerinde bulabilirler. Ülke bilim insanlarının bu davranışının ülkenin bugünü ve yarını için büyük önem taşıdığı açıktır. Bilim insanlarının ve bilim kurumlarının bütün dünyada güç kazanmasını ve bu güçlerini daha iyi daha barışçı bir dünya için kullanabilmelerini dileriz. 1997’den sonra söz konusu 25 no.lu Düzenlemenin nasıl kullanıldığı hakkında bir bilgimiz yok. 2001’de seçmenler karşısında çiğ mısır yiyerek ve benzer popülizm yollarına başvurarak başkanlığa seçilen George Bush, Tanrı tarafından görevlendirildiğini ortaya atarak halkına Amerikan Ordusunu da bu yetki ile Irak işgaline gönderdiğini ileri sürdü. Bir psikiyatr Justin Frank O’nu megaloman ve paranoyak olarak nitelendiriyor. 25 sayılı Düzenleme herhalde başkan Bush için harekete geçirilmiş değildir. Keşke iktidarın gücüne teslim olmayan bilim insanları yönetimde ve yöneticilerde gördükleri yetersizlikler ve adaletten sapmalar karşısında bir sorumluluk duygusu ile seslerini yükseltebilseler. Bu cesareti gösterebilseler. Ülkemiz bu bakımdan pek şanslı görünmüyor. Geride bıraktığımız yıllarda akla, vicdana, bilimselliğe, adalete aykırı çok sayıda icraata tanıklık ettik. Bugünkü ileri demokrasidede (!) benzerlerini fazlası ile yaşıyoruz. Biz 25 no’lu Düzenlemeye benzer bir şeye sahip miyiz, bilmiyorum. Olsa bile, yazık ki, yaşadıklarımız, uygulamayı gerçekleştirecek yüreklere sahip olmadığımızı gösteriyor.” (*) Prof. Dr. Coşkun Özdemir; Cumhuriyet Bilim – Teknik eki (syf. 18), 13.3.2015

14 Mart 2015 Cumartesi

Trakya’yı Kurtar(may)alım mı?-2

"On dokuzuncu yüzyıla kadar, hiç sona ermeyen zorlu görev, insan soyunun ve çevresinin doğal etkenlere karşı korunmasıydı. Ama bu yüzyılda yeni bir ihtiyaç doğmuştur: Doğayı insana karşı korumak." Peter F. Drucker “Kimi yıllar Çukurovaya bahar birdenbire iner. Çiçekler tomurcuklar, kuşlar, arılar, böcekler, otlar birdenbire bastırır. Ilık güneş, apaydınlık ortalığı doldurur. Kurdu kuşu, börtü böceği, yılanı karıncasıyla bütün yaratık yuvalarından dışarıya uğrayıp şaşkın, telaşlı, yeni, taze bir dünyaya kavuşmanın sevinci içinde yumuşacık toprakta gezinirler.” Ne zaman uzun yıllar önceki çocukluk anılarıma geri dönsem, Yaşar Kemal’in İnce Memed 3’ünün girişindeki bu satırları anımsarım. Trakya’nın Istranca dağlarının eteklerine yaslanmış binlerce yıllık geçmişi olan bu şirin kasabasında; gelen baharla birlikte, kasabanın mezarlığını geçer geçmez başlayan bağlardaki karaağaçlar, gelincikler, topraktan yeni yeni fışkırmaya başlayan yemyeşil buğday tarlaları veya sürülerek nadasa bırakılmış yumuşacık topraklarda babamla yaptığımız o akşam gezintilerini, bu yaşadığımız günlerde veya şu satırları yazdığım saatlerde daha da özlemle anımsıyorum. Kitaplardan önce kör yılanı, çıngıraklı yılanı, köstebeği, kirpiyi, kaplumbağa ve diğer mahlukatla, güle aşık olup da onun aşkı ile yanıp tutuşan bülbülün sesini bu gezilerde tanıdım. Önce, baharla birlikte suları çoğalan, yazın kurumaya yüz tutan dereler, ardından karaağaçlar, daha sonraki yıllar bağlardaki asma kütükleri birer birer yok oldu. Buğday tarlaları içinde tek tük beton yığınları yükselmeye başladı. En sonunda da kaçak yapılaşmayı önlemek için Belediye Kanunun’nun 18. Maddesine göre imar planları çizildi. Bilinçsizce katlettiğimiz doğaya son darbeyi kanunların ardına sığınarak vuruyorduk. Ne adına, ne için? Başlangıçta Istranca eteklerindeki ormanları tarla açmak adına yok ettik, şimdide açtığımız tarlaları barınmak uğruna veya yanlış imar planları ile yok ettiğimiz içme suyu havzalarına kirli havzalar katmak için yok ediyoruz. Ama asıl amaç barınmak mı?, yoksa rant alanları yaratmak mı?. Nazım, “Sen mutluluğu resmini yapabilirmisin Abidin?””Ama işin kolayına kaçmadan” der. Ne yazık ki yükselen değerler işin kolayına kaçarak, kanunların ardına sığınarak, insani değerler bir yana bırakılarak yok etmek için elinden geleni yapıyor. Anlatılan hikaye sadece bu kasabanın değil; ülkenin hikayesi.”(1) Bu hikayeleri neden anımsatıyorum? O yıllarda bölgenin sorunları siyasilere, aday adaylarına anlatılıyordu devamlarında yazıların. O anlatılan sorunlar çığ gibi büyüyerek günümüze geldik yeni yeni sorunlarla. Bölgesel sorunlardan bahsetsem de tüm ülkede doğayı insandan korumak konusunda sorunlar aynı. O yüzden hangi parti olursa olsun (tabi ki size soruluyorsa partiler tarafından) aday adaylarını belirlerken sorunları ne kadar biliyor, geçmişi unutmuş mu, sorunları dinleyip vekil seçileceğinde bunları unutacak mı? İşte geçmişten unuttuğumuz bölgesel sorunlar ve yenileri konusunda hatırlatma yapmak umarım faydalı olacak. Son dönemlerde ülke olarak, siyasiler olarak bir Kürt açılımı tuturmuş gidiyoruz. Federasyon mu, Sevr’in uygulanması mı, yok silah bırakılmadan açılım, yok silah bırak açılımı yaparız tartışmaları. Ama silahsız sessiz sedasız bir batı açılımı “AB himayesinde Trakya Eyaleti” kurulduğunu unutuyoruz? Bakanlar Kurulu'nun 14.7.2009 tarih ve 2009/15236 no'lu “Bazı Düzey 2 Bölgelerinde Kalkınma Ajansları Kurulması” hakkındaki kararı, Cumhurbaşkanı Gül'ün onayı ardından Resmi Gazete'nin 25.07.2009 tarihli 27299. sayısında yayımlandı. Toplam 16 ayrı Bölge Kalkınma Ajansı (BKA) kuran kararnamenin ilk sırasında TR21 koduyla Trakya yer alıyor. Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ'ı kapsayacak ajansın merkezi Tekirdağ olacak. Trakya BKA'nın eyaletleşme adımı olduğunu belgeleyen bir diğer dikkat çekici nokta da “bayrak”. 5449 sayılı BKA yasasına dayanılarak çıkarılan yönetmeliğin (Resmi Gazete, 25.07.2006, 26239) 28.maddesine göre, kuruluş kararnamesini takip eden iki ay içinde Trakya BKA özel bir amblem belirleyecek. Belirlenecek amblem beze bastırılıp bir tür bayrak olarak kullanılabilecek. İşin birde kurulan kurul üyeleri kısmı var ki dikkate değer. AKP’ye yakınlık ve Fethullahçı olmaları dikkat çekiyor. Son dönemdeki AKP-Fethullah kavgası sonucu bu girişimin akibeti meçhul gibi gözükse de böyle bir tüzel oluşum hiçbir zaman unutulmamalı. İşin acı tarafı da o dönemde Kırklareli İl Genel Meclisi Başkanı yayınladığı makalede meseleye değiniyor, planın bölgede ki il genel meclislerine geldiğinde sorgulanması gerektiğinin altını çiziyor, ama özünü ıskaladığı 1/25000 lik planların aynı meclisler tarafından onaylanması ile anlaşılıyor. Bu altını çizme işlemini yapan kişi 6 yıldır hala sorgulamayı bitiremedi ve şu anda aday adayı. (2) Geçelim ama aklımızın bir köşesinde kalsın. Ergeneyi temizleyelim derken Istrancaların her metrekaresine verilen maden arama ruhsatları ile açılan taş ocakları yer altı içme sularımızın dibine dinamit yerleştirerek kaynaklarımız yok edilmektedir. Termik ve nükleer santral kurma çalışmaları gönüllüler ve sivil toplum kurumları ve bölge halkının girişimleri ile şimdilik önlense de kesin sonuçlar alınamamıştır. Hes’lerden sonra şimdi de RES (Rüzgar Enerji Santralleri) sorunları gündem de, ki bu köşenin yazarının da savunduğu santraller olmasına rağmen yer seçimlerinin ormanların içinde olması endişeleri arttırmaktadır. Ve bunlar yetmiyormuş gibi, ABD ve Avrupa’nın gündeminde olan, ülkemizde sadece Diyarbakır’da sondaj çalışmalarına başlayan ve Trakya Bölgesinde de lisans verilen Kaya Gazı. İlk olarak ABD’de çıkarılmaya başlayan bu gaz sondaj sırasında, içine çeşitli kimyasal kirletici maddeler ilave edilmiş bol miktarda su kullanılarak bu sıvı ile yer küre çatlatılıyor. İşte bu gaz için şirketlere bölgemizde 31 bin 714 hektar alan için lisans verildi. Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık da, hidrolik çatlatma sıvısında kullanıldığı tespit edilen 2 bin 500 kimyasaldan, 650’den fazlasının kanserojen madde içerdiğini, şirketlerin de bu kimyasalların ne olduğunu ticari sır nedeniyle açıklamadığını söyledi. “Yani ne olduğunu bilmediğimiz maddeler, yer altına enjekte ediliyor” diyen Atalık, yer altına bırakılan sıvının da sadece yüzde 50 ya da 70’inin geri çekildiğini, gerisinin yer altında kaldığını ifade etti. Kaya gazının halk sağlığı üzerinde de etkilerinin olduğunu dile getiren Atalık, “ABDnin Louisiana eyaletinde hidrolik çatlama sıvısına maruz kalan 16 inek öldü. Ticari sır nedeniyle de bu hayvanların hangi maddelerden öldüğü araştırılamadı” diye konuştu. Ve bu sondajların depremi de olumsuz etkilediğini belirten uzmanlar eğer bu kuyular açılırsa Trakya’da tarımdan bahsetmek hayal olacak diyerek uyarıyorlar. (3) Trakya’yı Kurtar(may)alım mı? – İlhan VARDAR – Görünüm Gazetesi-Haziran 1997 Kalkınma Ajansları-Sol Haber-31 Temmuz 2009 Türkiye’yi Bekleyen Tehlike : Kaya Gazı- Sinem UĞURLU- Evrensel - 9 Mart 2015

11 Mart 2015 Çarşamba

Trakya’yı Kurtar(may)alım mı?- 1

''Şu anda yarının artık bugün olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Çok geç kalmış olmak diye bir şey vardır.Sayısız uygarlığın beyazlamış kemikleri üzerinde şu acılı sözcükler yazılı: "Çok geç." Eyleme geçmezsek, merhameti olmadan güce, ahlakı olmadan kudrete, kavrayışı olmadan kuvvete sahip olanlar için ayrılmış zaman koridorlarına sürükleneceğimiz kesin.'' Martin Luther King Yine bir seçim dönemi ve yine tatlı su entellerinin, ya da “tamam biz de görüyoruz yanlışları, ama seçim dönemi eleştiri yapmak yanlış” diye her şeye gözlerini kapayan takım tutar gibi parti tutup, seçimlerde tıpış tıpış gidip oy kullanmayı demokrasi olarak algılayan kişilerin bu görüşüne karşın, kişisel eleştirilerde olduğu için yanıtımı onsekiz yıl önceden vermek istiyorum. 1997 de ne seçim vardı, ne AKP o zaman da bizler eleştirilerimizi yapıyor, bu eleştirileri yapan dostlar görmüyor, duymuyor, konuşmuyordunuz.. Şimdi bu şekilde düşünenlere “AKP’nin hizmetkarlığını yapıyorsunuz” suçlamasını karşın o günlerde de iktidarımızı engelliyorsun söylemleri vardı.! İşte bu zihniyetiniz Martin Luther King’in elli yıl önce söylediği gibi “Merhameti olmadan güce, ahlakı olmadan kudrete, kavrayışı olmadan kuvvete sahip olanlar için ayrılmış zaman koridorlarına” sürüklenmemize neden olmadı mı? Hala çok ama çok geç değil mi ? “Uzun bir kış’tan sonra şu son günlerde İstanbul dışına Tarkya’ya doğru bir yolculuğa çıkarsanız, hele hele biraz yağış varsa farkedeceğiniz ilk şey gözleriniz kapalı dahi olsa buram buram toprak kokusu olacaktır. Bunun üzerine gözlerinizi açtığınızda baharla birlikte uyanan doğanın o yeşil örtüsü ıle karşılaşırsınız. Yolculuğunuz daha bakir bir bölgeye ise ve gelincik mevsimine rastlarsa yemyeşil buğday tarlaları içindeki kızıl gelinciklerin seyrine doyum olmaz. Hele hele yeşille mavinin bütünleştiği kıyı şeritlerine ulaştığımızda duyulan haz, mutluluğun resmini yaptırtabilecek bir dinginlik verir insana. Hiç kimse böyle bir yolculuğa hayır diyemez sanırım. Ama ne yazık ki yıldan yıla butür manzaralarla karşılaşmak için çok daha uzun yollar katetmemiz gerekiyor. Ve bu uzun yolları katederken daha bir kaç yıl önce yeşillikler arasında sadece kiremitlerinden ve saman yığınlarından köy olduğunu anlayabildiğimiz yerleşim birimlerinin gittikçe betonlaştığını, artık beton yığınları arasından ağaçların göğe uzanmak istercesine direndiğine tanık olursunuz. Sınırlarının ağaçlardan, derme çatma çalılardan oluştuğu o eski büyük bahçelerin içindeki tek katlı, sundurmalı, bahçenin bir kenarındaki ahırlı köy evlerinin yerlerini kat kat beton yığınlarına terk ettiğine şahit olursunuz. Ama bizler, burunlarımızı tıkayarak, gözlerimizi kapayarak daha yeşile, daha maviye ulaşmak ve oralarıda -önceleri kısa tatillerde keşfedip daha sonra - yoketmek için son hızla gitmekteyiz! Özellikle sanayi devriminden sonra Batı’da, daha çok tüketen insanın daha mutlu olduğu, kişi başına üretilen, demirin, çeliğin çimentonun mutluluğun göstergesi olduğu kabul edilmiştir. Doğal kaynakların kısıtlı oluşu gözönüne alınmadığı içinde bir yandan doğal kaynaklar tükenmekte diğer yandan işlenen hammaddeler doğaya atık olarak dönmektedir. 2. Paylaşım savaşından sonra kapitalizmin büyüme tutkusu “tüketim için üretim” yerine “üretim için tüketim” sürecini başlatmıştır. Artık üretim, insanların doğal ihtiyaçları için değilde oluşan tröstlerin devleşmesi ve ayakta kalabilmesi için yapılmaya başlanmıştır. Bu da çevre sorunlarının korkunç boyutlara ulaşmasına neden olmuştur. Bizim gibi daha sanayileşme ve demokratikleşme aşamasına dahi gelememiş ülkelere çöreklenen dev tröstler tüm dünyanın yaşanamaz hale gelmesine neden olmuştur. Bilindiği gibi bu tüketim çılgınlığı süreci ülkemizdede 12 Eylül 1980 darbesini takip eden hükümetler sonrası büyük bir hız kazanmıştır. Bir yandan uluslararası tröstler ve yerli tekeller ülkemizde çevreye duyarlı gözükmeye başlamışlar ve hatta son yıllarda çevre ödülleri dağıtır hale gelmişlerdir. Ama diğer yandan kurulan montaj fabrikalarının en verimli tarım arazilerinde kurulmasından hiç mi hiç çekinmemişlerdir. Çevre konularına en çok duyarlı vakıflarımız ise özel üyeliklerini dolar üzerinden yapmakta ve bu tür kuruluşların desteğini almaktan çekinmemektedirler.” (*) Trakya’yı kurtaralım – İlhan VARDAR, Bilim ve Ütopya Dergisi, Mayıs 1997, Sayfa 7

8 Mart 2015 Pazar

CHP’de ADAY BELİRLEME

“Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder.” George Orwell Bilindiği gibi ilimizde CHP’nin Milletvekili adayı belirlemesi, ön seçimle yapılacak. Ve 27 yıl sonra ilk kez üye bazında seçim kararı alındı. Yanılmıyorsam 14 aday adayımız var. Soru şu. Üyeler bu adayları belirlerken hangi kıstasları kullanacak? Özellikle küçük yerleşimlerde bazı seçmen üyeler “biz aday adaylarını tanımıyoruz, bizi yönlendiren birileri olmalı” derken delege sultasının alışkanlığının izlerini taşıyorlar. Şimdi ise bir çıkmaz içindeler. Demokrasiye katılımın bedeli sanırım. İşin kolayına kaçarak delegenin ahbap çavuş ilişkisi ile belirlediği adayı kabullenmek kolaydı. Aday adayları içinde iş zorlaşıyor. 100-200 delegeye ulaşmak kolay ama on binlerce üyeye kendilerini nasıl anlatacaklar ? Ve anlatıyorlar tabi, afişlerle, broşürlerle, toplantılarla. Ve bu anlatımlarda ön plana çıkan Ergene Kirliliği, iktidar eleştirisi ile vatan millet söylemleri, Trakya’nın sorunları, kadının toplumda ki yeri, kadın cinayetleri gibi hepimizin bildiği yaşadığı sorunlar. Ve seçildiklerinde sanki sihirli bir değnek varmış gibi ellerinde, tüm sorunlar halledilecek. Çözüm önerileri, planları ? Peki üye seçmen, “kardeşim iyi güzelde aday aday olmadan evvel bu bahsettiğin sorunlar hakkında insan olarak neler yaptın? Sorunları biliyorsun da çözüm önerilerin var mı? Projelerin neler?” sorularını sorabilecek bilinçte mi? “?” Bilemiyorum ! O zaman aday adaylarımızın şu anki söylemlerinden ziyade geçmiş deneyimleri bence önemli bir kıstas olmalı. Katıldığım tanıtım toplantılarından birinde aday adaylarımızdan Sn.Hakan Dedeoğlu şöyle bir cümle kurdu : “Istrancaların suyunu İstanbul kullanıyor. Ayrıca İstanbul Belediyesi bu suyu şişeleyip satarak rant sağlıyor. Yöre halkımıza hiçbir getirisi yok. Bunun için mücadelemi vereceğim.” İşte satır aralarından okunabilecek bir cümle. Sn.Dedeoğlu’nu şahsen tanımıyorumdum. Ama çevre konusunda ki duyarlılığı ve gönüllü olarak yaptıklarını biliyordum. Toplantıdan sonraki konuşmamızda geçmiş deneyimlerinin satır başlıklarını şöyle sıraladı. - 19 yıl boyunca TEMA Vakfı gönüllü temsilcisi, - Trakya çapında Arıtma Kanalı Projesi’nin, TBMM Ergene Nehri Araştırma Komisyonu üyelerine kabul ettirilmesi için verilen mücadelede gönüllü, - Türkiye’nin ilk çevre düzeni planı olan Ergene Havzası Çevre Düzeni Planı’nın Çevre Bakanlığı tarafından onaylanması için verilen mücadelede gönüllü, - Alpullu Şeker Fabrikası’nın yeniden bölgemize huzur ve refah getirmesi için verilen mücadelede gönüllü, - Hayvancılık, pancar ekimi ve diğer tarım uygulamalarında çiftçinin ve köylünün yanında verilen mücadelede gönüllü, - Hakları yenen işçimizin yanında verilen mücadelede gönüllü, - Trakya tarım topraklarının amaç dışı kullanılmasına karşı verilen mücadelede gönüllü, - Ergene Nehri’nin ıslah edilerek sel ve taşkınların azaltılmasında gönüllü, - İğneada’da ya da bir başka noktada, termik ya da nükleer konusunda, hukuk dışı uygulamalara karşı açılan ve birçoğu kazanılan davalarda gönüllü. Siyasi çalışmaları, sivil toplum örgütlerinde ki çalışmaları, demokrasi platformunda ki çalışmalarını sıralamadım bile. Son olarak “30 yıldır, halkın refah, huzur ve sağlığını bozan her türlü uygulamaya karşı öncü ve gönüllü olarak verdiğim mücadeleyi meclise taşıyarak, bölgemize doğru projelerle hizmete adayım” diyor. Bu arada toplantıda bir aday adayımız “aman bu süreçte partiyi yıpratacak eleştirel düşüncelerden sakınalım” uyarısı yaptı. Orwell’ın dediği gibi o kadar gerçeklerden uzaklaşmışız ki toplum olarak gerçekleri karıştırıyoruz sanki. Tıpış tıpış oy vereceksinizden sonra “lüksünüz yok CHP ye vereceksiniz” söylemi ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Beşiktaş Belediye Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Tüy'e "Kürt seçmenin neden CHP'ye küstüğüne" dair bir rapor hazırlattırıyor. 6 sayfalık raporda, oy kaybının nedenleri başlıklar halinde sıralanmış. Buna göre, bölge seçmeni CHP'nin Kürt sorununa ilişkin tutumunu doğru bulmuyor ve CHP içinde ulusalcı kanadın baskın olduğuna inanıyor. Partinin "Laiklik" söylemleri nedeniyle muhafazakar seçmen dışlanacağını düşünüyor. Seçmen CHP'yi, "Ankara partisi" olarak algılıyor ve halkın içinde yeterince yer alınmadığına inanıyor denilmiş. Raporun "Kürt seçmen nasıl kazanılır?" başlığı altındaki öneriler ise dikkat çekici. 1989 yılında SHP tarafından hazırlanan Kürt Raporu'nun genişletilmesi ve "Demokrasi Paketi" olarak kamuoyuna sunulması isteniyor. Alevi, Kürt, Ermeni, Süryani ve dindarlara yönelik partiden kapsamlı bir özeleştiri yapılması öneriliyor. CHP'nin Kürt sorununun çözümü noktasında parti içerisindeki sesleri çoğaltması isteniyor. PKK'nın da talep ettiği "anadilde eğitim" hakkının tanınması, Abdullah Öcalan'a "ılımlı ve karşıt olmayan söylemlerle mesaj verilmesi de öneriler arasında yer alıyor. Gerçek hangisi acaba? kemikleşmiş doğu seçmenini kazanmak mı? yoksa ülkenin laik, ulusal, partiye küsen seçmenini kazanmak mı? ülke ve parti yararına. Son olarak; bilimsel çevrelerden gelen bir habere göre, insan beyniyle makinaların kontrol edilmesine yönelik çalışmalarının ardından 55 yaşındaki engelli bir kadının sadece düşüncelerini kullanarak F-35 jetini uçurabildiği duyuruldu. Düşünce gücüyle makinaların kontrol edilmesi uzun vadede insan vücuduna yerleştirilen robotik cihazlar sayesinde fiziksel engelleri ortadan kaldıracak deniliyor. Biz düşünceden nefret ederken insanoğlu düşünce gücü ile fiziksel engelleri aşmaya çalışıyor. Umarım seçmen üye tarafından aday adayları doğru tahlil edilerek hem bölgemize hem ülkemize yararlı vekiller gönderir meclise.

4 Mart 2015 Çarşamba

AYNA HASTALIĞI

“Ayna ayna söyle bana var mı benden daha güzeli?” Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler romanında ki kötü kraliçenin beş dakikada bir ayna karşısına geçerek yukarıdaki cümleleri sarf etmesi gibi, seçim dönemine girdiğimiz bu günlerde siyasete atılan aday adayları aynalara çok bakıyorsanız aman dikkat ! O aynalar dev aynası olmadığı gibi aynaya çok bakmanın da psikolojik sorunlar yarattığı unutulmamalı. Acıbadem Hastanesi Psikiyatri Konsültanı Psikiyatr Doç. Dr. Ece Orhon, tıp dünyasında "dismorfofobi" diye bilinen, halk arasında ise "ayna hastalığı" olarak tanınan hastalıkla ilgili olarak bakın neler söylüyor… “Dismorfofobi : Bu hastalık 100 yıldan beri tanınmaktadır. Tanım olarak, kişinin fizik görünüşündeki gerçek fakat önemsiz bir kusur ile ileri derecede meşgul olmasıdır. Örnek olarak, burnun uzun yassı veya eğri olması, saçların çok seyrek, kıvırcık, göğüslerin çok büyük, sarkık veya küçük olması gibi bir kusurla, kişinin sürekli uğraşmasıdır. Bu kişiler huzursuzluk duydukları bu duruma karşı kaygı da duyar. Diğer kişiler bu kusur veya kusurların hiç önemi olmadığını söyleseler de, kişi takıntısından vazgeçmez. Psikiyatride "vücut dismorfik bozukluğu"na (VDB) giren bu durum bir çeşit anksiyete bozukluğudur. Bu bozukluk olanlarda nasıl göründüklerine dair bilişsel çarpıklıklar vardır. Bu kişilerde var olan kusur hakkında çarpıtılmış bir algılama oluşmakta, bu durum sonunda takıntıya dönüşmektedir. VBD sosyal yaşam ve diğer alanlarda kişinin hayatında önemli sıkıntı ve gerilemelere yol açmaktadır. Bu durum genellikle ergenlik ve gençlik yaşlarında ortaya çıkar. Kişilik gelişiminin ve özgüvenin tam oturmadığı, kişiliğini arama, yerleştirme dönemlerine denk düşmektedir. Gençler, dış görünüş, kilo ve fiziksel bir kusur üzerinde çok dururlar. Orta sınıf ailelerde yetişen gençlerde sıklıkla görülür. Güzellik arayışları, bir ünlüye benzeme isteği, o kişilerin bazı fiziksel özelliklerine aşırı hayranlıklar, arkadaşlar arasındaki örseleyici etkileşimler, alaycı tutumlar genci fiziksel görünümünü incelemeye yöneltebilir. Güvensizlerin hastalığı Bu hastaların kişilik portresi, genellikle takıntılı, titiz, kendi bedenlerini sürekli inceleyen, güvensiz, karamsar ve çeşitli ruhsal çatışmalar içinde olan kişilerdir. Vücut dismorfik bozukluğunun belirtileri kişide, aynaya çok bakmak veya reddederek hiç bakmamak şeklinde görülebilir. Eğer ayna ile çok meşgul ise iki-üç ayna yardımı ile sürekli olarak sorunlu bölgeyi inceler. Kusurlu bulduğu yeri kamufle etmek için büyük bir çaba içine girer. Makyaj, şapka, eldiven, peruk kullanır. Kusurlu bulduğu beden kısmını başkalarınınki ile mukayese eder. Bu kişiler, dermatoloji, cerrahi veya plastik cerrahi gibi bölümlerden devamlı yardım talep eder. Bu uzmanlar kişiyi psikiyatra gönderdiklerinde, bu öneriyi reddeder veya doktor değiştirirler. Kendilerini diğer kişilerin yanında mahcup, ezik ve güvensiz hissederler. En çok şikâyet edilen organlar saç, cilt, burun, meme, kalça, baldır ve penistir. Hasta, çekingen ve izole olarak yaşamayı tercih ettiklerinden, insan ilişkilerinde başarılı oldukları söylenemez. Bu durum karşı cins ilişkileri için de geçerli olacaktır. Vücut dismorfik bozukluğu vakaları, aşırı takıntılı ve sıkıntılı olup, sürekli aynı düşüncenin etrafında dönerler. Depresyonlar, obsesyonlar (saplantılar) veya kilo ile ilgili takıntıları olursa yeme bozuklukları ile birlikte görülebilir. Hipokondriazis(hastalık hastalığı), paranoya(aşırı endişe veya korkuyla karakterize edilen, sıkça mantıksız kuruntu) beden imajı bozuklukları ile karışabilir. İleri vakalarda paranoyadan ayırmak güç olur. İntihar düşüncelerine rastlanabilir. Son çalışmalarda kadınlarda ve erkeklerde görülme oranı eşit bulunmuştur. Genç, çalışmayan ve hiç evlenmemiş kişilerde daha sık görülür. Televizyon ve basında haber olarak manken ve ünlü kişilerin yaptırdıkları estetik ameliyatlar, reklam sektöründe kusursuz güzellik kavramının öne çıkarılıp kullanılması, bütün dünyadaki artistler, mankenler hakkında sürekli bilgi verilmesi ve onlara özenme, onlara benzeme isteği ve çabaları bir ölçüde güzellikle ilgili hoş çabalar olabilir. Bunun sonucunda bazı kişilerde incelik, saç modeli, burun, yüz şekli gibi takıntılar ön plana çıkar. İzledikleri, onu kendisinde daha çok kusur aramaya yöneltebilir. Ancak, bizim konumuz olan vücut dismorfik bozukluğu'nda (VDB), hastalık söz konusudur, özenme ve taklit etmeden daha ileri ve ciddi bir durumdur. Tedavi için sadece ilaç yeterli değildir. Bu hastalığın beyindeki kimyasal ve genetik bozuklukla ilgili olduğunu söyleyen görüşler vardır. Kanımca, ailelerinde depresif, obsesif, paranoid kişilerin ve anksiyete bozukluklarının varlığı, böyle düşüncelerin ve hastalığın gelişmesine uygun ortam yaratmaktadır. Vücut dismorfik bozukluğu'nun tedavisinde ana yaklaşım, psikoterapi ve ilaç tedavisidir. Tek başına ilaç tedavisi bu hastalığı iyi etmemektedir. İlaçlar kişiyi daha yumuşak başlı kılıp takıntılardan uzaklaştırırken, kişinin terapiye yatkınlığını ve işbirliğini artırır. Bu ilaçlar sayesinde bedensel takıntılar, gerilim, anksiyete ve depresyon belirtileri ortadan kaybolurken, kişinin düşüncelerini daha gerçekçi ve kontrollü kılar. Bazı ileri vakalarda bu ilaçların hayat kurtarıcı yardımları da olur. Bu vakalar takıntılarının yoğunluğuna bağlı olarak derin bir elem ve acı içindedir ve intihara kadar gidebilen girişimleri olabilir. İlaçlardan ve terapiden yararlanırlar. Bu konuda uzmanlaşmış kişilerce uygulanan "davranış tedavileri" de yararlı olabilir. Gerçekten düzeltilmesi gereken bir kusurun varlığında dermatolojik, ortopedik veya estetik cerrahi girişimler yararlı olabilir. Bununla beraber, ameliyat bu kişilerin zihinlerine yerleşmiş olan kalıcı beden imajı kusurunu ortadan kaldıramamakta, ameliyat sonrasında beklediğini bulamama, mutsuzluk, ağır depresyon, sosyal izolasyon, içe kapanma veya doktorlara yönelik paranoid düşünceler gelişebilmektedir.”