12 Kasım 2015 Perşembe

BİPOLAR YAŞAMLAR - V

BİPOLAR YAŞAMLAR - IV

BİPOLAR YAŞAMLAR - III

BİPOLAR YAŞAMLAR - II

BİPOLAR YAŞAMLAR - I

11 Nisan 2015 Cumartesi

DIŞ ETKİLERE AÇIK BİRER KUKLA MIYIZ ?

Çoğumuz kendi kaderimizi kendi elimizde tuttuğumuza, kararlarımızı özgür irademizle aldığımıza inanırız. Fakat veriler, farkında olmadan dış etkilere fazlasıyla açık olduğumuzu gösteriyor. Kanada’daki McGill Üniversitesi’nden araştırmacı Jay Olson, “Psikolojide, çoğu kararımızın farkında bile olmadığımız şeylerin etkisiyle alındığını görüyoruz,” diyor. Olson ne kadar kolay ikna olduğumuzu gösteren bir deney yaptı. Peki, buna yol açan etkenleri öğrenip kendi lehimize kullanmamız mümkün mü? Çocukken sihirbazlığa ilgi duyan ve bazı hileleri öğrenen Olson, insanın dikkat ve hafızası ile ilgili sorunların, sihirbazların yanılsama yaratmak için kullandığı yöntemlerle bağlantılı olduğuna dikkat çekiyor. İskambil kartlarıyla yapılan bir sihirbazlık oyunu özellikle ilgisini çekiyordu Olson’un. Kartları seyircilerin önünde karıyor ve birinden desteden rastgele bir kart çekmesini istiyordu. Kişi seçmeden önce Olson onun hangi kartı seçeceğini öngörebiliyor ve destenin kutusunda o kartın adının çıkması seyircileri şaşkınlığa uğratıyordu. Tercihlerimiz yönlendiriliyor. Bu işin sırrı, kartları gösterirken, seçilmesini istediğiniz kartı deste içinde hafif kıvrılmış bir halde ve seyircinin biraz daha uzun bir süreyle görmesini sağlayarak dikkatini ona çekmek. Böylece seyirci o kartı çekmeye yönlendiriliyor. Deneyin sonucu oldukça başarılıydı. Olson 105 kişiden 103’ünün kendi öngördüğü kartı seçmesini sağlamıştı. Fakat Olson açısından asıl şaşırtıcı olan deneyin ikinci aşamasıydı. Zihnimizi manipüle etmenin ( insanları kendi bilgileri dışında veya istemedikleri hâlde etkileme veya yönlendirme anlamına gelir.) ne kadar kolay olduğunu gösteriyordu. Deneye katılan gönüllülerle konuştuğunda, katılımcıların yüzde 92’sinin yönlendirildiklerine dair hiçbir fikirleri yoktu. Kontrolün kendilerinde olduğunu sanıyorlar, hatta bazıları bu seçenekleri için ilginç bahaneler buluyordu. Ayrıca ne kişilerin farklı karakter özelliklerinin ne de kartların renk ve biçiminin bu seçimde etkisi yoktu. Bu deneyden çıkan sonuçlar hayatımızın diğer alanlarına da uygulanıp kişisel irade algısının yeniden gözden geçirilmesi gerekebilir. Kendimizi ne kadar özgür hissetsek de bilinçli karar verme durumu bir yanılsamadan ibaret olabilir. “Seçeneklerin olması sadece bir histen ibarettir, kararın kendisi ile bağlantılı değildir,” diyor Olson. İnanmıyor musunuz? Diyelim ki bir restorana gittiniz. Olson menünün en üstünde ya da en altında yer alan yemeğin en başta dikkat çektiği için onları seçme ihtimalinin daha yüksek olduğunu söylüyor. Fakat bu kararımızı başka gerekçelerle açıklamaya çalışırız. Ya da örneğin süpermarkette şarap seçerken, arka planda Fransız veya Alman müziğin çalması müşterileri o bölgelerin şaraplarını almaya yöneltiyordu. Fakat tercihlerinin nedeni sorulduğunda bu durumun farkında olmadıkları görüldü. Aynı şekilde 2000 yılı ABD başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti adayı Al Gore taraftarları, rakip Cumhuriyetçi Parti’nin, Gore’un fotoğrafının altına ‘SIÇANLAR’ ibaresini yazmalarının seçmenler üzerinde olumsuz etkileri olduğunu ifade etmişti. Ayrıca yapılan deneylerde, sıcak içecek sunan kişilerin “sıcakkanlı” olduğu izlenimi verdiği, kötü kokmanın ise karşıdaki insanda ahlaki olarak “tiksinti” yarattığı görüldü. Böylece insanlar hakkında önyargılar oluşturmak mümkün olabiliyor. Manipülasyonu görmek için Bu bilgiler yanlış bir elde toplandığında kötüye kullanma söz konusu olabilir. Başkalarının sizin iradenizi yönlendirmeye çalıştığına dair veriler neler olabilir? 1) Dokunmanın etkisi: Omuzlarına dokunma ve gözlerine bakma yoluyla insanları etki altına almak daha kolaydır. Olson deneyinde bunu yapmaya özen göstermiştir. Aynı yöntem borç para isterken de etkili olur. 2) Konuşma hızı: Sihirbazlar genellikle bir seyirciyi gösteri için çağırdıklarında onu aceleye getirmeye çalışır; böylece akla ilk gelebilecek şeyi seçmelerini sağlarlar. Tercihlerini yaptıktan sonra ise daha rahat hareket ederler. Denek ise kendi özgür iradesiyle hareket ettiğini düşünür. 3) Görüntü alanı: Olson iskambil kartlarıyla yaptığı deneyde, seçilmesini istediği kartı gösterirken onu biraz daha uzun süreli tutup deneğin dikkatini ona yöneltiyor. Süpermarketlerde de en çok satılması istenen malzemeler göz hizasına yerleştirilir. Tüketici onları özgür iradesiyle satın aldığını sanır ama aslında kendisine sunulan şeyi almıştır. 4) Fikir oluşturan belli sorular: “Neden bunun iyi bir fikir olduğunu düşünüyorsunuz?” ya da “Bunun avantajları ne olacaktır?” gibi sorularla kişinin kendi kendini ikna etmesi ve uzun vadede daha özgüvenli karar almasını sağlayacak, kişiler ise bunun kendi kararları olduğunu düşünecektir. Kısacası, hepimiz aslında üzerimizdeki ince etkileme çabalarının yönlendirdiği birer kuklayız belki de. Ama ipleri kimin ve nasıl çektiğini fark edersek en azından karşı koymaya çalışabiliriz. Kaynak: BBC

8 Nisan 2015 Çarşamba

BİPOLAR YAKININDAN MEKTUP

Başlığa bakarak bu devirde mektup mu kaldı diyebilirsiniz. Haklısınız. Mail (e-posta) yerine mektup demek bana çok daha sıcak geliyor. Mektup yazma kurallarını derslerde gördüğümüz, dolmakalem ve el yazısı ile yazarken bazen kalemimizin düşüncelerimize yetişmediği durumlarda düşüncelere dalmamıza neden olan o mektuplar. Hele hele bu mektup bir aşk mektubu ise, bırakın düşüncelerimize yetişmeyi, seçilecek kelimeleri bulmak adına saatlerce hayallere daldığımız o sımsıcak mektuplar. Zarfı açtığımızda burnumuza gelen mürekkep ve kağıt kokuları arasından, sevgilinin kokusunu seçme, ayırma, okumadan önce o kokuyu hissetme çabaları…… Bir gün belki çok daha geniş yazabilirim mektup konusunu ama bu gün, bir bipolar yakını okurumdan (adı bende saklı) aldığım mektubu (e-postayı) köşemin elverdiğince paylaşmak istiyorum. “Sn. Vardar merhaba, Bipolarla ilgili yazılarınızı mümkün olduğu kadar takip etmeye çalışıyorum. İnsan çok yakinen yaşasa da, o kadar çok şey var ki bu konuda öğrenilecek. Bu güne kadar yazmayı düşünmedim fakat “Söz Bipolarlarla Yakınlarında” başlıklı iki yazınızı okuyunca yazmaya karar verdim, belki hasta yakınlarına katkısı olur düşüncesi ile. Ben 40 yaşlarında yolun yarısını geçmiş, çalışan biriyim. Genç yaşta evlendim. Eşimde ki farklılıkları fark edip pipolar teşhisi koyulana kadar bir çocuğumuz oldu. En büyük problem de çalışan bir kadın olarak mesleğinde yaşadığı zorlukların benim iş hayatıma da yansıması idi. Çünkü sürekli iş değiştiriyor, bu durum ve duygularının değişkenliği evde çocuğumuza da yansıyordu. Bu bilmediğim olgu karşısında kabullenmek çok zor da olsa önemli olan bir an evvel tedaviye başlamaktı. Fakat esas amacım bipolar hakkında yazmak değil. Yazılarınız da ki bipolarların anlatımlarında dikkat çekici bir konu var ki, ailelerinin kendilerini anlamaması. Ne yazık ki çok doğru. En azından yaşadıklarım için bunu yazabiliyorum. Bu konuyu çok düşündüm ve şu sonuca vardım. En büyük eksik bu davranışların kader diyerek sineye çekilmesi, damgalanmamak için hastalık olarak kabul edilmemesi, yakıştırılamaması ve hastalık hakkında bilgi sahibi olma konusunda çaba gösterilmemesi. Yıllarca aile fertlerine eşimin hastalığı konusunda bilgi aktarmaya çalıştım, tedavi konusunda yardım etmeleri için çabaladım, tabi bilgi sahibi olmadan fikir yürüttükleri için sonuçta eşimi benim delirttiğime karar verdiler. Klinik tedaviden kısa bir süre sonra “sen deli değilsin” diyerek ömür boyu sürmesi gereken ilaç tedavisinin kesilmesine neden oldular. Ve boşanma isteklerini eşime empoze ettiler. Sonunda genelde boşanma ile sonuçlanan bipolar hastalarının akıbetine uğradı eşimde. Boşandık. Çünkü sadece eş ile ilgilenmek değil de aileye anlatamamak daha da yoruyor insanı. O yıllarda çocuğum ile terapi gördüm. En az hasarla atlatmak adına süreci. Boşandık ama ortada çocuk var. Tedavi görmeyen bir anne. Depresif ve mani döngüleri gün geçtikçe şiddetlenen. Evlilik sürecinde denediği intihar girişimlerini aile yanında da deniyor. Yıllar geçtikçe döngüler daha da şiddetleniyor. Aile fertleri aracılar koyarak benden destek istiyor ama ne yazık ki söylenenleri yapmıyorlar. Yapılması gereken aslında çok basit. Bir psikiyatra götürmek. Bende farklı bir şey yapmıyorum, hemen eşimin dr.unu yada kendi dr.umu arayarak ne yapılması gerektiğini soruyorum. Tek söylenen tedaviye başlamak. Bu süreçte eşimin destek istediği tek kişi benim. Bu destek tabi ki tedavi konusunda olmuyor. Aile ile yaşadıkları sorunları anlatması ve ne yapması gerektiği konusunda oluyor genellikle. Hekime gitmesi ve ilaçlarını kullanması konusunda ki ikna çabalarının işe yaramayacağını bilsem bile ikna etmeye çalışıyorum. Tabi bu dönemlerde hastalığı kabul etmesi mümkün değil. Aile bunun bilincinde olmadığı için zorla ilaç kullandırmaya çabalıyor, onlar çabaladıkça krizler daha da artarak problemler büyüyor. En büyük problemde alkol. Evet alkol mani krizlerini tetikliyor ama hiçbir bipolar hastası sadece alkolden dolayı bipolar olmuyor. Ailenin yaptığı en büyük yanlış alkolün bipolara neden olması düşüncesi. Doğrusu bipolarların alkole yatkınlığı gerçeği. Dolayısı ile alkol istediğinde aile şiddete varan davranışlara giriyor. Ve eşim (eski) tüm bu yaşananları anlatıyor. Ve çok ironik ki eşimin bana anlatmaları ailenin bana düşman kesilmesine neden oluyor. Ve eşimi benim doldurduğuma, görüşmelerimizden sonra hasta olduğuna, intikam peşinde koştuğuma kadar varıyor bu suçlama ve yargısız infazlar. Özellikle son dönemlerde eşimin de bunu sorgulamaya başlaması, “ailem neden sana düşman” sorusunu hem kendine hem aileye sorması, bipolarların aslında tedavi gördüklerinde, yeterli desteği aldıklarında normal olarak yaşamlarını sürdürebilecekleri düşüncesini olumluyor aslında. Telefon konuşmalarında dahi eşimin mani mi, depresif dönemde mi olduğunun anlaşılamaması mümkün değil. Ki birlikte yaşayanlar için bu çok daha kolay. Ne yazık ki suçlamak çok daha kolay. Boşanmamızdan altı ay sonra eşimin yeniden evlenme isteği sonrası hemen doktorumu arayarak, reddetmemin hastalığı konusunda olumsuz etkisi olur mu sorgulamasına götürdü beni. Doktorumun ilk anda bir tepkiye neden olabileceğini ama olumsuz bir etkisi olmayacağını söylemesi üzerine çocuğumla daha yeni yeni toparlanmaya çalışırken hem manevi hem maddi yorgunluğu atamamışken bunu kabul etmem mümkün değildi tabi. Bunu neden anlattım hekimlerin görüşlerinin önemini belirtmek için. Çünkü doktorumun söyledikleri aynen gerçekleşti. Hatta yıllar içinde defalarca bu isteğini belirttiği halde ailenin düşmanca tavırları yüzünden vazgeçmek zorunda kaldı. Aile ile problem yaşadıkça soluğu çocuğumuzun yanında alıyordu. Tabi genellikle bu mani dönemlerine rastladığı için çocuğumuz da sürekli problem yaşıyordu. En ilginci de aile ben haricinde çocuğumuza da tepki gösteriyor nedense. Boşandıktan sonra hiçbir aile ferdi bir kez olsun arayıp hal hatır bile sormadı çocuğumuza. Yeri geliyor anneyi benim hasta ettiğimi, yeri geliyor çocuğun hasta ettiğini ifade ediyorlar. Bu nasıl bir çelişkidir anlamıyorum, bipolar genetik kökenli olduğu düşünülen bir rahatsızlık. Boşandıktan yıllar sonra tedavi görmediği için maniler gittikçe şiddetlenip döngüleri kısaldıkça, aile zorla kliniğe yatırmak zorunda kaldı. İlk yardım çığlıkları hala kulaklarımda. Hastane sürecinde aile fertlerinden bazılarını reddederek benden ziyaret taleplerinde bulunmaya başladı. Tabi bu süreçte de aile fertlerinin tehdit vari telefonları ve mailleri gelmeye devam etti. Çok enteresandır ki kesinlikle ne istediklerini hala çözmüş değilim. Eski eşimi kullandığımı, bunun insanlık dışı olduğunu, aileden intikam alma peşinde olduğumu, aile hakkında yargısız infaz yaptığımı, aileye karşı öyle bir nefret besliyormuşum ki onları değerlendirmede paranoyak fikirler seziliyormuş, kasten mi yoksa provokasyon mu yaptığımı anlamadıklarına varana kadar bilgisizlik ürünü safsatalar. Birde ne şizofenliğim, ne doktorluğum ne de allahsızlığım kaldı. Ama ne yapmam nasıl davranmam konusunda tek bir görüş yok. Aileyi bırakın yıllardır görmediğim uzak akrabalar bile onlar hakkında sözde !!!!!! benim söylemiş olduğum sözleri bana karşı kullanmaya başladı. Neler neler söylemişim haberim yok. Neyse ki bu kişilerin yanında eski eşim itiraz ederek “ bunların yalan olduğunu ve ailesinin uydurduğunu” söyledi de sülaleninde hedefi olmaktan kurtuldum. Bu cahillikler içinde imdadıma tabi ki bilim ve psikiyatrım yetişiyor. Evliliğim sürecinde ve boşandıktan sonra eski eşimin tedavisinin etkilenmemesi için tüm problemleri doktorum ile paylaşarak hem çocuğumuzun hem kendimin akıl sağlığını korumaya çalıştım. Bir hasta yakını olarak kesinlikle doktorculuk oynamayıp, sadece gözlemlerimi hekimlere yansıttım ki bunun çok önemli olduğu konusunda çoğunluk hekimde hemfikir. Son gelişmeler konusunda doktorumun –ki artık hem doktorum, hem ailemin koruyucu meleği, hakkını hiçbir zaman ödeyemeyeceğim insan – görüşlerinden birkaç satırla son vermek istiyorum. “Yazdıklarını üzülerek okudum.Bu kadar vicdanlı ve iyi kalpli olman sana büyük bedeller ödetiyor. Bugüne kadar yaptıklarını sorgulamayacağım. Gelişen olaylar ise tedavisiz bir bipolar hastanın manik exitasyonla sana , sosyal çevrene ve bütün aileye yaşattığı ve senin hiç muhatap olmaman gereken bir dizi çok üzücü olaylar. Hala hastane ziyaretleri ile bu iyi kalpliliğini sürdürüyorsun... Ah ………..cım nereye kadar... O kişinin yazdıkları ise saçma sapan ve gerçeklerle bağdaşmayan safsata. Hiç kafa yorma bir cevap vermişsin .Anladıysa o kadar yeter.. Bu kızın ailesi yok mu gerektiğinde tedavisi için kim devreye girecek. Bu kişi ömür boyu sen mi olacaksın . Bunları düşünüyor musun ... Bu işin peşini bırakmanı öneririm . Aile ve yakınları sahip olsunlar. Sen çocuğuna zaten yıllardır anne ve baba oldun. Sen eski eşin den ayrıldın ve bu tutumun evli bir eşin yardımlarını tarif ediyor . Gerçekte senin sorumluluğunda olmayan bir kişidir. Buna insanlık desem anlayan yok. Kendin için düşündüğünde bu yaptıklarınla devam mı edeceksin yoksa başka neler düşünüyorsun...” Açıkçası doktoruma yanıt veremedim düşüncelerim konusunda çünkü bu ülkede hemen hemen bipolar yakını ailelerin çoğunluğu böyle diye düşünüyorum. Esenlikler dilerim…”

4 Nisan 2015 Cumartesi

“SÖZ BİPOLARLAR VE YAKINLARINDA” - 2

30 Mart Dünya Bipolar Gününde, Bipolar Yaşam Derneği’nin düzenlediği “Söz bipolarlar ve yakınlarında” isimli forumda söz alan hasta ve yakınlarının anlatımları ile devam ediyorum. Kadın , 42 yaşında, Bekar, Öğretmen Ben hastalığımı öğrendiğimde çok mutlu oldum. Çünkü başıma gelenleri anlamlandıramıyordum. Üniversite 3'üncü sınıfta hiç durmadan uyumaya başlamıştım, annem final zamanı sınava girmem için yataktan iterek kaldırıyordu. Sonra hiç uyumadığım, çok enerjik olduğum bir döneme girdim. Birkaç defa bu aşırı uyku ile hiç uyumama durumum tekrar etti. Depresif olduğum dönemde sela okununca çok üzülüyordum ve kendi kendime "Bu sela neden benim için okunmuyor." diye düşünüyordum. Defalarca depresyona girdim bu şekilde. İlk doktora gitmem ise çok enteresan bir şekilde oldu. 20 yıl önce ayakkabıcıda alışveriş yapıyordum. Oradaki bir beyefendi ayakkabıcıya "Bu bayan daha önce geldi mi?" diye sormuş. Ayakkabıcı da beni tanımış ve "Evet geldi. Ama geçen sefer bir arkadaşıyla gelmişti ve sessiz, sakindi. Hiçbir şey almadan çıktı" demiş. Daha sonra bana dönüp belirtileri sordu. Yaşadıklarımı bana anlatıyordu. Sonra bana "Senin hastalığın var" dedi ve resmen zorla, cebren ve hile ile beni doktora götürdü. İyi ki de götürmüş. Depresyon dönemlerinde fiziksel bir acı çekmiyordum tabii ki ama ruhum acıyordu. Ruh acır mı? Evet, ruh acır. Sadece ölmek istiyordum bir neden olmaksızın. Param var, pulum var, ailem var, işim var ama bana sorsanız hiçbir şeyim yok. Elime milyarları verseniz, gidip şuradan bir pantolon al deseniz alamayacak durumdaydım. Okula gidip, eve geliyordum ve kimseyle sohbet etmiyordum. İnsanların birbirleriyle gülüşmeleri bile beni çileden çıkarıyordu. Halbuki ben saçma sapan esprilere bile gülen bir insanımdır. Bir de mani dönemi var. O dönemde ise dünyanın en mutlu insanı oluyorsun. En azından kendi adıma öyle. Habire para harcayayım, gezeyim, tozayım istiyorum. Mutlu, mesut, bahtiyar bir insan oluyorum. Ama sadece sinirlenmememiz gerekiyor. O anlarda gözümüz annemizi bile görmez olabiliyor. Geçmişte yaşadığımız ne varsa bunlar aklımıza geliyor. Ama çok para harcamak istiyoruz ve aileyle sorun çıkıyor haliyle. Kardeşimde de var aynı hastalık. Allahtan aynı anda hiç mani ve depresif olmadık. Aslında hastalığımı seviyorum. Depresyonu sevemem ama manilerimi seviyorum. Hafif bir mani olduğumda dünyanın en mutlu insanı oluyorum. Depresyonda dünyanın en mutsuz insanıyken, öldüm, bittim derken birden yeniden doğmuş gibi oluyorum. Kaç kişi banyo yaptım diye şükreder ama depresyondayken banyo yapmanın çok zor geldiği zamanlar olmuştu. O yüzden de o acıları çektik ki kıymetini biliyoruz. Nefes alırken ızdırap çekmiyorum mesela. Şimdi çok şükür diyorum. Bipolarla Yaşam Derneği ve Lityum Derneği'nden uzmanlar Avrupa'lı meslektaşlarıyla bir araya gelerek çok güzel bir kitapçık hazırladı, 'Bipolar bozuklukla yaşamayı öğrenmek' isimli yardımcı bir rehber. Ancak rehber bir ilaç firmasının sponsorluğu sayesinde Türkçe olarak bastırılabildi ve sınırlı sayıda mevcut. Doç. Dr. Sibel Çakır desteğin olması halinde böyle faydalı şeylerin daha fazla yapılabileceğini belirtiyor. Kitapçık içinde sadece hastalar değil yakınları için de bilgiler var. Mesela bir anne ve bipolar hastası kızının hastalığa bakışı şu şekilde; ANNENİN GÖRÜŞÜ: Bipolar bozukluğu olan birine bakım vermek adeta hız treni sürmek gibidir. Hayal edebileceğiniz tüm duyguları yaşadım. Öfke, inkar, keder ve panik. Aynı zamanda da umut, sevinç ve gurur. Pek çok şeyden vazgeçtim. İşim, sosyal hayatım, arkadaşlarım ve evliliğimde hayli gerginlikler oldu. Sonraları kızım, ailemiz bir arada kaldığı için çok mutlu olduğunu söyledi. Bu çok dokunaklıydı. Hastalığı öğrendikçe, daha kolay gelmeye başladı. Şimdi, kızım dengede, bağımsız ve kendi yaşamını kendisi sürdürebiliyor. Ulusal ve uluslaraası pek çok bakım veren organizasyonlarına katıldım. Bu çok zorlu bir iş ama çok tatmin edici. Bu hayal ettiğim bir yaşam değildi ama güzel bir yaşam ve daha fazlasını isteyemezsiniz. HASTANIN GÖRÜŞÜ Uzun süre kendimi çok yalnız hissettim. Ne yaşadığımı kimse anlamıyordu, hatta ben bile anlamıyordum. Sorun benden mi yoksa dış dünyadan mı kaynaklanıyor bilmiyordum. Bazı zamanlar çok iyi hissediyordum ve bu nedenle ailem ve arkadaşlarım bir anda yataktan çıkamaz hale gelişime bir anlam veremiyordu. Benim tembellik ettiğimi, kibirli davrandığımı ya da bir süreçten geçtiğimi düşünüyorlardı. Bu da benim kendimi çökkün olduğu kadar suçlu ve değersiz hissetmeme de yol açıyordu. Daha sonra tanı aldığımda ve tedavim başladığında, artık kendim hakkında kötü hissetmemem gerektiğini fark ettim. Şimdi hayatımı kontrol edebiliyor ve ailemle aramdaki kırık köprüleri onarabiliyorum. Asla geri kazanamayacağım bazı arkadaşlarım var. Ama sorun değil. Her zaman yenilerini bulabilirim. Erkek, 29 yaşında, Evli ve 1 çocuk sahibi, Oto yıkamacısı Hastalığımı askerde öğrendim. Öğrendiğimde 20 yaşındaydım ve ağır depresyondaydım. İlk duyduğumda bir şey hissetmedim çünkü o an çok kendimde değildim. O zaman hastanedeyken, hiç alakam olmadığı halde bir yasadışı örgütün üyesi olduğumu söylemişim ama hiç hatırlamıyorum bile. Hastalığı kabullenmek zordu, ben iyiyim diyordum ama değildim. Bazen çok sinirleniyorum ama bir şey yapmıyorum, çıkıp evden gidiyorum. Mani dönemindeyken aşırı derecede para harcamak istiyorum, çıkıp kilometrelerce yürüyorum kafam nereye eserse, çok az uyuyorum ve enerjik oluyorum. Eşim bana çok destek oldu. Onun yerinde başka birisi olsa belki evlenmeden söylemediğim için terk edip giderdi. Evlenmeden önce 3 yıl hiç atak geçirmemiştim, tekrarlamaz diye düşünmüştüm, o yüzden hastalığımı ciddiye almadım ve söylemedim. Hastalığın kötü bir tarafı da iş hayatında karşılaştıklarımız. Hasta olduğumuz evrede farklılaşıyorsun, sinirlenebiliyorsun ve hemen işine son veriliyor. Genellikle yakınlarım dışındakilere söylememeyi tercih ediyorum. İlacımı soranlara "Sinir var ondan kullanıyorum" diyorum. Hastalık beni çok karamsar yaptı, "Bana ne olacak" diye düşünüyordum ama doktorum bu endişelerimi giderdi. İlaç kullanarak 20 yıl rahatsızlanmayanlar olduğunu söyledi. Bu hastalığı yaşayanlar özellikle uykularına dikkat etsin. Uykuları bozulmamalı, iyi olduklarını düşünerek kendi kafalarına göre ilaçlarını bırakmamalı ve doktorunu ihmal etmemeli. Erkek, 41 yaşında, Evli ve 2 çocuk sahibi, Torna tesviye asıl mesleği ama hastalığından dolayı belediyede otopark görevlisi olarak çalışıyor. Hastalığımı askerde öğrendim. 90'larda Şırnak'ta askerlik yapıyordum, kardeşim evlendi, düğününe gelemedim ve her şey üst üste geldi. Diyarbakır'a sevk ettiler beni, depresyon teşhisi koyuldu. 20 yıldır da Çapa Tıp Fakültesi'nde bipolar tedavisi görüyorum. Hastalığımı bana söylediler ama anlamadım. Doktorum bana şöyle açıkladı, 'Düz yolda giderken çukura da düşebilirsin bir anda, bir dağın tepesine de çıkabilirsin.' Hastalığımla ilgili endişe duymuyorum ama kendimi iyi hissettiğim için tedaviyi bıraktığım zamanlar oldu. Özellikle mani döneminde bırakıyordum. Şu anda değil ama bir önceki işimde, tedavi olmak için izin aldığımda sıkıntılar yaşıyordum. Öğrendiğimde evli değildim, eşime söylediğimde ters karşılamadı, hep yanımda oldu, destek oldu aslında. Ama kahvedeki arkadaşlar bana "Arıza" diye isim takmışlar. Pek hoş değil ama zamanla alıştım.

1 Nisan 2015 Çarşamba

“SÖZ BİPOLARLAR VE YAKINLARINDA” - 1

Ülkemizde bu yıl ilk kez Dünya Bipolar Gününde; Türkiye Psikiyatri Derneği, Bipolar Yaşam Derneği, Bipolar Bozukluklar Derneği ve Lityum Derneği tarafından 30 Mart’ta bir etkinlik düzenlenmiştir. Basın açıklamasında etkinliği düzenleyen dernekler şu görüşlere yer vermiştir. “30 Mart Dünya Bipolar Günü, tüm dünyada kendisinin de muhtemel bipolar bozukluğu olan ünlü ressam Vincent Van Gogh’un doğum gününde kutlanmaktadır. Bu özel günün kutlanması ile birlikte dünya çapında farkındalık yaratmak, toplumsal damgalamayı yok etmek gibi hedeflerin yanında, uluslararası işbirliği ile hastalık konusunda duyarlılığı ve eğitimi arttıracak faaliyetleri dünyadaki tüm halklara sunmak amaçlanmaktadır. Bipolar bozukluk (eski ismiyle manik depresif hastalık) taşkınlık (mani) ya da çökkünlük (depresyon) dönemlerinin olduğu, duygusal iniş çıkışlarla giden, ara dönemlerde hastaların olağan ruh hallerine döndükleri fakat dalgalanmaların yaşam boyu görülebildiği bir ruhsal bozukluktur. Bipolar bozukluğun dünya üzerindeki yaygınlığının %2 ila 5 arasında değiştiği tahmin edilmektedir ve Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, yeti yitimine neden olan altıncı hastalık olarak sıralanmaktadır. Günümüz şartlarında bipolar bozukluk başarılı bir şekilde tanınmakta ve etkili biçimde tedavi edilebilmektedir. Ancak hastalığın yineleyici doğası hasta, hasta yakını ve sağlık çalışanları arasında sürekli bir işbirliğini gerektirmektedir. Tıpkı diyabet hastalığı ya da kalp hastalıkları gibi bipolar bozukluğun da bir tıbbi rahatsızlık olduğu bilinse de, ülkemizde hastalığa yönelik damgalama maalesef hastaların sağlık hizmetlerine ulaşmasını engellemekte, erken tanı ve etkili tedavi almalarını aksatmaktadır. Dünya genelinde bipolar bozukluğa bakışla ilgili farklılıklara değinmek amacıyla, Asya Bipolar Bozukluk Ağı, Uluslararası Bipolar Vakfı ve Uluslararası Bipolar Bozukluklar Topluluğu bir araya gelerek Dünya Bipolar Günü kavramı üzerinde çalışmaktadırlar. Bipolar bozukluğu olan hastaların ve yakınlarının yaşamlarına katkı sağlama ve damgalamayı engellemek temel hedeftir. Dünya Bipolar Gününün kutlanmasına ön ayak olan Uluslararası Bipolar Vakfının (International Bipolar Foundation) Kurucusu ve Başkanı Muffy Walker duygularını şöyle dile getirmiştir: “ Yaşamının büyük bölümünü bipolar bozuklukla geçiren oğlumun bir gün hastalığı nedeniyle yargılanmayacağı, kişilik özellikleri ve nitelikleriyle değerlendirileceğini hayal ediyorum. Dünya Bipolar Gününün bu hayalimi gerçekleştirmeme yardımı olacağına inanıyorum”. Hastalığın biyolojik nedenlerinin, tedavi hedeflerinin, daha iyi tanı yöntemlerinin ve tedavilerin, hastalığın genetik yönünün ve bipolar bozuklukla daha iyi bir yaşam sürdürmenin yöntemleri bu alandaki araştırmaların odaklandığı konulardır. Henüz istenen sonuçlara ulaşmasa da söz konusu araştırmalar ile destekleyen gruplar arasındaki işbirliği giderek büyümektedir ve Dünya Bipolar Günü bu işbirlikleri için de önemlidir. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Bipolar Bozukluklar Derneği (http://www.bipolarturkiye.org) ve Bipolar Yaşam Derneği’ne (http://www.bipolaryasam.org, https://www.facebook.com/BipolarYasamDernegi , 0 212 414 23 54 no.lu telefondan), Lityum Derneği’ne ( http://www.lityumdernegi.org/ ) başvurabilirsiniz. Tabi geçtiği için etkinlik programını vermem yersiz sanırım. Bipolar Yaşam Derneği’nin düzenlediği “Söz bipolarlar ve yakınlarında” isimli forum saat 13.30 da Taksim Point Hotel’de gerçekleşiyor. Bipolar Yaşam Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Psikiyatr Doç. Dr. Sibel Çakır; “Bipolar bozukluk yani halk arasında bilinen ismiyle manik depresif hastalığından söz ediyoruz. Yurtdışında bir sürü sanatçı bipolar hastası olduğunu açıkladı. Ancak ülkemizde hala hastaların en büyük sorunu 'damgalanma'dır. Aileler hastalığı gizlemek amacıyla hastaneye yatan yakınları için çoğu zaman etrafına "Tatile çıktı, köye gitti, iş gezisinde" gibi yalanlar söylüyor. Bu nedenlerle hem tedavileri gecikiyor ya da aksıyor hem de etraflarından gördükleri tepkiler yüzünden atakları tetiklenebiliyor. Ancak ilaçların düzenli kullanımıyla, düzenli terapiler ve doktor kontrolleriyle 15-20 yıl gibi çok uzun yıllar hiç depresif ya da manik döneme girmeden yaşayan hastalar da var." diyor. Esra Kazancıbaşı’nın moderatörlüğünde bipolar ve yakınlarının hikayelerinden örneklerle devam ediyor etkinlik. - Kadın , 29 yaşında , Evli ve 1 çocuk sahibi , Hemşire “19 yaşında yardıma ihtiyaç duyacak kadar şiddetli bir depresyon yaşadım. Hastalığımı ise 20 yaşımda, evlendiğimde öğrendim. Geçmişimde de depresyon vardı aslında. Ne zaman hayatım değişse böyle şeyler ortaya çıkıyor. Defalarca depresyon atlatmış olduğumu hastalığıma teşhis koyulunca fark ettim. Ailem o dönemlerde destekçimdi. Onlar olmadığı anda kötüye gittim. Evliliğin ilk yılları zaten hep zordur. Biz de bir takım sorunlar yaşıyorduk. Depresyon ilaçları kullanırken, hemşire olduğum için mani yaşadığımı kendim anladım. Acile geldik ve "Ben manideyim, bana yardım edin." dedim. Daha sonra ilk bipolar olduğumu öğrendiğimde ne yapacağımı bilemedim, dünyam başıma yıkıldı. 'Bundan sonra iflah olmam, hayatım boyunca ilaç kullanacağım, hiç mutlu olamayacağım.' diye düşündüm. Eşimle beraberdik. İlk duyduğunda o da şaşırdı, ne yapacağını bilemedi. Uykularımın düzenli olması çok önemliydi o bu konuda bana destek oldu. Daha sonra hamileliğe kadar düzenli yaşadım ve çok sorun yaşamadık. Hamile kalınca ilacı bırakacağım ve bu hastalığı yeneceğim diye düşünüyordum. …..’de hamile kaldım. Hamile kalınca atak geldi. Ramazan ayıydı oruç tutmak istedim. Uyku düzenim de bozulunca atak geçirdim ve kendimi hastanede buldum. İlaç kullanmak zorunda da kaldım. Ancak sonra araştırdık ki bebeğe zararı olmayacağını öğrendik. Hamileliğin 2'inci ayında ikili taramada bebeğimde down sendromu olabileceği söylendi, bebeğimi almayı teklif ettiler. Ağlayarak eve gittim, eşimden destek beklerken bir de ondan darbe yedim. Elini uzatsa, omzuma koysa yetecekti ama farklı bir yol denedi. Yine de şu anda sağlıklı bir oğlum var, ona kavuştum ve çok mutluyum. İlk teşhis koyulduğunda yoğun bakımda çalışıyordum. Bipolar tanısı koyulunca doktor olan şefim beni istemedi. Sonra başka bir bölüme beni yönlendirdiler, oradaki şefim bir kere "Eşin hastalığını bilse seninle evlenmezdi" dedi. Yine iş yerinde bir arkadaşım "O deli, raporu var" dediğini duydum hamileyken ve bu beni çok üzdü. Eğer devlet memuru olmasaydım işsiz kalmıştım diye düşündüm. Tıp doktoru bile beni istemedi. Kanser hastasına insanlar nasıl yardım etmek istiyor, elini uzatıp şefkat göstermek istiyor ama benim de ruhum bazı dönemlerde kanser oluyor. Biz buraya gelmek için 1 günümüzü harcıyoruz çoğu zaman ama özel sektörde çalışan insan bunu her zaman yapamaz. Her zaman insanlara söylemiyorum ama psikiyatrik sorun yaşayan insanlara özellikle destek olmak için söylüyorum. Ama ne kadar anladıklarını bilemiyorum. Annem bile hala benim hastalığımın kendi kendime uydurduğum bir şey olduğunu zannediyor.”

28 Mart 2015 Cumartesi

UYUMUYORUZ!... UYARIYORUZ!...

Saygıdeğer Basın ve Medya Temsilcileri, Türkiye’de 9 milyon engelliyi ve bir o kadar da yakınını doğrudan ilgilendiren bir haksız uygulamaya dikkatinizi çekmek istiyoruz. Engelli yurttaşlarımızın yanı sıra, yeni mağduriyetlere itilen 65 yaş üstü vatandaşlarımız ile evde bakım ücretleri kesilmeyle karşı karşıya kalmış tüm bakıma muhtaç yurttaşlarımızı bekleyen yeni haksızlıklara karşı, sesimize bir ses katmanızı ve bu sorunun çözümünde bizlere yardımcı olmanızı istiyoruz. Engelli aylığı ve evde bakım ücretlerini düzenleyen 2022 ve 2828 sayılı yasalarda yapılan değişikliklere göre, artık ihtiyaç sahibi bireylere, kendi gelirlerine bakılarak değil, aile ve akrabalarının toplam gelirleri ölçü alınarak yardım yapılıyor. Bu durumda, yardım alan ihtiyaç sahiplerinin büyük bir bölümü zaten yetersiz miktarda maddi yardım imkânını da kaybedecek, birçoğu ‘’açlıkla ’’ yüz yüze kalıyor. Bu durumun değişmesi aslında mümkün... Bizler, 164 Engelli Sivil Toplum Kuruluşu olarak, engellilerin hak kayıplarını ilgilendiren yasaların değişmesi için, yeni bir yasa tasarısı hazırladık. Kanun tasarısını Ak Parti, CHP, MHP ve HDP Grup başkan vekillerine ve farklı siyasi partilerden çok sayıda milletvekiline anlattık. Tüm siyasi temsilciler, bizimle hemfikir olduklarını belirterek, hazırladığımız değişiklik teklifini haklı ve yerinde buldular. Önerdiğimiz yasa değişikliği teklifimizi, Aile ve Sosyal Politikalar Bakan Yardımcısı ile Yaşlı ve Engelli Genel Müdürü’ne de anlattık. Bakan yardımcısı ve Genel Müdür, bu değişikliğin haklı ve gerekli olduğunu ifade ederek, bu yönde çalışacaklarının sözünü verdiler. Görüşmelerden ve bize verilen sözlerin üzerinden iki ay geçmesine rağmen, beklenen yasa değişikliği Meclis’in gündeminde yer bulamadı ve kanun değişikliği gerçekleşmedi. Meclis’e sunduğumuz kanun değişikliğinin gerçekleşmesini sağlamak için, Türkiye’nin eylem yapılabilecek tüm illerinde, ‘’Uyumuyoruz!.. Uyarıyoruz!..’’ sloganıyla, 28 Mart saat 13.00’ten 29 Mart saat 13.00’e kadar oturma eylemi gerçekleştireceğiz. Bu oturma eylemlerimizin belirtilen gün ve saatte İstanbul’daki adresinin, Beyoğlu Galatasaray Lisesi önü olduğunu bilgilerinize arz ederiz. Battaniyelerimizi kuşanıp 24 saat oturacağımız bu eylemlerde engelli, yaşlı ve muhtaçların sorunları ve haklarını tartışacağız. Yanı sıra çeşitli etkinlikler gerçekleştireceğiz. Değerli basın camiamızın eylemlerimize ve yürüttüğümüz hazırlık çalışmalarına gereken ilgiyi göstererek sorunlarımızı kamuoyuyla paylaşmasının, bizi ziyadesiyle mutlu edeceğini ve sesimizin daha geniş kesimlere ulaşmasına aracılık edeceğinin bilinmesini isteriz. 2022 ve Evde Bakım Grubu *Yasa değişikliğine imza koyan STK listesi ektedir. Saygılarımızla. TÜRKİYE KAS HASTALIKLARI DERNEĞİ 2022 ve 2828 Sayılı Yasa Değişikliği İçin İmza Atan Ulusal ve Yerel STK'lar DESTEK VEREN ULUSAL STK/KURUM/KURULUŞLAR Engelli Hakları Federasyonu Engelli Hakları Forumu Türkiye Engelliler Konfederasyonu Türkiye Kas Hastalıkları Derneği Türkiye Ortopedik Engelliler Federasyonu Türkiye Sakatlar Derneği Genel Merkezi Yoruma gerek var mı bilmiyorum… Ülkemin aydın, okuma oranı en yüksek, sosyal demokrat Trakyam’dan destek veren Yerel Sivil Toplum Kuruluşları; Çanakkale; Kırklareli, Tekirdağ, Çerkezköy, Çorlu Türkiye Sakatlar Derneği Şubeleri. Edirne’mden hiçbir STK yok. Doğu illerinden de çok az olduğu gibi. Tabi Trakyamın Belediyelerine baktığımızda Engelliler için alınan önlemler! Gözler önünde. Yarın ilinizde meclise göndereceğiniz vekillerinizin seçimini yapacaksınız. Daha sonra bu adayları meclise göndermek için çabalayacaksınız. Lütfen insan öğesini, doğayı, projeleri düşünerek, sonrasında bu konularda uyarılar yaparak seçimlerimizi yapalım. UYUMAYALIM…. UYARALIM….. * * * LÜTFEN DİKKAT !! Alarmınızı 28 Mart Cumartesi akşamı 20:30’a kurun ve o gece ışıklarınızı bir saatliğine kapatmayı unutmayın! Dünyada 2 milyar insanın katıldığı ortak mücadelenin bir parçası olun. Dünya Saati Nedir? Dünya Saati etkinliği 2007 yılında Avustralya'da başladı. Ülkedeki tarihi ve anıtsal yapılar, binlerce kurum ve milyonlarca insan ışıklarını bir saatliğine kapatarak, iklim değişikliğiyle mücadele için tüm dünyaya çok önemli bir mesaj verdi. Hepimiz tek evimiz, gezegenimizin karşı karşıya olduğu, başta iklim değişikliği olmak üzere çevre sorunlarıyla mücadele etmek için acilen adım atmalıyız! Dünyanın anıtsal ve tarihi yapılarından Sidney Liman Köprüsü, Toronto'daki CN Kulesi, San Francisco'daki Golden Gate Köprüsü, Roma'daki Kolezyum, Çin Seddi ve Boğaziçi Köprüsü gibi küresel öneme sahip birçok anıt yapı ve tarihsel bina, hızla büyüyen kampanyanın umudunu ışıklarını kapatarak tüm dünyaya iletiyor. İklim değişikliğinin etkisi sıcaklıklardaki artışla sınırlı değil. Kuraklık, sel baskınları ve şiddetli kasırgalar gibi aşırı hava olaylarının sıklığı ve etkisinde artış, okyanus ve deniz suyu seviyelerinde yükselme gibi etkenler sonucunda insanlar, bitkiler ve hayvanlar ciddi risk altında. Dünya Saati kampanyası bu yıl İklim değişikliği sorununa dikkat çekmeyi amaçlıyor. İklim değişikliğine dikkat çekmek için 28 Mart 20.30'da (Bu akşam) ışıklarımızı bir saatliğine kapatıyoruz !

25 Mart 2015 Çarşamba

“ENGELSİZ BİR DÜNYA İÇİN BENİM FİKRİM”

YA DA DEMOKRATİK BİR ÜLKE İÇİN BENİM FİKRİM Tırnak işareti içinde ki başlık yapacağım bir duyuru ile ilgili. Alt başlık ise hafta sonu CHP, MV adaylığı için yapılacak seçimlerle ilgili olarak benim başlığım. Ne yazık ki iki başlık ta paralellik teşkil ediyor. Yok yok bu paralellik paralel yapı ile ilgili değil. Özellikle son dönemler de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, muhalefeti eleştirirken; "Seçimlere kalmış şurada 2,5 ay. Ortada ne bir projeleri var ne bir gayretleri var ne bir çabaları var. Varsa yoksa, 'Cumhurbaşkanı şunu dedi, hükümet bunu yaptı'. Tamam da siz ne diyorsunuz? Siz ne yapacaksınız? Hele onu bir söyleyin. Siz benim ne dediğimle uğraşacağınıza, siz millete ne diyeceksiniz, onu söyleyin bir hele. Nasıl bir çözüm bulacaksınız onu söyleyin. Muhalefete bunlar sorulduğunda, verdikleri cevap enteresan. Ne diyorlar biliyor musunuz? 'Hele bir bunlar gitsin, gerisi kolay.' Hep bu. Proje bu, gerisi yok zaten." İnsan bunları okuyunca ve gerçeklere bakınca gerçekten üzülüyor. İlimiz de adaylığın ön seçimle belirleneceği belli olduktan sonra konu ile ilgili yazdığım yazı da, aday adaylarını üyeler tanımıyor kendilerini projeleri ile tanıtmaları gerekiyor, ve seçerken de insan için, doğa için, ülke için olan projelerinin çok önemli olduğunu belirtmiştim. Gerek, Sn.Hakan Dedeoğlu ile yaptığım geziler de, gerek üyelerle yüzyüze görüşmeler de , gerek tüm aday adaylarının takip ettiğim kadarı ile yaptıkları ziyaret ve söylemler de edindiğim izlenim ne yazık ki yukarıda ki RTE’nin söyleminden farklı değil. Vatandaş daha köyünün, beldesinin sorunu haricinde sorun bilmiyor. Trakyamızın en önemli çevre sorunlarına karşı duyarsız. Bir köy komşu köyden bi haber. Sn.Dedeoğlu’nun dediği gibi “DOĞA-İNSAN-EKONOMİ üçgenine oturan bir vizyonla verdiğim mücadelede, yaşadığımız sorunlar karşısında, "çevreci" bir vizyona sahip olmak, artık herkes için zorunluluktur. Bu çerçevede, Kömürköy’de üyelerimizle görüşürken Muhtar Yücel Güt’ün “köyümüzde kanalizasyon var ancak arıtması yok” ifadesine kulak vermemiz gerektiğini düşünüyorum.Kazandere’ye bırakılan evsel atıkların buradan bölgeye ve hatta İstanbul'a Terkos Gölü’ne yayıldığını unutmamalıyız.Bu sorunların aciliyetini artık hiçbir merci görmezden gelemez. Çakıllı’daki önemli sorun ise yeni verilen taş ocağı ruhsatlarıdır. Bu konuda Vize ve çevresindeki talanın Çakıllı’yada sıçramasının önüne ancak birlikte hareket edildiği takdirde geçilebilir. Ergene’nin doğduğu bölgenin; suyuyla, toprağıyla, havasıyla, kesinlikle korunması gerekmektedir. Sisteme yön verenlerin insaflı olmaları beklenmektedir.Diğer bir konu da evsel atıkların "ana dereye" bırakılması sorununun çözümlenmesidir. Bu da tabiiki arıtma sisteminin yapılmasıyla mümkün olacaktır. Bizler, dostlarımla birlikte, Trakya’nın daha fazla talan edilmemesi noktasında mücadele vermekteyiz.” Ve daha da üzücü olan yukarıda ki örnekte olduğu gibi bu güne kadar bölge siyasetçilerine sorunlarını anlatamamışlar ki sorunlar hala devam ediyor. Siyasetçilere ulaşamama sadece bölgemizin değil ülkemizin sorunu. CHP’nin merkez yoklaması yaptığı illerde mevcut vekillerin listeye girememesi veya çok zor girmesi sanırım en güzel örneği teşkil ediyor. Lütfen yanlış anlaşılmasın, siyasetçilere ulaşamama genel bir sorun ülkemizde, parti gözetmeksizin. Ama konu CHP’nin ön seçimi olduğu için örnek özelmiş gibi gelmesin. Bir de dikkat çeken, il, belde, ilçe parti yöneticilerinin tüm aday adaylarına eşit uzaklıkta durması demokrasinin gereğidir diye düşünüyorum. Böyle olunca, zaten bir işaret bekleyen üye seçmende eski delege geleneğini sürdürmek isteyen çevrelerin insafına terkedilmekte, özgür iradeyi etkilemekte, demokratikleşmemeye neden olmaktadır. Yine delege sisteminden arta kalan yemekli toplantılar, maddi güçle arkaya alınan görsel medya desteği çok az olmakla birlikte, bir şans olan ön seçimi gölgeliyor diye düşünüyorum. Genel söylemde ise Trakyamızın en önemli sorunlarının, - Ergene, Istrancaların suyu veya yok olma tehlikesi, tarımın ölmesi, taş ocakları gibi - sloganvari bir şekilde dile getirilmesi. Çözüm için öneri, plan yok gibi. O yüzden en azından bu konularda geçmişte yapılanlara bakmak, bir önfikir verebilir diye düşünüyorum. “Geçmişte yaptıklarımız geleceğimizin garantisidir” mantığı kısacası. Tabi insan yine yok genelde. Engelliler, akıl sağlığı ve sağlık sorunları, şiddet, kadına bakış açısı. CHP MV’liği adaylık seçimleri öncesinde, tüm üye seçmenlerimizin özgür iradeleri ile demokratik bir ülke için fikirlerinin olduğunu ve bu yönde oy kullanılarak adayların belirlenmesini gerçekleştireceklerine inanıyorum. Ekte ki basın bildirisi ise adaylarımıza yönelik ülke insanımız için ele alınması gereken bir konuda fikir verecek diye düşünüyorum. Ve özellikle İstanbul’ da oturan yakınlarınız için duyuruyu paylaşırsanız çocuklarımızın konu ile ilgili olarak farkındalıklarını arttırmış oluruz. BASIN DUYURUSU Türkiye Kas Hastalıkları Derneği, 08.06.1992 tarih ve 92/3137 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Kamu Yararına Çalışan Dernekler statüsünü almış, 16.07.2004 tarih ve 2860 sayılı Yardım Toplama Kanunu’nun 6. maddesi gereği de ülkemizdeki İzinsiz Yardım Toplama hakkı tanınan dernekler arasına katılmıştır. Çoğu ilerleyici bir özelliğe sahip ve kalıtımsal olan kas hastalıklarında, hastalarımızın bir kısmı çok erken yaşta kaybedilmekte, bir çoğu ise yaşamlarını tekerlekli sandalyede sürdürmek zorunda kalmaktadırlar. Büyük çoğunluğunun şimdilik tedavisi yoktur. Ülkemizdeki sayısı 100.000 olarak tahmin edilen kas hastası için derneğimiz, hastaların toplumla karşılıklı entegrasyonunu en üst düzeye çıkartmak, kaliteli bir yaşam sürmelerinin koşullarını yaratarak bu konuda hastalara rehber olmak, hastaları doğru yönlendirmek gibi işlevlere sahiptir. Yazık ki hasta kitlemiz çoğunluk ile tekerlekli sandalye bağımlısı olduğundan sosyal yaşamın içinde yer alamadığı gibi ulaşım, altyapı, mimari engeller ve bazen de eğitim kurumlarındaki eksik bilgilerin yol açtığı bir çok sıkıntıdan dolayı eğitim hayatını tamamlayamamaktadır. Türkiye Kas Hastalıkları Derneği olarak bu anlamda farkındalık yaratmak için Gönül dostlarımızın desteği ile Engelsiz Bir dünya İçin Benim Fikrim başlıklı bir resim yarışması başlatmış bunmaktayız. İstanbul İlinde İlk, Orta ve Lise Öğrencileri arasında yapılacak söz konusu yarışmanın toplumsal bir farkındalık yaratacağına inanmaktayız. Böylesi bir çalışmaya siz değerli basın mensuplarının da sorunumuzu duyurmamıza, farkındalık yaratmak için verdiğimiz mücadelemize duyarsız kalmayacağınızı umut etmekteyiz. İletişim: info@kasder.org.tr Tel:02126638686 Saygılarımızla. TÜRKİYE KAS HASTALIKLARI DERNEĞİ

21 Mart 2015 Cumartesi

EMPATİ ve EMPAT

Ülke insanı olarak sanırım en büyük sorunumuz empati yeteneğini kaybetmemizden kaynaklanıyor. Çünkü ; Bebekler üzerinde yapılan araştırmalara göre, doğuştan empati yeteneğimiz yüksek olmakla birlikte, bu yetenek, ailevi ve toplumsal koşulların sağlıksız olması durumunda, hızla kaybedilebilir. Empati, gelişmiş duygusal zekânın ürünüdür !! ... IQ .. DEĞİL ! ... EQ .. gerekli .... Bazı insanlar, karşısındaki insanın duygu ve düşüncelerini doğru anlar ve hisseder. Kendisini adeta onun yerine koyar, olaylara onun gözüyle bakabilir. Nasıl tepki vereceğini bilir ve bu gerçeği dikkate alarak davranır. Empati, yani duygudaşlık adı verilen bu durum, insanlar arası ilişkilerin gelişmesine, kavgaların azalmasına yardımcı olur. Empati sıklıkla, kendi gerçeğini inkâr etme ve karşısındakinin taleplerine boyun eğmeyle karıştırılır ki, bu yanlış bir tespittir. Empati için, erkek ve dişi özelliklerin ikisini birden bünyesinde barındıran, çift cinsiyetli, bir beyne sahip olabilmek gerekir. Anlayabilen, hissedebilen, problemleri çözebilen bir beyin!.... Empati yeteneği zamanla da kazanılabilir, geliştirilebilir. Nasıl mı? Öncelikle kendi duygu ve düşünce dünyamızı tanıyarak, sağlıklı yapılandırarak, Karşımızdakini dikkatle dinleyerek, Yorum yapma ve yargıya varma konusunda acele etmeyerek, Yaşadıklarımızdan dersler çıkararak, İnsanları ve olayları sürekli kontrol etme eğilimimizle yüzleşip, bu davranışı terk ederek, Karşımızdakilerin yıkıcı ve sömürücü davranışları ile aramıza belli sınırlar çizerek... Peki empati, kadınlarda mı, erkeklerde mi daha güçlüdür? Kişiden kişiye değişmekle birlikte, araştırma bulguları ağırlıklı olarak kadınları işaret ediyor. Kadınların, konuşarak kendisini ifade edemeyen bebek ve küçük çocukları anlamaya olan ihtiyaçları, genetik olarak empati kurma becerisine yatkınlıklarının nedeni olmalı. Kadınlar, sıkıntıda olan bir insandan kolayca etkileniyorlar. Hem kadınlar hem de erkekler, daha anlayışlı bir kulak aradıklarında, kadınlarla konuşmayı, dertlerini paylaşmayı tercih ediyorlar. Kadınlar daha güçlü empatiye sahipken, erkekler, sorunları kavrama ve teknik çözüm sistematiği kurmada daha başarılılar. Erkeklerin bu yeteneği sergileyebilmeleri, problemlere sağlıklı bir mesafede durabilmeleri halinde mümkün. Empati, karşısındakini bir cisim değil, duygu ve düşünceleri olan bir insan gibi algılayarak yoğun bağ kurma demekken, sistem yeteneği, karşısındakinden biraz daha ayrı durma ve süreci objektif biçimde değerlendirebilme anlamına geliyor. Yaşamda sorunlarla başa çıkmada, her iki niteliğe de ihtiyaç duyuyoruz. Bazı durumlarda empatinin getirdiği duygusal destek, bazense, sorunlara teknik çözümler gerekiyor. Peki bir Empat’ın özellikleri nelerdir.? Şiddet, zalimlik veya trajedi içeren şeyleri izlemek dayanılmazdır: Empat ne kadar uyumlanmışsa bu durum daha da şiddetlenir. Bu yüzden çoğu Empat eninde sonunda televizyon izlemeyi ve gazete okumayı bırakmak durumunda kalır. Acı çeken, duygusal yara almış veya korkutulmuş olan insanlar bir Empat’ın dikkatini ve şefkatini daima çeker. İnsanlar hep ona içini döker, hiç tanımadığı insanlar bile: Bir Empat, insanların sorunlarına, problemlerine çöplük olabilir, ki dikkatli olmazsa hepsi onun üzerinde kalabilir/o sorunlar kendininmiş gibi olur. Empatların enerjileri çoğunlukla sömürülür. Alkol, uyuşturucu, seks gibi Empat’ın bulaşmadığı çok az şey vardır. Bunun sebebi dışardan gelen duyguları kapatmaya çalışmalarıdır (Ki bunu bilinçli olarak farketmezler). Kendini korumanın başka bir şeklidir ve bu bir kişi veya şeye karşı olabilir. Şarkı söylemek olsun, dans etmek olsun, rol yapmak olsun, yazmak ve çizmek olsun, bir Empat oldukça güçlü bir yaratıcılık damarına, geniş bir hayal gücüne sahiptir. Doğanın içinde olmak Empatlar için bir gerekliliktir ve evcil hayvanlar yaşamlarında olmazsa olmazdır. Bir Empatın eğer kendiyle başbaşa kaldığı bir zamanı olmazsa kafayı yemesi işten değildir. Bu özellikle çocukluklarında bariz olarak gözlemlenir. Teşvik edilmezse kolayca sıkılır ve/veya dikkati dağılır: İş, okul ve ev hayatının Keyif almadıkları bir şeyi yapmak onlar için imkansızdır: Denildiği gibi. Bu şekilde sahte bir hayat sürdüklerini hissederler. Bir Empatı hoşlanmadığı bir şeyi suçluluk duygusu aşılayarak veya başıboş olarak etiketleyerek yaptırmaya zorlamak onu sadece mutsuz eder. Hakikat için müdadele eder: Bu özellikle bir Empat yeteneklerini ve doğuştan hakkı olan şeyi keşfettiği zaman daha yaygınlık gösterir. Yalan/uydurma olan herhangi bir şey fazlasıyla rahatsız hissettirir. Daima cevapların ve bilginin arayışındadır: Cevapsız sorular bir Empat için moral bozucu olabilir ve bir açıklama bulmak için yanıp tutuşurlar. Maceradan, özgür olmaktan ve seyahatten hoşlanır: Empatlar özgür ruhlardır. Kargaşadan tiksinir, hayal kurmayı çok sever Rutin işleri, kuralları veya kontrolü hapis gibi görür: Özgürlüklerini kısıtlayan herhangi bir şey Empatı güçten düşürür, hatta zehirler. Çok yemeseler de kilo almaya yatkındırlar: Fazla kilo, dışarıdan gelen negatif enerjilere karşı korunmanın bir başka şeklidir.... !!! Çok iyi dinleyici: Bir Empat, çok güvendiği biri olmadığı müddetçe kendileri hakkında pek konuşmazlar. Başkaları hakkında şeyler öğrenmeyi ve bilmeyi severler ve gerçekten umursarlar. Narsisizme tahammülü yoktur: Ne kadar kibar ve hoşgörülü olsa da, Empatlar egoist (kendini önemseyip başkalarının duygularını veya bakış açılarını önemsemeyen) insanların etrafında olmaktan hoşlanmazlar.... !! Çalkantılı bir ruh haline yatkın olabilirler ve eğer üzerlerinde çok fazla negatif enerji varsa bu onları asosyal hatta sefil bir duruma sürükler. Bir Empat mutsuz olduklarında mutlu gibi davranmaktan nefret ederler ve bu sadece onların durumunu kötüleştirir (hizmet sektöründe çalışınca, güler yüzlü olmak özellikle çok zorludur) ve bir nevi kaçacak bir delik aramalarına yol açar. Doç.Dr.Şafak Nakajima ve ayrıca Cristel Broederlow (Çevirmen: Serkan “Sai” Önder)’in makalelerinden yararlanılmıştır.

18 Mart 2015 Çarşamba

DEVLET ADAMLARININ BEDENSEL – ZİHİNSEL SAĞLIK DURUMLARI (*)

Akıl sağlığının her insan için çok önemli olmakla birlikte devleti yönetenler için çok daha önemli olduğu düşüncesindeyim. Bu konuda 86 yaşında olduğu halde Cumhuriyet aydınlanmasının en önemli neferlerinden biri olan ve tanımaktan onur duyduğum nörolog Prof.Dr. Coşkun Özdemir’i konu ile ilgili olarak izlediği bir panel ve izlenimlerini ele aldığı makalesini bir miktar kısaltarak köşeme misafir etmek istiyorum. “1997’de Arjantin Buones Aires’te WFN’in (World Federation of Neurology) düzenlediği uluslararası Nöroloji Kongresinde çok ilginç bir panel izledik. Konu Amerika’nın ve dünyanım devlet adamlarının sağlık sorunları ve bunların dünya siyasetindeki etkileri idi . Amerika’da çoğunluğunu nörolog ve tarihçilerin oluşturduğu bir Çalışma Grubu Birleşik Amerika cumhurbaşkanlarının sağlık, engellilik, yetersizlik (disabilitiy) durumları konulu bir çalışma gerçekleştiriyorlar. Çalışma Grubu tarafından raporlar, tavsiyeler eleştiri ve yorumlar başlıklı bir kitap yayınlanıyor. Bilim insanlarının böyle bir çalışmaya neden gerek uyduklarını panel açılışında olduğu gibi, kitabın ilk sayfalarında bazı örnekler vererek açıklıyorlar. Amerika cumhurbaşkanları tüm dünya için yaşamsal önemdeki acil durumlarda kararlar vermek durumundadırlar. Yurttaşların beklentisi bu durumlarda elbette Başkanın en yetkin ve en doğru kararları alabilmesidir. Çünkü Amerika cumhurbaşkanlığı dünyanın en güçlü makamıdır, onun geçici bile olsa yetersizliği (incumbent) bütün dünya için çok olumsuz sonuçlar getirebilir Daha 1787’de Anayasa’da bu olasılığa karşı önlemler düşünülmüş ve hangi koşullarda cumhurbaşkanı yetki ve görevlerinin başkan yardımcısına devredileceği belirtilmiştir. 1881’de başkan Abram Garfield bir suikast ile yaralanmış görevi yardımcı başkan üstlenmiştir. 1919 ilk aylarında başkan W. Wilson, birkaç küçük serebral inme (stroke) geçirir ve açıkça zihinsel kapasitesi zaafa uğradığı halde Birleşik Devletleri temsil etmeye devam etmiştir.1919’da bu kez sol hemipleji ile sol tarafında felç oluşmuştur. Amerika ile Almanya arasındaki çok önemli Versay anlaşması sırasında hala iş başındadır. Burada sağlıklı bir başkan gibi davranamamış ve Amerika Yeni Milletler Cemiyeti (Cemiyeti Akvam) üyeliği konumunu kaybetmiştir . Benzer durumlar Başkan Roosvelt döneminde de yaşanmıştır. Çocuk felci geçirmiş olan Roosvelt bu kez hipertansiyon ve ciddi kalp yetmezliği ile hastadır. 1945’teki Yalta Konferansı’nda gereken dirayeti gösterememiş ve savaşın son ayında İngiltere başbakanı Churchill’in Berlin ve Çekoslavakya’yı Ruslardan önce bir askeri operasyonla işgal etme önerisini ret etmesi önemli bir hata olarak kabul edilmiştir. Eisenhower birden çok hastalıkla yaşıyordu ve genel sekreteri Foster Dulles de kanserden ölünceye dek görevinde kaldı. Eisenhower bizzat 1957’de şunları yazılı olarak ifade etti: “Son üç yılda üç ciddi hastalık geçirdim ve bunlar beni güçsüzlük içinde bırakıyor ve ofisi başkan yardımcısının alabilmesi için özel hazırlıklar yapmamı zorunlu kılıyor.” Benzer uyarı ve önlem önerilerini 1965’te başkan Lyndon Johnson da yapıyor. Böylece 1965’te senatör Birch Bayh’ın çabaları ile 25 no’lu Düzenleme (Amendment) için Kongre’nin onayı alınıyor ve bunu 1967’de 38 eyalet meclisi tarafından onaylaması izliyor. Başkan Johnson’un Kongre’ye verdiği özel bir mesaj da şöyledir:. “Bizim kendi güvenliğimiz için olduğu kadar dünyanın güvenliğini korumak gibi ayrıcalıklı bir sorumluluğumuz var. Bu sorumluluğu hareketsiz kalmış eller ve bilinç ve anlayış yetersizliği içindeki bir kumandanın komutasına bırakamayız. Bu yaklaşımlar ve anlayış üzerine kurulan komisyon tarafından 25 no’lu düzenlemenin, Başkanlığın sağlıklı ve muktedir ellerde olmasını sağlamak için yeterli olduğu kanısı ifade ediliyor.” Sonraki yıllarda başkan Jimmy Carter 1994’te Amerikan Nöroloji Akademisine yaptığı bir çağrı üzerine BAŞKANLIK ZAAF VE YETERSİZLİĞİ KONUSUNDA ÇALIŞMA GRUBU kuruluyor. Bizim ünlü bir nörolog olarak yakından tanıdığımız WFN başkanlığı yapan Prof. James Toole ve Prof. Link 50 nörolojist ile birlikte tarihçi, politik bilimci, psikiyatrist, psikolog ve gazeteciler ve politika ile yakından ilgilenen çok sayıda delegeyi Başkanın sağlık kaynaklı yetersizlik sorununu derinlemesine konuşup tartışmak üzere Atlanta’da Carter Merkezi’ne davet ediyorlar. Burada konu ayrıntılı biçimde tartışılıyor . İkinci bir konferans Wake Forest’de Başkan Gerald R. Ford’un katılımı ve konuşması ile yapılıyor. Burada halkın katılımı da sağlanıyor. Son toplantı 1996’da Beyaz Ev (The White House) konferans merkezinde gerçekleşiyor. Burada başlıca 9 öneri benimseniyor. Doğaldır ki; Başkanın sağlık, bilinç, mental kapasite, anlayış yetersizliğini saptayıp bildirecek kişinin kim olacağı ciddi ve çetin bir konu olarak ortadadır. 3. toplantıdaki tartışmalarda bu konu en büyük ağırlığı taşıyor. Tıp doktorunun çok açık bir kimlik sahibi olması ve Başkanın özel kişisel doktorunun bu konuda önemli bir rol oynaması gerektiği üzerinde görüş birliğine varılıyor. Ancak özel doktorun Başkanın sağlık ve bilinç durumu ile ilgili 25 numaralı (Anayasal) Düzenleme’nin tayin ettiği ve Başkanın sağlık durumu hakkında karar verecek olan komite üyelerine bu konuda bilgi verme ve önerilerde bulunma sorumluluğu taşıması üzerinde de görüş birliği var. Kuşkusuz söz konusu doktor için zor bir görev (Hele bizim gibi azgelişmiş, demokrasi kültürünün yaygınlaşmadığı, diktatörler yetiştirmeye elverişli ortamlarda bu prosedürün işlemesi olanağını düşünürsek..) Arjantin’deki kongrede çalışma grubu üyelerinin bazılarının katıldığı panelde kitapta yer almayan ve devlet adamlarının sağlık durumu ile ilgili bilgiler de sunuldu. Finlandiya cumhurbaşkanı KEKKONEN serebral damar hastalığı ve demans belitileri gösteriyordu. Bu nedenle bir süre sonra görevden çekildi. HİTLER’in bir post-ensefalitik Parkinson hastası olduğu, ellerinin titrediği (videoda gösterildi) ve psikopatik bir kişilik sergilediği ileri sürüldü. MUSSOLİNİ saldırgan ve patolojik kişiliği ile anıldı. STALİN paranoid kuşkular taşıdığı suikast ve komplolardan şüphe ettiği, ünlü hekim Bechterew tarafından görülüp muayene edildiği, Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı GROMYKO’nun çeşitli hastalıklar geçirirken iş başında olduğu belirtildi. Panel konuşmacısı bilim insanları, “Devlet yöneticilerinde kişilik (personality) bozuklukları (bugünün dünyasında çok daha sık) tanık olduklarında geç kalmadan doğru zamanda seslerini yükseltmelidirler..” uyarısında bulundular.. “Bunun kolay olmadığı, bazı riskler taşıdığı, hatta kimi ülkelerde iyice tehlikeli olabileceği açıktır..” demeyi ihmal etmediler ve eklediler:. Politikacıları eleştirmek onların zihinsel sağlık içinde olmadıklarını söylemenin kolay olmadığı yadsınamayacak bir gerçektir. Ancak bilim insanları bilim kurumlarından bilim merkezlerinden destek alırlarsa bu cesareti kendilerinde bulabilirler. Ülke bilim insanlarının bu davranışının ülkenin bugünü ve yarını için büyük önem taşıdığı açıktır. Bilim insanlarının ve bilim kurumlarının bütün dünyada güç kazanmasını ve bu güçlerini daha iyi daha barışçı bir dünya için kullanabilmelerini dileriz. 1997’den sonra söz konusu 25 no.lu Düzenlemenin nasıl kullanıldığı hakkında bir bilgimiz yok. 2001’de seçmenler karşısında çiğ mısır yiyerek ve benzer popülizm yollarına başvurarak başkanlığa seçilen George Bush, Tanrı tarafından görevlendirildiğini ortaya atarak halkına Amerikan Ordusunu da bu yetki ile Irak işgaline gönderdiğini ileri sürdü. Bir psikiyatr Justin Frank O’nu megaloman ve paranoyak olarak nitelendiriyor. 25 sayılı Düzenleme herhalde başkan Bush için harekete geçirilmiş değildir. Keşke iktidarın gücüne teslim olmayan bilim insanları yönetimde ve yöneticilerde gördükleri yetersizlikler ve adaletten sapmalar karşısında bir sorumluluk duygusu ile seslerini yükseltebilseler. Bu cesareti gösterebilseler. Ülkemiz bu bakımdan pek şanslı görünmüyor. Geride bıraktığımız yıllarda akla, vicdana, bilimselliğe, adalete aykırı çok sayıda icraata tanıklık ettik. Bugünkü ileri demokrasidede (!) benzerlerini fazlası ile yaşıyoruz. Biz 25 no’lu Düzenlemeye benzer bir şeye sahip miyiz, bilmiyorum. Olsa bile, yazık ki, yaşadıklarımız, uygulamayı gerçekleştirecek yüreklere sahip olmadığımızı gösteriyor.” (*) Prof. Dr. Coşkun Özdemir; Cumhuriyet Bilim – Teknik eki (syf. 18), 13.3.2015

14 Mart 2015 Cumartesi

Trakya’yı Kurtar(may)alım mı?-2

"On dokuzuncu yüzyıla kadar, hiç sona ermeyen zorlu görev, insan soyunun ve çevresinin doğal etkenlere karşı korunmasıydı. Ama bu yüzyılda yeni bir ihtiyaç doğmuştur: Doğayı insana karşı korumak." Peter F. Drucker “Kimi yıllar Çukurovaya bahar birdenbire iner. Çiçekler tomurcuklar, kuşlar, arılar, böcekler, otlar birdenbire bastırır. Ilık güneş, apaydınlık ortalığı doldurur. Kurdu kuşu, börtü böceği, yılanı karıncasıyla bütün yaratık yuvalarından dışarıya uğrayıp şaşkın, telaşlı, yeni, taze bir dünyaya kavuşmanın sevinci içinde yumuşacık toprakta gezinirler.” Ne zaman uzun yıllar önceki çocukluk anılarıma geri dönsem, Yaşar Kemal’in İnce Memed 3’ünün girişindeki bu satırları anımsarım. Trakya’nın Istranca dağlarının eteklerine yaslanmış binlerce yıllık geçmişi olan bu şirin kasabasında; gelen baharla birlikte, kasabanın mezarlığını geçer geçmez başlayan bağlardaki karaağaçlar, gelincikler, topraktan yeni yeni fışkırmaya başlayan yemyeşil buğday tarlaları veya sürülerek nadasa bırakılmış yumuşacık topraklarda babamla yaptığımız o akşam gezintilerini, bu yaşadığımız günlerde veya şu satırları yazdığım saatlerde daha da özlemle anımsıyorum. Kitaplardan önce kör yılanı, çıngıraklı yılanı, köstebeği, kirpiyi, kaplumbağa ve diğer mahlukatla, güle aşık olup da onun aşkı ile yanıp tutuşan bülbülün sesini bu gezilerde tanıdım. Önce, baharla birlikte suları çoğalan, yazın kurumaya yüz tutan dereler, ardından karaağaçlar, daha sonraki yıllar bağlardaki asma kütükleri birer birer yok oldu. Buğday tarlaları içinde tek tük beton yığınları yükselmeye başladı. En sonunda da kaçak yapılaşmayı önlemek için Belediye Kanunun’nun 18. Maddesine göre imar planları çizildi. Bilinçsizce katlettiğimiz doğaya son darbeyi kanunların ardına sığınarak vuruyorduk. Ne adına, ne için? Başlangıçta Istranca eteklerindeki ormanları tarla açmak adına yok ettik, şimdide açtığımız tarlaları barınmak uğruna veya yanlış imar planları ile yok ettiğimiz içme suyu havzalarına kirli havzalar katmak için yok ediyoruz. Ama asıl amaç barınmak mı?, yoksa rant alanları yaratmak mı?. Nazım, “Sen mutluluğu resmini yapabilirmisin Abidin?””Ama işin kolayına kaçmadan” der. Ne yazık ki yükselen değerler işin kolayına kaçarak, kanunların ardına sığınarak, insani değerler bir yana bırakılarak yok etmek için elinden geleni yapıyor. Anlatılan hikaye sadece bu kasabanın değil; ülkenin hikayesi.”(1) Bu hikayeleri neden anımsatıyorum? O yıllarda bölgenin sorunları siyasilere, aday adaylarına anlatılıyordu devamlarında yazıların. O anlatılan sorunlar çığ gibi büyüyerek günümüze geldik yeni yeni sorunlarla. Bölgesel sorunlardan bahsetsem de tüm ülkede doğayı insandan korumak konusunda sorunlar aynı. O yüzden hangi parti olursa olsun (tabi ki size soruluyorsa partiler tarafından) aday adaylarını belirlerken sorunları ne kadar biliyor, geçmişi unutmuş mu, sorunları dinleyip vekil seçileceğinde bunları unutacak mı? İşte geçmişten unuttuğumuz bölgesel sorunlar ve yenileri konusunda hatırlatma yapmak umarım faydalı olacak. Son dönemlerde ülke olarak, siyasiler olarak bir Kürt açılımı tuturmuş gidiyoruz. Federasyon mu, Sevr’in uygulanması mı, yok silah bırakılmadan açılım, yok silah bırak açılımı yaparız tartışmaları. Ama silahsız sessiz sedasız bir batı açılımı “AB himayesinde Trakya Eyaleti” kurulduğunu unutuyoruz? Bakanlar Kurulu'nun 14.7.2009 tarih ve 2009/15236 no'lu “Bazı Düzey 2 Bölgelerinde Kalkınma Ajansları Kurulması” hakkındaki kararı, Cumhurbaşkanı Gül'ün onayı ardından Resmi Gazete'nin 25.07.2009 tarihli 27299. sayısında yayımlandı. Toplam 16 ayrı Bölge Kalkınma Ajansı (BKA) kuran kararnamenin ilk sırasında TR21 koduyla Trakya yer alıyor. Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ'ı kapsayacak ajansın merkezi Tekirdağ olacak. Trakya BKA'nın eyaletleşme adımı olduğunu belgeleyen bir diğer dikkat çekici nokta da “bayrak”. 5449 sayılı BKA yasasına dayanılarak çıkarılan yönetmeliğin (Resmi Gazete, 25.07.2006, 26239) 28.maddesine göre, kuruluş kararnamesini takip eden iki ay içinde Trakya BKA özel bir amblem belirleyecek. Belirlenecek amblem beze bastırılıp bir tür bayrak olarak kullanılabilecek. İşin birde kurulan kurul üyeleri kısmı var ki dikkate değer. AKP’ye yakınlık ve Fethullahçı olmaları dikkat çekiyor. Son dönemdeki AKP-Fethullah kavgası sonucu bu girişimin akibeti meçhul gibi gözükse de böyle bir tüzel oluşum hiçbir zaman unutulmamalı. İşin acı tarafı da o dönemde Kırklareli İl Genel Meclisi Başkanı yayınladığı makalede meseleye değiniyor, planın bölgede ki il genel meclislerine geldiğinde sorgulanması gerektiğinin altını çiziyor, ama özünü ıskaladığı 1/25000 lik planların aynı meclisler tarafından onaylanması ile anlaşılıyor. Bu altını çizme işlemini yapan kişi 6 yıldır hala sorgulamayı bitiremedi ve şu anda aday adayı. (2) Geçelim ama aklımızın bir köşesinde kalsın. Ergeneyi temizleyelim derken Istrancaların her metrekaresine verilen maden arama ruhsatları ile açılan taş ocakları yer altı içme sularımızın dibine dinamit yerleştirerek kaynaklarımız yok edilmektedir. Termik ve nükleer santral kurma çalışmaları gönüllüler ve sivil toplum kurumları ve bölge halkının girişimleri ile şimdilik önlense de kesin sonuçlar alınamamıştır. Hes’lerden sonra şimdi de RES (Rüzgar Enerji Santralleri) sorunları gündem de, ki bu köşenin yazarının da savunduğu santraller olmasına rağmen yer seçimlerinin ormanların içinde olması endişeleri arttırmaktadır. Ve bunlar yetmiyormuş gibi, ABD ve Avrupa’nın gündeminde olan, ülkemizde sadece Diyarbakır’da sondaj çalışmalarına başlayan ve Trakya Bölgesinde de lisans verilen Kaya Gazı. İlk olarak ABD’de çıkarılmaya başlayan bu gaz sondaj sırasında, içine çeşitli kimyasal kirletici maddeler ilave edilmiş bol miktarda su kullanılarak bu sıvı ile yer küre çatlatılıyor. İşte bu gaz için şirketlere bölgemizde 31 bin 714 hektar alan için lisans verildi. Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık da, hidrolik çatlatma sıvısında kullanıldığı tespit edilen 2 bin 500 kimyasaldan, 650’den fazlasının kanserojen madde içerdiğini, şirketlerin de bu kimyasalların ne olduğunu ticari sır nedeniyle açıklamadığını söyledi. “Yani ne olduğunu bilmediğimiz maddeler, yer altına enjekte ediliyor” diyen Atalık, yer altına bırakılan sıvının da sadece yüzde 50 ya da 70’inin geri çekildiğini, gerisinin yer altında kaldığını ifade etti. Kaya gazının halk sağlığı üzerinde de etkilerinin olduğunu dile getiren Atalık, “ABDnin Louisiana eyaletinde hidrolik çatlama sıvısına maruz kalan 16 inek öldü. Ticari sır nedeniyle de bu hayvanların hangi maddelerden öldüğü araştırılamadı” diye konuştu. Ve bu sondajların depremi de olumsuz etkilediğini belirten uzmanlar eğer bu kuyular açılırsa Trakya’da tarımdan bahsetmek hayal olacak diyerek uyarıyorlar. (3) Trakya’yı Kurtar(may)alım mı? – İlhan VARDAR – Görünüm Gazetesi-Haziran 1997 Kalkınma Ajansları-Sol Haber-31 Temmuz 2009 Türkiye’yi Bekleyen Tehlike : Kaya Gazı- Sinem UĞURLU- Evrensel - 9 Mart 2015

11 Mart 2015 Çarşamba

Trakya’yı Kurtar(may)alım mı?- 1

''Şu anda yarının artık bugün olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Çok geç kalmış olmak diye bir şey vardır.Sayısız uygarlığın beyazlamış kemikleri üzerinde şu acılı sözcükler yazılı: "Çok geç." Eyleme geçmezsek, merhameti olmadan güce, ahlakı olmadan kudrete, kavrayışı olmadan kuvvete sahip olanlar için ayrılmış zaman koridorlarına sürükleneceğimiz kesin.'' Martin Luther King Yine bir seçim dönemi ve yine tatlı su entellerinin, ya da “tamam biz de görüyoruz yanlışları, ama seçim dönemi eleştiri yapmak yanlış” diye her şeye gözlerini kapayan takım tutar gibi parti tutup, seçimlerde tıpış tıpış gidip oy kullanmayı demokrasi olarak algılayan kişilerin bu görüşüne karşın, kişisel eleştirilerde olduğu için yanıtımı onsekiz yıl önceden vermek istiyorum. 1997 de ne seçim vardı, ne AKP o zaman da bizler eleştirilerimizi yapıyor, bu eleştirileri yapan dostlar görmüyor, duymuyor, konuşmuyordunuz.. Şimdi bu şekilde düşünenlere “AKP’nin hizmetkarlığını yapıyorsunuz” suçlamasını karşın o günlerde de iktidarımızı engelliyorsun söylemleri vardı.! İşte bu zihniyetiniz Martin Luther King’in elli yıl önce söylediği gibi “Merhameti olmadan güce, ahlakı olmadan kudrete, kavrayışı olmadan kuvvete sahip olanlar için ayrılmış zaman koridorlarına” sürüklenmemize neden olmadı mı? Hala çok ama çok geç değil mi ? “Uzun bir kış’tan sonra şu son günlerde İstanbul dışına Tarkya’ya doğru bir yolculuğa çıkarsanız, hele hele biraz yağış varsa farkedeceğiniz ilk şey gözleriniz kapalı dahi olsa buram buram toprak kokusu olacaktır. Bunun üzerine gözlerinizi açtığınızda baharla birlikte uyanan doğanın o yeşil örtüsü ıle karşılaşırsınız. Yolculuğunuz daha bakir bir bölgeye ise ve gelincik mevsimine rastlarsa yemyeşil buğday tarlaları içindeki kızıl gelinciklerin seyrine doyum olmaz. Hele hele yeşille mavinin bütünleştiği kıyı şeritlerine ulaştığımızda duyulan haz, mutluluğun resmini yaptırtabilecek bir dinginlik verir insana. Hiç kimse böyle bir yolculuğa hayır diyemez sanırım. Ama ne yazık ki yıldan yıla butür manzaralarla karşılaşmak için çok daha uzun yollar katetmemiz gerekiyor. Ve bu uzun yolları katederken daha bir kaç yıl önce yeşillikler arasında sadece kiremitlerinden ve saman yığınlarından köy olduğunu anlayabildiğimiz yerleşim birimlerinin gittikçe betonlaştığını, artık beton yığınları arasından ağaçların göğe uzanmak istercesine direndiğine tanık olursunuz. Sınırlarının ağaçlardan, derme çatma çalılardan oluştuğu o eski büyük bahçelerin içindeki tek katlı, sundurmalı, bahçenin bir kenarındaki ahırlı köy evlerinin yerlerini kat kat beton yığınlarına terk ettiğine şahit olursunuz. Ama bizler, burunlarımızı tıkayarak, gözlerimizi kapayarak daha yeşile, daha maviye ulaşmak ve oralarıda -önceleri kısa tatillerde keşfedip daha sonra - yoketmek için son hızla gitmekteyiz! Özellikle sanayi devriminden sonra Batı’da, daha çok tüketen insanın daha mutlu olduğu, kişi başına üretilen, demirin, çeliğin çimentonun mutluluğun göstergesi olduğu kabul edilmiştir. Doğal kaynakların kısıtlı oluşu gözönüne alınmadığı içinde bir yandan doğal kaynaklar tükenmekte diğer yandan işlenen hammaddeler doğaya atık olarak dönmektedir. 2. Paylaşım savaşından sonra kapitalizmin büyüme tutkusu “tüketim için üretim” yerine “üretim için tüketim” sürecini başlatmıştır. Artık üretim, insanların doğal ihtiyaçları için değilde oluşan tröstlerin devleşmesi ve ayakta kalabilmesi için yapılmaya başlanmıştır. Bu da çevre sorunlarının korkunç boyutlara ulaşmasına neden olmuştur. Bizim gibi daha sanayileşme ve demokratikleşme aşamasına dahi gelememiş ülkelere çöreklenen dev tröstler tüm dünyanın yaşanamaz hale gelmesine neden olmuştur. Bilindiği gibi bu tüketim çılgınlığı süreci ülkemizdede 12 Eylül 1980 darbesini takip eden hükümetler sonrası büyük bir hız kazanmıştır. Bir yandan uluslararası tröstler ve yerli tekeller ülkemizde çevreye duyarlı gözükmeye başlamışlar ve hatta son yıllarda çevre ödülleri dağıtır hale gelmişlerdir. Ama diğer yandan kurulan montaj fabrikalarının en verimli tarım arazilerinde kurulmasından hiç mi hiç çekinmemişlerdir. Çevre konularına en çok duyarlı vakıflarımız ise özel üyeliklerini dolar üzerinden yapmakta ve bu tür kuruluşların desteğini almaktan çekinmemektedirler.” (*) Trakya’yı kurtaralım – İlhan VARDAR, Bilim ve Ütopya Dergisi, Mayıs 1997, Sayfa 7

8 Mart 2015 Pazar

CHP’de ADAY BELİRLEME

“Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder.” George Orwell Bilindiği gibi ilimizde CHP’nin Milletvekili adayı belirlemesi, ön seçimle yapılacak. Ve 27 yıl sonra ilk kez üye bazında seçim kararı alındı. Yanılmıyorsam 14 aday adayımız var. Soru şu. Üyeler bu adayları belirlerken hangi kıstasları kullanacak? Özellikle küçük yerleşimlerde bazı seçmen üyeler “biz aday adaylarını tanımıyoruz, bizi yönlendiren birileri olmalı” derken delege sultasının alışkanlığının izlerini taşıyorlar. Şimdi ise bir çıkmaz içindeler. Demokrasiye katılımın bedeli sanırım. İşin kolayına kaçarak delegenin ahbap çavuş ilişkisi ile belirlediği adayı kabullenmek kolaydı. Aday adayları içinde iş zorlaşıyor. 100-200 delegeye ulaşmak kolay ama on binlerce üyeye kendilerini nasıl anlatacaklar ? Ve anlatıyorlar tabi, afişlerle, broşürlerle, toplantılarla. Ve bu anlatımlarda ön plana çıkan Ergene Kirliliği, iktidar eleştirisi ile vatan millet söylemleri, Trakya’nın sorunları, kadının toplumda ki yeri, kadın cinayetleri gibi hepimizin bildiği yaşadığı sorunlar. Ve seçildiklerinde sanki sihirli bir değnek varmış gibi ellerinde, tüm sorunlar halledilecek. Çözüm önerileri, planları ? Peki üye seçmen, “kardeşim iyi güzelde aday aday olmadan evvel bu bahsettiğin sorunlar hakkında insan olarak neler yaptın? Sorunları biliyorsun da çözüm önerilerin var mı? Projelerin neler?” sorularını sorabilecek bilinçte mi? “?” Bilemiyorum ! O zaman aday adaylarımızın şu anki söylemlerinden ziyade geçmiş deneyimleri bence önemli bir kıstas olmalı. Katıldığım tanıtım toplantılarından birinde aday adaylarımızdan Sn.Hakan Dedeoğlu şöyle bir cümle kurdu : “Istrancaların suyunu İstanbul kullanıyor. Ayrıca İstanbul Belediyesi bu suyu şişeleyip satarak rant sağlıyor. Yöre halkımıza hiçbir getirisi yok. Bunun için mücadelemi vereceğim.” İşte satır aralarından okunabilecek bir cümle. Sn.Dedeoğlu’nu şahsen tanımıyorumdum. Ama çevre konusunda ki duyarlılığı ve gönüllü olarak yaptıklarını biliyordum. Toplantıdan sonraki konuşmamızda geçmiş deneyimlerinin satır başlıklarını şöyle sıraladı. - 19 yıl boyunca TEMA Vakfı gönüllü temsilcisi, - Trakya çapında Arıtma Kanalı Projesi’nin, TBMM Ergene Nehri Araştırma Komisyonu üyelerine kabul ettirilmesi için verilen mücadelede gönüllü, - Türkiye’nin ilk çevre düzeni planı olan Ergene Havzası Çevre Düzeni Planı’nın Çevre Bakanlığı tarafından onaylanması için verilen mücadelede gönüllü, - Alpullu Şeker Fabrikası’nın yeniden bölgemize huzur ve refah getirmesi için verilen mücadelede gönüllü, - Hayvancılık, pancar ekimi ve diğer tarım uygulamalarında çiftçinin ve köylünün yanında verilen mücadelede gönüllü, - Hakları yenen işçimizin yanında verilen mücadelede gönüllü, - Trakya tarım topraklarının amaç dışı kullanılmasına karşı verilen mücadelede gönüllü, - Ergene Nehri’nin ıslah edilerek sel ve taşkınların azaltılmasında gönüllü, - İğneada’da ya da bir başka noktada, termik ya da nükleer konusunda, hukuk dışı uygulamalara karşı açılan ve birçoğu kazanılan davalarda gönüllü. Siyasi çalışmaları, sivil toplum örgütlerinde ki çalışmaları, demokrasi platformunda ki çalışmalarını sıralamadım bile. Son olarak “30 yıldır, halkın refah, huzur ve sağlığını bozan her türlü uygulamaya karşı öncü ve gönüllü olarak verdiğim mücadeleyi meclise taşıyarak, bölgemize doğru projelerle hizmete adayım” diyor. Bu arada toplantıda bir aday adayımız “aman bu süreçte partiyi yıpratacak eleştirel düşüncelerden sakınalım” uyarısı yaptı. Orwell’ın dediği gibi o kadar gerçeklerden uzaklaşmışız ki toplum olarak gerçekleri karıştırıyoruz sanki. Tıpış tıpış oy vereceksinizden sonra “lüksünüz yok CHP ye vereceksiniz” söylemi ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Beşiktaş Belediye Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Tüy'e "Kürt seçmenin neden CHP'ye küstüğüne" dair bir rapor hazırlattırıyor. 6 sayfalık raporda, oy kaybının nedenleri başlıklar halinde sıralanmış. Buna göre, bölge seçmeni CHP'nin Kürt sorununa ilişkin tutumunu doğru bulmuyor ve CHP içinde ulusalcı kanadın baskın olduğuna inanıyor. Partinin "Laiklik" söylemleri nedeniyle muhafazakar seçmen dışlanacağını düşünüyor. Seçmen CHP'yi, "Ankara partisi" olarak algılıyor ve halkın içinde yeterince yer alınmadığına inanıyor denilmiş. Raporun "Kürt seçmen nasıl kazanılır?" başlığı altındaki öneriler ise dikkat çekici. 1989 yılında SHP tarafından hazırlanan Kürt Raporu'nun genişletilmesi ve "Demokrasi Paketi" olarak kamuoyuna sunulması isteniyor. Alevi, Kürt, Ermeni, Süryani ve dindarlara yönelik partiden kapsamlı bir özeleştiri yapılması öneriliyor. CHP'nin Kürt sorununun çözümü noktasında parti içerisindeki sesleri çoğaltması isteniyor. PKK'nın da talep ettiği "anadilde eğitim" hakkının tanınması, Abdullah Öcalan'a "ılımlı ve karşıt olmayan söylemlerle mesaj verilmesi de öneriler arasında yer alıyor. Gerçek hangisi acaba? kemikleşmiş doğu seçmenini kazanmak mı? yoksa ülkenin laik, ulusal, partiye küsen seçmenini kazanmak mı? ülke ve parti yararına. Son olarak; bilimsel çevrelerden gelen bir habere göre, insan beyniyle makinaların kontrol edilmesine yönelik çalışmalarının ardından 55 yaşındaki engelli bir kadının sadece düşüncelerini kullanarak F-35 jetini uçurabildiği duyuruldu. Düşünce gücüyle makinaların kontrol edilmesi uzun vadede insan vücuduna yerleştirilen robotik cihazlar sayesinde fiziksel engelleri ortadan kaldıracak deniliyor. Biz düşünceden nefret ederken insanoğlu düşünce gücü ile fiziksel engelleri aşmaya çalışıyor. Umarım seçmen üye tarafından aday adayları doğru tahlil edilerek hem bölgemize hem ülkemize yararlı vekiller gönderir meclise.

4 Mart 2015 Çarşamba

AYNA HASTALIĞI

“Ayna ayna söyle bana var mı benden daha güzeli?” Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler romanında ki kötü kraliçenin beş dakikada bir ayna karşısına geçerek yukarıdaki cümleleri sarf etmesi gibi, seçim dönemine girdiğimiz bu günlerde siyasete atılan aday adayları aynalara çok bakıyorsanız aman dikkat ! O aynalar dev aynası olmadığı gibi aynaya çok bakmanın da psikolojik sorunlar yarattığı unutulmamalı. Acıbadem Hastanesi Psikiyatri Konsültanı Psikiyatr Doç. Dr. Ece Orhon, tıp dünyasında "dismorfofobi" diye bilinen, halk arasında ise "ayna hastalığı" olarak tanınan hastalıkla ilgili olarak bakın neler söylüyor… “Dismorfofobi : Bu hastalık 100 yıldan beri tanınmaktadır. Tanım olarak, kişinin fizik görünüşündeki gerçek fakat önemsiz bir kusur ile ileri derecede meşgul olmasıdır. Örnek olarak, burnun uzun yassı veya eğri olması, saçların çok seyrek, kıvırcık, göğüslerin çok büyük, sarkık veya küçük olması gibi bir kusurla, kişinin sürekli uğraşmasıdır. Bu kişiler huzursuzluk duydukları bu duruma karşı kaygı da duyar. Diğer kişiler bu kusur veya kusurların hiç önemi olmadığını söyleseler de, kişi takıntısından vazgeçmez. Psikiyatride "vücut dismorfik bozukluğu"na (VDB) giren bu durum bir çeşit anksiyete bozukluğudur. Bu bozukluk olanlarda nasıl göründüklerine dair bilişsel çarpıklıklar vardır. Bu kişilerde var olan kusur hakkında çarpıtılmış bir algılama oluşmakta, bu durum sonunda takıntıya dönüşmektedir. VBD sosyal yaşam ve diğer alanlarda kişinin hayatında önemli sıkıntı ve gerilemelere yol açmaktadır. Bu durum genellikle ergenlik ve gençlik yaşlarında ortaya çıkar. Kişilik gelişiminin ve özgüvenin tam oturmadığı, kişiliğini arama, yerleştirme dönemlerine denk düşmektedir. Gençler, dış görünüş, kilo ve fiziksel bir kusur üzerinde çok dururlar. Orta sınıf ailelerde yetişen gençlerde sıklıkla görülür. Güzellik arayışları, bir ünlüye benzeme isteği, o kişilerin bazı fiziksel özelliklerine aşırı hayranlıklar, arkadaşlar arasındaki örseleyici etkileşimler, alaycı tutumlar genci fiziksel görünümünü incelemeye yöneltebilir. Güvensizlerin hastalığı Bu hastaların kişilik portresi, genellikle takıntılı, titiz, kendi bedenlerini sürekli inceleyen, güvensiz, karamsar ve çeşitli ruhsal çatışmalar içinde olan kişilerdir. Vücut dismorfik bozukluğunun belirtileri kişide, aynaya çok bakmak veya reddederek hiç bakmamak şeklinde görülebilir. Eğer ayna ile çok meşgul ise iki-üç ayna yardımı ile sürekli olarak sorunlu bölgeyi inceler. Kusurlu bulduğu yeri kamufle etmek için büyük bir çaba içine girer. Makyaj, şapka, eldiven, peruk kullanır. Kusurlu bulduğu beden kısmını başkalarınınki ile mukayese eder. Bu kişiler, dermatoloji, cerrahi veya plastik cerrahi gibi bölümlerden devamlı yardım talep eder. Bu uzmanlar kişiyi psikiyatra gönderdiklerinde, bu öneriyi reddeder veya doktor değiştirirler. Kendilerini diğer kişilerin yanında mahcup, ezik ve güvensiz hissederler. En çok şikâyet edilen organlar saç, cilt, burun, meme, kalça, baldır ve penistir. Hasta, çekingen ve izole olarak yaşamayı tercih ettiklerinden, insan ilişkilerinde başarılı oldukları söylenemez. Bu durum karşı cins ilişkileri için de geçerli olacaktır. Vücut dismorfik bozukluğu vakaları, aşırı takıntılı ve sıkıntılı olup, sürekli aynı düşüncenin etrafında dönerler. Depresyonlar, obsesyonlar (saplantılar) veya kilo ile ilgili takıntıları olursa yeme bozuklukları ile birlikte görülebilir. Hipokondriazis(hastalık hastalığı), paranoya(aşırı endişe veya korkuyla karakterize edilen, sıkça mantıksız kuruntu) beden imajı bozuklukları ile karışabilir. İleri vakalarda paranoyadan ayırmak güç olur. İntihar düşüncelerine rastlanabilir. Son çalışmalarda kadınlarda ve erkeklerde görülme oranı eşit bulunmuştur. Genç, çalışmayan ve hiç evlenmemiş kişilerde daha sık görülür. Televizyon ve basında haber olarak manken ve ünlü kişilerin yaptırdıkları estetik ameliyatlar, reklam sektöründe kusursuz güzellik kavramının öne çıkarılıp kullanılması, bütün dünyadaki artistler, mankenler hakkında sürekli bilgi verilmesi ve onlara özenme, onlara benzeme isteği ve çabaları bir ölçüde güzellikle ilgili hoş çabalar olabilir. Bunun sonucunda bazı kişilerde incelik, saç modeli, burun, yüz şekli gibi takıntılar ön plana çıkar. İzledikleri, onu kendisinde daha çok kusur aramaya yöneltebilir. Ancak, bizim konumuz olan vücut dismorfik bozukluğu'nda (VDB), hastalık söz konusudur, özenme ve taklit etmeden daha ileri ve ciddi bir durumdur. Tedavi için sadece ilaç yeterli değildir. Bu hastalığın beyindeki kimyasal ve genetik bozuklukla ilgili olduğunu söyleyen görüşler vardır. Kanımca, ailelerinde depresif, obsesif, paranoid kişilerin ve anksiyete bozukluklarının varlığı, böyle düşüncelerin ve hastalığın gelişmesine uygun ortam yaratmaktadır. Vücut dismorfik bozukluğu'nun tedavisinde ana yaklaşım, psikoterapi ve ilaç tedavisidir. Tek başına ilaç tedavisi bu hastalığı iyi etmemektedir. İlaçlar kişiyi daha yumuşak başlı kılıp takıntılardan uzaklaştırırken, kişinin terapiye yatkınlığını ve işbirliğini artırır. Bu ilaçlar sayesinde bedensel takıntılar, gerilim, anksiyete ve depresyon belirtileri ortadan kaybolurken, kişinin düşüncelerini daha gerçekçi ve kontrollü kılar. Bazı ileri vakalarda bu ilaçların hayat kurtarıcı yardımları da olur. Bu vakalar takıntılarının yoğunluğuna bağlı olarak derin bir elem ve acı içindedir ve intihara kadar gidebilen girişimleri olabilir. İlaçlardan ve terapiden yararlanırlar. Bu konuda uzmanlaşmış kişilerce uygulanan "davranış tedavileri" de yararlı olabilir. Gerçekten düzeltilmesi gereken bir kusurun varlığında dermatolojik, ortopedik veya estetik cerrahi girişimler yararlı olabilir. Bununla beraber, ameliyat bu kişilerin zihinlerine yerleşmiş olan kalıcı beden imajı kusurunu ortadan kaldıramamakta, ameliyat sonrasında beklediğini bulamama, mutsuzluk, ağır depresyon, sosyal izolasyon, içe kapanma veya doktorlara yönelik paranoid düşünceler gelişebilmektedir.”

28 Şubat 2015 Cumartesi

BİPOLAR : Asla bir insan tek başına hasta değildir

Hasta yakınlarının durumu Psikozlu veya bipolar bozukluğu olan insan kendini ve çevresini değişik algılarlar. Bunun tersi olarak kendisi de çevresine yabancılaşır ve bütün güç ve zaaflarıyla birlikte güven verici gözükmez. Bunun doğrudan veya yavaş yavaş olması, neşenin ve motivasyonun bulunması veya bulunamaması hiç fark etmez – aile yakınlarına, eşine veya dostlarına korku verir ve büyük külfet yükler – teşhisten çok önce veya yardım önlemleri başladıktan sonra. Hasta ile ne kadar yakın yaşanıyorsa güvensizlik de o kadar büyük olur. Buna rağmen güveni muhafaza etmek ve aileyi işlevsel tutmak büyük bir zorunluluktur. Ruhsal bunalımlar esnasında hasta yakınları hem soğukkanlı hem de dikkatli olmak, ilgi ile sınırlamayı, duygudaşlık ile düşünmeyi dengede tutmak zorundadırlar. Birbirlerine destek olmak zorundadırlar, ancak profesyonel bilgi ve yardıma ihtiyaçları vardır. Hasta yakınları sadece ebeveyn ve eşler değildir. Çoğu zaman kardeşler, çocuklar veya diğer akrabalar da bu konudan muzdariptir. Anne, baba, kız kardeş, erkek kardeş, oğul, büyükbaba, büyükanne – herkes destek vermek ve normale dönüşü sağlamak açısından önem taşır. Ancak bu yakınların her biri özel külfet, sorun ve dayatma ile karşı karşıyadır. Dışlanmadan trialoga(hastaların, hasta yakınlarının ve profesyonellerin doğrudan, yüz yüze görüşmesi demektir.) Hasta yakınları psikiyatri tarafından uzun süre rahatsız edici ve suçlu görülerek dışlanmıştır. On yıllar boyunca hasta yakınlarının farklı biçimlerde suçlanmasına neden olan biyolojik veya sosyal teoriler olmuştur: Hasta yakınlarına yöneltilen suçlamalar sonunda sorgulanmış ve ortadan kaldırılmıştır. Psikiyatri hasta yakınlara karşı suçlu olduğunu kabul etmiştir: Hastalık ne genler ne de belirli iletişim tarzları ile edinilmektedir. Ailedeki duygusal heyecan (High expressed) ile nüksetme sıklığının birbirine bağlı olabileceği düşüncesi tek yanlı olarak kullanılma tehlikesi oluşturmuştur: Ancak, hasta yakınlarının heyecanı mı nüksetmelere neden olmakta yoksa korkulan nüksetme durumu mu heyecana neden olmaktadır? Gerçek basittir ve hiç de sanıldığı gibi karmaşık değildir: İnsanlar birlikte otururlarsa ve birbirlerini kendilerine yakın hissederlerse, ruhsal idrakleri ve ruhsal sağlıkları açısından birbirlerini etkilerler. Ve bu karşılıklı etkileşim kısmen yapıcı olabilmekle birlikte elverişsiz de olabilir. Aile bireylerinden biri veya birkaçı (ruhsal açıdan) hasta ise veya hepsi sağlıklı ise bu karşılıklı etkileşim çok büyük önem taşır. Hasta yakınlarının desteğe gereksinim duymaları tartışılmazdır, üstelik bu destek onların ebeveyn, çocuk, kardeş, eş veya arkadaş olarak oynadıkları role uygun olmalıdır – bu destek ortak ve ayrı görüşmelerde, hasta yakınlarının oluşturduğu gruplarda veya çok sayıda deneyimlinin, hasta yakınının ve profesyonelin katıldığı psikoz seminerlerinde sağlanabilir. Bunların yanında eşzamanlı yardımlar "sosyal alanı" yeniden ortaya çıkarmalı, geliştirmeli ve çalışmalara dahil etmelidir. Bu gereklidir, çünkü gittikçe artan sayıda hasta zamanlarını evlerinde geçirmektedir – psikiyatri ortamının dışında. Bu reformun yükünün hasta yakınlarının omuzlarına binmemesi için "yapılar üstü" (tedavi statüsünden bağımsız), esnek ve hareketli olmalıdır. Sadece uzun vadeli değil, hastanın kendi evinde akut yardımlar da mümkün olursa, kliniklere havale işlemlerinden kaçınılabilir. Hasta yakınlarını dahil etmeden psikozların ve bipolar bozukların tedavisine çalışmak meslek hatası anlamı taşır. Çocukların durumu Çocuklar ebeveynlerinin psikolojik durumlarındaki değişiklikleri doğrudan idrak ederler. Çocukların çok az filtreleme yetenekleri vardır kendilerini koruyamazlar. Çocukların korunmasızlığı kendi ifadelerinde ortaya çıkmaktadır, özellikle de erişkin çocuklar geri dönüp kendi deneyimlerini anlattıklarında. Çocuklar aynı zamanda kendi olağan tasavvurlarına ve olumlu deneyimlerine büyük bir dayanıklılıkla bağlılık göstermektedir. Uzun süreler anne veya babalarının hasta ve sağlıklı durumlarını gözlemleyebilir ve bu konuda kendilerine özgü bir tablo oluşturabilirler. Ruhsal hastalığı olan ebeveynlerin çocukları uzun süre ihmal edilmişlerdir ve şimdi keşfedilmektedirler – özellikle risk grubu olarak. Bu çocuklar gecikmeli de olsa şimdi dikkate alınmakta ve kendilerine yardım edilmektedir. Ancak burada da yardımların türü ve terapistlerin davranışı belirleyici olmaktadır. Çocukların doğal olanı uzun süre sürdürme konusunda büyük yetenekleri vardır: Bazen tuhaf da olsalar, anne ve baba anne ve babadır. Aynı zamanda çocuklar belirli fazlarda suçluluk duygusuna da kapılırlar: Annemin durumu iyi değil, çünkü ben başarısız oldum. Şunu veya bunu yaparsam, babamın durumu düzelir. Böyle bir "ben merkezcilik" çocuk gelişimine uygundur. Çocuklar başka insanların duygusal ilişkisine yaşamsal ölçüde muhtaçtır. Önemli bir insanla olan ilişki geçici olarak başarısızlığa uğrarsa, bütün suçu üzerlerine almamaları için bunun neden böyle olduğu onlara açıklanmalıdır. Ve çocuklar başka kişilerin desteğine ihtiyaç duyarlar. Çocuklar özellikle şunlara ihtiyaç duyarlar: Yaşlarına uygun açıklama (suçluluk duygusunun giderilmesi de dahil) Bunalım durumlarında mümkünse aile içinde (diğer ebeveyn tarafı, büyükbaba veya büyükanne) veya bakıcı aile veya profesyoneller içinden rahatlamaya yardım edecek kişi Mümkünse aileye yardım eden yardım önlemler Aynı deneyime sahip diğer kişilerden oluşan gruplardan yadım (Eğer bu koşullar sağlanırsa çocuklar çok şeyi dengeleyebilir!) http://www.psikoz-bipolar.com/ sitesinden yararlanılmıştır.

25 Şubat 2015 Çarşamba

BİPOLAR BOZUKLUK ve AİLE DESTEĞİ

Bipolar bozukluğu olan biriyle yaşamak aile içinde strese neden olur. Aile bireyleri bu süreçte en çok suçluluk duygusu, korku, kızgınlık ve çaresizlik duygusu arasında git gel yaşarlar. Bu ilişki açısından da problem yaratır. Fakat hastalık kabullenilir ve detaylı öğrenilirse problemler en aza indirilebilir. Öfke ve ya suçluluk duygusuna kapıldığınızda unutmayın ki, bipolar bozukluk kimsenin suçu değildir. Hiçbir şeyin normale dönüşmeyeceğini düşünmeyin. Günümüz tedavileri tüm belirtileri ve bozuklukları önemli ölçüde tedavi edebilmektedir. Fakat gerçekçi beklentiler içinde olmak gereklidir. Özellikle hasta kişiden kısa sürede çok şey beklemek başarısızlık yaratır. Uzun süreler içinde küçük hedefler koymak aynı şekilde yanlıştır. Ayrıca destekçi aile bireyleri de kısa ve uzun vadede kişiye tutarlı olarak, sürekli ve belli bir miktarda yardımcı olmalıdır. Fakat bu da hastayı özgür bırakmak ve fazla üstüne düşmek sınırlarının tam ortasında olmalıdır. Hastanın sınırlarını bilin: Bipolar bozukluğu olan hastalar kendi modlarını kontrol edemezler. Kontrollü olarak depresyon evresinden çıkıp mani evresine (ya da tam tersi) geçemezler. İstemek, kontrol etmeye çalışmak kişiye yardımcı olmaz. Aynı şekilde birinin nasihat etmesi de. Kendi limitlerinizi bilin: Unutmayın kimseyi bu hastalıktan çekip çıkaramaz, ya da onu daha iyi etme sorumluluğunu üstlenemezsiniz. Mutlaka desteğinize ihtiyacı var fakat genel iyileşme sağlamak hastanın kendi ellerinde. Stresi azaltın: Stres bipolar hastalığın seyrini ağırlaştırır. Bu yüzden stres yaşayan aile bireyine sorumluluklarını paylaşıp paylaşmak istemediğini sorun ve kabul ederse paylaşarak (üstlenerek değil) yardım edin. Kişiye sağlıklı bir günlük rutin yaşamasında yardımcı olun. Düzenli uyku saatleri, sağlıklı ve zamanında beslenme de bunlara dahildir. İletişim: Açık ve dürüst bir iletişim bipolar hastalıkla baş etme yöntemlerinden en güçlüsüdür. Endişelerinizi sevgi dolu bir dille paylaşın, ne hissettiğini sorun ve gerçekten dinleyin. Karşıt fikre sahip olsanız ya da anlattıklarını konuyla alakasız bulsanız bile. Şunları söylemeniz yardımcı olabilir ; Yalnız değilsin. Ben senin için buradayım. Düşüncelerin ve duyguların hastalığından dolayı böyle karışık ve seni rahatsız ediyor. Sen inan ya da inanma, gerçekten düzelecekler. Nasıl hissettiğini ve ne düşündüğünü anlamadığımı düşünebilirsin ama ben her zaman sana destek olmak için buradayım Sen benim için önemlisin. Sağlığın ve hayatın en az benimki kadar değerli. Bipolar bozukluğu olan hastalar genelde doktora gitmek , ilaç kullanmak istemez ve sosyal destek kabul etmez. Eğer hasta hastalığını kabul etmiyorsa üstüne gitmeyin, çünkü hastalığından korkması onu tedaviden uzaklaştırabilir. Ona rutin bir medikal checkup önerin ve hatta ona eşlik edin. Psikiyatri bölümünde uykusuzluk, yorgunluk gibi nedenleri konuşacağınızı söyleyin ve ikna edin. Fakat gitmeden önce doktoru bipolar şüphelerinizden haberdar edin. Bipolar bozukluk bir hastalık, diyabet gibi. Bu yüzden tıbbi tedavi gerektiriyor. Hastalığından utanma. Bu senin suçun değil. Daha iyi hissetmeni sağlayacak bir çok tedavi var. Eğer tedavi edilmezse daha kötü hissedeceksin, halbuki bu aşamada her şey çok kolay. Tedaviye ne kadar erken başlanırsa o kadar yararlı olur. Tedavi hem belirtileri hem de bozuklukları ortadan kaldırır. Bipolar Bozukluk hastasına nasıl davranmalısınız ? Tedavinin başarısının büyük ölçüde sizin desteğinize dayandığını unutmayın. Yapabilecekleriniz: İyi bir dr bul, Randevu al, Tedaviye başlat, Hastayı devamlı gözlemle, Tedavisi hakkında devamlı bilgi al, Tedavideki gelişmeleri kaydet, Problem durumunda hemen doktora başvur. Hastalığın en önemli tedavisi ilaçtır. Bir çok hastanın düzenli olarak ilaç kullanması gereklidir. Fakat hastaların büyük çoğunluğu ilaç kullanımını bırakma eğilimindedir. Bazıları hastalık psikolojisinden kurtulmak için, bazıları ilacın yan etkilerinden dolayı ilacı bırakır. bazıları ise manik dönemden zevk aldığı için ilacı o dönemin ortalarında bırakır fakat düşüşten kendini kurtaramaz ve tekrar depresyon yaşar. Yan etkilerden yakınan hastalar doktoruyla görüşerek başka bir ilaç kullanmaya başlamalıdır. Diğer durumlarda hastanın zamanında ve düzenli bir şekilde ilaçları alması sağlanmalı ve kişi ilaçların ona kendini daha rahat hissettireceğine ikna edilmelidir. Tedavi altında olsa dahi hastalığın semptomlarının tekrarladığı zamanlar olmaktadır. hastanızın davranışlarını gözlemleyerek duygu durum değişikliklerini önceden fark etmeye çalışın ve doktoru ile durumu konuşun. Manik sinyaller: Az uyku , Değişken ruh hali , Halsizlik Mani belirtileri: hızlı konuşma , artan aktivite , sinirlilik ve agresiflik Depresyon sinyalleri: yorgunluk, fazla uyuma , sorunlara odaklanma Depresyon belirtileri: ilgi kaybı, bir şey yapmak istememe ,herkesten uzaklaşma, iştah değişiklikleri Mani ve Depresyon durumunda hasta yakınlarına tavsiyeler : Eğer hasta depresif dönemdeyse: Hastalığın yarattığı semptomları üzerinize alınmayın: Hasta sizi kırabilir ve ya utandırabilir. Manik durumda hasta eleştirel, şüpheci, agresif ve umursamaz olur. Depresif durumda ise sizi reddeder, sinirlidir ve şiddete yatkındır. Bu gibi davranışları kişisel algılamamak çok zordur fakat unutmayın ki bu bir mental bozukluktur bencillik ya da olgunlaşmamışlığın sonucu değildir. Kırıcı davranışlara hazırlıklı olun: Manik ya da depresif olduğu durumlarda kişi saygısız ve kırıcı davranışlarda bulunur. Önceden planlama bu konuda en iyi çözümdür. Hasta iyi ve olumlu olduğu zamanlardan birinde kendisine kibarca bu durumu açıklayın ve böyle zamanlarda araba anahtarlarını alma, ev giderlerini yönetme ve doktor randevularını planlama sorumluluklarını geçici olarak üstlenmek istediğinizi söyleyin. Bunu duymak onun için de zor olacağından doğru anı ve yöntemi belirleyin. Kriz anında ne yapacağınızı bilin: Kafanızda bir kriz planı yapın. Terapist, doktor ve diğer acil numaraları devamlı yanınızda bulundurun ve hastanında cüzdanında taşımasını sağlayın. Ona zor durumlarda mutlaka sizi ve doktorunu aramasını söyleyin. Acil durumda yalnız kalmayın: İlerlemiş bipolar bozuklukta kişi çevresindekilere ve kendine zarar verir. Bu gibi bir şüpheniz olursa onu kesinlikle yalnız bırakmayın ve yanınıza güvendiğiniz birini çağırın. Gerekirse ambulans ve polisi arayın. Eğer hasta manik dönemdeyse: Hastayla vakit geçirin: Manik dönemdeki hastalar kendilerini diğer insanlardan izole olmuş hissederler. Bu yüzden onunla kısa bile olsa zaman geçirmeniz olumludur. Eğer hasta çok enerjikse beraber yürüyüşe, koşuya çıkın. Hareketli olun ve bu esnada konuşun. Sorularına dürüst cevap verin. Fakat manik dönemde kesinlikle kavga etmeyin ve tartışmayın. Derin konulara girmekten kaçının. Hiçbir yorumunu kişisel algılamayın: Yüksek enerjili olunan dönemlerde kişi genelde aslında demeyeceği şeyler söyler ve genelde çevresindekilerin olumsuz yanlarını görür. Eğer ihtiyacı varsa, biraz uzak durun ve tartışmayın. Yemesi içmesi kolay yemekler hazırlayın: yüksek enerjiye sahip hasta oturup yemek yemekle uğraşmak istemez. Bu yüzden hemen yiyebileceği sandviçler, meyve suları ve dilimlenmiş kekleri devamlı hazır ve göz önünde bulundurun. Hastayı fazla uyarıcıdan ve aşırı aktiviteden koruyun. Etrafı düzenli, temiz ve sakin tutmaya çalışın. Sakin müzikler dinleyin. Mümkün olduğu her zaman uyumasına izin verin. Yüksek enerjiden dolayı hasta uyumakta zorluk çekecektir. Bu yüzden ne zaman olursa olsun gün içinde 23 saatlik şekerlemeler yapmasına izin verin. Kesinlikle kendinizi ihmal etmeyin. Fiziksel ve duygusal olarak kendinizi devamlı denetleyin. Gerektiğinde destek alın. Kendinizi ihmal etmeyin ve desteğinizi suistimal ettirmeyin. Kendi yaşamınıza odaklanın. Kendi amaçlarınızı, ideallerinizi unutmayın. Arkadaşlarınızı ve ailenizi ihmal etmeyin. Planlarınızı uygulayın ve eğlenin! Destek arayın. Sizin de duygusal desteğiniz olması en az hastanın desteğe duyduğu ihtiyaç kadar önemli. Mutlaka güvendiğiniz kişilerle konuşun. Gerekirse yardım isteyin. Sınırları çizin. Gerçekçi olun. Kendi hayatınızdan çalmadan ona en fazlasını vermek için neler yapabileceğinizi düşünün. Stresini yönetin. Düzenli ve sağlıklı beslenin. Yardım isteyin. Yardım edebileceğini düşündüğünüz güvendiğiniz kişilerden yardım istemekten çekinmeyin. Böylece hem sorumluluğunuz hem de stresiniz azalacaktır.

21 Şubat 2015 Cumartesi

BİPOLAR ŞİDDET ve TACİZ – 2

Bipolar bir kadının güncesine devam ediyoruz. “Boşandıktan sonra bir de dul olmak derdi ile baş etmek zorundasınız. Lanet olasıca ülkemde dul olmamalısınız. Çocukluğundan beri seni tanıyan, başını okşayan bakkal amcanın bile bakışları değişir. Hele hele saatlerce oturup dertleştiğin komşu teyzenin kocası ile bir yerde karşılaşıp hal hatır sordun mu hemen damgalanıverirsin. Ailenin evine dönmüşsündür. Hem de dul olarak. Yeri gelir en yakınların, yeğenlerin bile orospu diye aşağılamaya çalışırlar. Ailen daha büyük bir baskı uygulamaya başlar. Bekar biriyle evlenemezsin. Yaşlı ve dul biri ile evlenmek zorundasın. Evlenmek ne kelime. Fikirlerim aileme bile uçuk geliyor. Bazen o kadar sinirli oluyorum ki, etrafımdaki her şeyi kırıp dökmek istiyorum. Bu durumlarda bir caniye dönüşüyorum çevreme göre. Ailemin huzursuzluğu, tepkileri çok aşırı olduğu için tamamen kontrolden çıkıyorum. Alıp başımı gitmek, kaçmak bir çözüm benim için sanki. Ya da alkol almak. Dünya umurumda olmuyor. Kaçıyorum da ailemden uzak şehirlere. Çocuklarımdan uzaklara. En büyük acı da bu kaçışlarımda namus bekçisi kesilen ailen onlardan uzak oldun mu çok mutlu. Ne yapıyorum, kimleyim, çalışıyor muyum, param var mı sorgulamalarına girmez bile. Ama kaçmakta çözüm olmuyor bu kez pişmanlıkla kör bir kuyuya düşmüş gibi hissediyorum kendimi. Boğuluyorum sanki. Her şeyin sona erdiğini düşünüyorum. Ölüm benim için kurtuluş gibi. Aşırı duygusal bir yük. Yer değiştiren bir kum üzerinde durmaya çalışmak gibi. Acılar içinde kıvranıyorum. Ne yaşadığımı kimse anlamıyor. Çalışırken sürekli beni ilgilendirmese de her işe burnumu sokuyorum. Bazen patronlar bunu perfonmansıma veriyor ama genelde problemler ve işten ayrılma ile sonuçlanıyor. Acı olan yaşadıklarımın benim karakterimi yansıtmaması. Bu yıldırıcı iniş çıkışlar nedeniyle hayvansal içgüdüyle hareket edebiliyordum. Kaçmalar bir yere kadar. Yine kürkçü dükkanına dönmeler. Yine başa dönmeler. Dışarı çıksam suç, evde alkol alsam suç. Sürekli kavga ve didişme. Hiç yapmadığım şeylerde yapıyordum. Sonunu düşünmeden anlık kararlar veriyorum. Çocuklarımın yanına gitmem bile suç. Çünkü eski eşimle kalıyorlardı. Ama onlarla da mutlu olamıyordum. Kimse bilemezdi içimi içim kadar. Dışarıya karşı her ne kadar açık, neşeli olsa da bu ruh içten içe erimekte ve yok olmakta… Her şey bir hayal aslında hiç var olmayan. Gizli ben işte burada çıkıyor hayata.. Boşluk ve mutluluk… Ne kadar zor o anları yakalamak eğer evde her şeyine karışan, yaptıklarına nankörce bakan, ne yapsan beğenmeyen, sana emirler yağdıran, hayattan bezdiren, Allah’a inanmanın sadece dua okumakla olmadığını davranışlarla da gösterilen bir şey olduğunu bilmeyen birileri varsa… Ya da en boktan sevdalar seni bulmuşken ve sen hala akıllanmamış hala o sevdalar peşinden koşarken ve bir mıknatıs gibi kötülükleri kendine çekerken bu mutlu anları yakalamak ne kadar zor. O kadar kolay ki birilerine bir şey söylemek, akıl vermek zor zamanlar da.. söylemek o kadar kolay ki teori de her şey o kadar basit her şey o kadar çözülebilirmiş gibi ki.. ama gel gör ki hayat öyle değil yaşamayan anlamıyor tabi.. Herkes kendince yorumluyor hayatı sanki hepimiz birer piyon değilmişiz gibi.. sanki hepimizin sonu aynı değilmiş gibi.. sonun aynı olduğunu neyin ne olduğunu biliyorken üzüntü niye.. hayır hayır üzüntü yok. neye üzüleceksin.. bir dert var mı.. hayır hayır yok, olmamalı.. Gel yanıma otur konuş benimle sonra git yanımdan uzaklaş hayatımdan.. Kalmaya çalışma yanımda yoksa sende boğulup gidersin bensizliğimle.. ama gelirken bir de şarap getirsen her şey o kadar güzel olur ki.. inan çok güzel vakit geçiririz ama kalma.. bunun için de üzülmeye gerek yok.. çünkü hayat bu, piyonlarıyız oyunun üzülmeye gerek yok. bağlanmaya gerek yok. hayal kurmaya gerek yok.. sadece yaşa.. şarabımı alma elimden yeter .istersen çok inançlı ol, içme şaraptan ama saygı duy bana yeter.. karışma elimdekine bu yukardakiyle benim aramda.. gel sadece anı yaşayalım beraber.. üzülmeyelim yeter.. yorum yapma, yargılama, sadece sus ve gel şarabımdan bir yudum al ve anı yaşa.. bazen.. bir şey olur, bir kıvılcım.. işte bu dersin aradığım.. sanki kaybettiğin ve yıllarca arayıp da bulamadığın şeyi bulmuş gibi olursun. .işte o an sigaranı yakarsın.. dumanı ağır ağır ciğerlerine giderken, ciğerlerin tutuşurken aslında başka bir şeydir ya tutuşan.. işte tam da bu haldeyken o ateş sönüverir.. gelen hemen gider.. bulduğunu yine kaybedersin. tam mutluyken, geleceğe umutla bakarken, bu sefer doğru bir şey yaptım, düzgün bir şey oldu derken yine başa dönersin ya.. zor olan kaybetmek değildir belki de.. zor olan başa dönmektir, yeniden kurmaya başlamaktır bir şeyleri boş, umutsuzca.. hayallerin yıkılmıştır bir kere, yıkmışlardır.. umudunu, hayata bağlandığın tek şeyi de almışlardır senden.. işte o an yine bir sigara yakarsın bu sefer tutuşanın kendin olduğunu bile bile..” Not : İki yazıdır süren bipolar günceleri çeşitli vakalardan esinlenerek kurgulanmıştır.

18 Şubat 2015 Çarşamba

BİPOLAR, ŞİDDET ve TACİZ - I

“Dünya; kötülük yapanlar değil, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir.” Albert Einstein “Ben orta yaşı geçmiş bipolar bir kadınım. Bir evlilik yaşadım ve çocuklarım var. Özgecan kızımızın vahşice katledilişinden sonra toplumsal isyanı öfke, panik ve korku ile izlerken, gittikçe artan şiddet olayları karşısında toplumun bu kadar öfke nöbeti ile sarsılmasına açıkçası anlam veremedim. Binlerce kadın katledildiği halde. Ya da 13 yaşında ki kızımıza tecavüz eden onlarca erkek onu öldürmediği için mi sessizce geçiştirildi. Bu tepkiler o zaman olsa idi acaba Özgecan’ımız şu an yaşıyor olur mu idi.? Sanırım olayın vahşiliğinde idi bu tepki ve öfke. Çünkü, şiddete, işkenceye hem de yakınları tarafından uygulanan baskıya, tecavüze karşı tepkisiz olan, görmeyen, yardım etmeyen toplum ölümlerden sonra niye bu kadar tepkili ? Lütfen bu cümlelere hemen tepki vermeyin bir okuyun yazacaklarımı. Ailemin en küçüğü idim. El bebek gül bebek büyümüştüm. Öğretmenlerim dikkatimi toplayamadığımı, düşüncelerimin karışık olduğunu söylemişler aileme çocukluğumda. Bunun üzerine ailem hayatım hakkında tüm kararları almaya başladı. Sosyal aktivitelere kattılar beni. İstiyormuydum bilmiyorum ama tüm kurslara katıldım ve bitirdim. Güzel bir çocukluk idi benim için. İnsanlarla çok kolay iletişim kurabiliyorum, ama bir müddet sonra nedense başlayan problemlere anlam veremiyordum. İlişkilerim hep kısa süreli idi. Çok arkadaşım olmadı diyebilirim. Kardeşlerim gezerken ben evden çıkmıyordum. Genç kızlığımda da sürdü bu, ama evde de müzik dinlemekten başka bir şey yapamıyordum. Bazen dışarı çıktığımda ise eve dönmek bilmiyordum. Kendimi kontrol altına alamıyordum. Hep bir şeylere karşı gelme, isteksiz, dirençsiz, tam başına buyruk olmak istiyordum. Tabi sürekli ailem, kardeşlerim tarafından frenlenmek, kocaman bir boşluğa düşmek, en deli fikirlerle alışveriş isteği uyandırıyordu. Sonra o anlık mutluluktan etkilenip bir anda moral bozukluğu içinde ağlamak, sürekli iniş çıkışlarla yaşamak. Duygu ve düşüncelerime gem vuramıyordum. Bazen çok neşeli, anlatılacak o kadar çok şey vardır ki, bazen de günlerce susardım. Özgür yaşama isteği, kısıtlama ya da frenlemeler sanki hakaret gibi geliyordu. Ailem bu durumu benim elimde olduğunu düşünerek şımarıklığa vurduğumu sanıyor gibiydiler. Komik olan bende ne olduğunu bir türlü anlamlandıramıyordum. Bir şeytanın, beni sürekli üzecek, ailem ise zor duruma düşürecek, durmak bilmeyen delice bir hırsla isteklerimi ya da heves ettiklerimin sahibi yapmak için beni dürttüğünü düşünüyordum. İçimde ki sesi kontrol edemiyordum. Yine ailemin istediği kişi ile evlendim. Duygularıma yine hakim olamıyordum. Eşim kısa süre sonra bazı sorunlar olduğunu söylemeye başladı. Hatta beni çift kişilikli olarak yorumladı. Haklı idi belki çünkü bende bilmiyordum. Eşim bilimi, sanatı seven bir insandı. Her şeyi birlikte yapmaktan da hoşlanıyordu. Ama benim gittikçe daha uçuk, her şeyi yaparım, büyüğüm, kuvvetliyim, özel güçlerim var gibi olan düşüncelerim daha da yoğunlaşmıştı. Çalışmak istiyordum ama bunlar çok kısa sürüyordu. Yeni iş projeleri, sosyal aktivitelere atlıyordum. Bir hafta da üç iş değiştirdiğim oluyordu. Eşimle konuşamıyordum bile sürekli bir fikirden öbürüne atlıyor, kaçışı ya alkolde ya çılgınca alışverişte buluyordum. Eşimde, birkaç kez ilaç alıp ölme isteğimi yaşayınca arayışlara girmiş psikiyatr psikiyatr dolaşıyorduk. 7-8 doktordan sonra Bipolar olduğumu söyledi bir doktor. Çok korkmuştum. İlaçlarımı kullanmıyordum. Ailemde bir türlü kabullenmek istemedi bu durumu. Sonunda eşim istem dışı olarak beni bir kliniğe yatırdı. Eşim ve çocuklarım ile kısa bir dönem çok mutlu idim. Ama ailem “sen deli değilsin” artık iyileştin, ilaçlarını içmesen de olur demeye başladı. Hatta eşime boşanma davası açmam için beni ikna ettiler. Tabi ilaçlarımı kullanmayınca kısa sürede kendime aşırı güvenim, uçuk yaşamım geri geldi. Boşandım. Ailemle yaşamaya başladım. Anlattıklarımda şiddet ve tacizden eser yok gibi. Evet çünkü daha anlatmadım. Hoş ve güzel bir kadınım. Genç kızlığımdan beri girdiğim her işte, sosyal sorumluluk projelerinde, aktivitelerde insanlara aşırı güvenimden dolayı, güler yüzlü olduğum için hele manic dönemlerimde aşırı güvenimde yerinde olduğundan sürekli tacize maruz kalıyordum. Bedenim cinsel bir obje olarak görülüyordu. Bakmayın özellikle siyasetçilerin kadın kutsaldır, şöyledir böyledir dediklerine. Siyasi aktivitelerde vitrin süsü olarak kullanıldığımı hissediyordum. En aç gözlülerde ibadetlerini yaptığını söyleyen dini bütün kişilerdi. Yine de belki bu haksızlık olur çünkü erkek olmaları yetiyordu. Yolda yürürken bile öyle hissediyordum ki sanki tamamen çırılçıplağım. Evet mani dönemlerimde seksi giyinmeyi severim. Ama bu bakışlar , bu tacizler depresif olduğum, kendime bakmadığım pejmürde kıyafetlerle gezsem bile değişmiyordu. Hatta bir gün işimden eve giderken şiddete bile maruz kaldım ki yüzüm gözüm morarıp şişti de gittiğimiz hekim eşimden şiddet gördüğümü ima etmişte adamcağızın günahını almıştı. Bu şiddet bu tacizleri yaşarken dostlarım, insanlar kısacası toplum acaba bu kadın neden böyle, yardıma ihtiyacı var mı diye sorgulamıyordu bile? Benim tercihim diye düşünüyorlardı belki de. Ya da deli kadın ne yapsa yeridir diye düşünülüyordu sanırım. Ölmemi mi gerekiyordu bu toplumun desteğini, yardımını almam için. Bu vahşi cangıl da hem de duygu ve düşüncelerine hakim olamayan benim gibi insanlar mı suçlu? Belki de vahşet ve erkek kurbanı olan binlerce kadından yüzlerce si benim gibi. Namus bekçisi erkeklerimiz, hatta en yakınlarımız, babamız, yeğenimiz, akrabamız neden sorgulamazlar, neden, neden, neden………. Neden biz suçluyuz….? Evet kadın olmak suç ama bipolar ya da akıl sağlığı bozuk kadın olmak daha da büyük günah erkeklerin gözünde. Kadın hasta da olsa erkeklerin tarlası sür sürebildiğin kadar… Az mı akıl sağlığı yerinde olmayan çocuğumuza tecavüz edilmedi. Hasta bile olsak duygularımız var bizimde. Aşık ta oluruz kısa sürse de. Ne yazık ki düşüncelerimiz bir anda her şeyi alt üst edebiliyor. Bu bizim tercihimiz değil… Belki de toplumun bu duyarsızlığı bizleri yaşamımıza son vermeye itiyordu. Topluma yabancılaşmamız, yalnızlaşmamız, içimize kapanmamız çıkış yolu olarak ta intiharı düşünmemiz. Hele hele boşandıktan sonra dul bir kadın olmak, aile ile yaşamak işkencelerin en büyüğü. “ Yazarın notu : Uzun olduğu için devamı sonraki yazıda…..