29 Kasım 2014 Cumartesi

“BÜYÜLEYİCİ BİR ŞEKİLDE HUZUR BOZUCU”

Astrofizikçi Prof.Dr. Rennan Pekünlü’nün hapse girdiği bu günlerde; Amerikalı Astrofizikçi Neil deGrasse Tyson’un bir televizyon programında ki yaşamın dünyada başlaması ve evrende yaşam konusunda sorulan soruya verdiği yanıtı aktarmak istiyorum bu yazıda. “Tamam sadece birkaç düşünce. Birisi son derece kozmik, diğeri ise büyüleyici bir şekilde huzur bozucu. Bence kararını siz verin. Son altmış yılda öne çıkan birkaç belli başlı gerçeği ele alalım. Eğer 50 yıl önce kimya öğretmeninize sorsaydınız sınıfta asılı olan o gizemli kutucuklarla dolu olan tabloya bakıpta – elementlerin periyodik tablosu- bu elementler nereden geldi. Kimya öğretmeninizin size verecek bir cevabı olmazdı. Derdi ki “işte topraktan kazıyorlar” hayır geldikleri yer orası değil. Kimyasal elementlerin kaynaklarını modern astrofizik sayesinde tespit edebildik. Yıldızları inceledik merkezlerinde ne olduğunu biliyoruz, infilak ediyorlar, içeriklerini açığa çıkarıyorlar, ve keşfettik ki, bu periyodik tabloda ki elementler – aynı zamanda bizlerde bu elementlerden yapıldık- yıldızların bu hareketlerinden elde ediliyor. Bu yıldızlar, elementleri ürettiler, infilak ettiler, bu zengin içeriklerini galaksi boyunca saçtılar, etraflarında ki gaz bulutlarını kirlettiler, daha doğrusu zenginleştirdiler ve daha sonra yeni nesil yıldızları oluşturdular. Etraflarına yerleşmiş gezegenler ve muhtemelen yaşam ve evrenin içindeki elementlere baktığınızda bir numaralı bileşen hidrojen, bir sonraki helyum, sonraki oksijen, karbon, nitrojen,. Bunlar evrendeki başlıca elementler. Derler ki tamam bu ilgi çekici ve dünyaya bakarız “çünkü biz özel olduğumuzu düşünmeyi severiz” deriz ki hey biz özeliz. Eeeeeee bizlerin hammaddeleri ne. Vücutlarımızda ki bir numaralı molekül nedir. Su… eeee suyun ham maddesi nedir .Hidrojen ve oksijen. Aslında eğer insan vücudundaki elementleri sıralarsak, kimyasal olarak etkisiz olan helyum hariç, -soluyupta Mick Mouse gibi sesimiz olması dışında sizlere faydasızdır- bu arada tek başına teneffüs edilmedikçe helyum yüzünden ölmezsiniz. İnsan vücudundaki 1 numara hidrojen evrenle uyuşuyor, 2 numara oksijen evrenle uyuşuyor, 3 numara karbon, 4 numara nitrojen evrenle uyuşuyor ve hepimiz için 5. Element –diğerleri- de iki taraf için aynı. Geçtiğimiz 50 yıl içinde öğrendik ki bizler bu evrenin bünyesinde yer alıyoruz. Ancak aynı zamanda evrende bizlerin bir parçası. Eğer bizmutun nadir bir izotopundan meydana geliyor olsa idik o zaman – biz özeliz- düşüncesini savunabilirdiniz. Ama bu fikir bazı insanları üzüyor. Diyorlar ki, - yani bu özel olmadığımız anlamına mı geliyor- bence özeliz ama başka bir şekilde. Gece gökyüzüne baktığınız zaman sadece biz buradakiler ve onlar oradakiler değil de aslında biz oradakilerin bir parçasıyız. Ve işte bu ilişki benim için gerçekten aydınlatıcı, yükseltici ve yüceltici bir duygu. Nerede ise manevi…. Öğrendiklerimiz sayesinde gece gökyüzüne bakmak ve bir ait olma hissi bulmak …… Ve şimdi kendimize soruyoruz. “evrende yalnız mıyız” orada bulunan en yaygın malzemeden yapılmışız ve kimyamız karbona odaklı. Karbon periyodik tablodaki bütün elementler içinde kimyasal olarak en aktif olandır. Eğer yaşam gibi kompleks bir şey için gerekli kimyayı oluşturacak olsa idiniz bunu karbonu baz alarak yapardınız. Ve karbon evrende en çok bulunan 4. Element. Biz nadir bulunur değiliz. Karbon kullanarak yapabileceğiniz molekül sayısı diğer bütün moleküllerin toplamından daha fazladır. Bu yüzden kendimize sorarsak – evrende yalnız mıyız- UFO lar hakkında ki sert eleştirilerime rağmen aynı inançla söylüyorum ki kozmosta yalnız olduğumuzu savunmak çok yersiz bir şekilde bencillik olur. Kimya yalnız olmadığımız ilan etmek için çok zengin. Evren çok muazzam, evrende bulunan yıldız sayısı dünyadaki bütün sahillerdeki kum tanelerinin toplamından daha fazla. Evrende bulunan yıldız sayısı dünyada yaşamış bütün insanların mırıldandıkları seslerin ve kelimelerin toplamından fazla. Evrende yalnızız demek için hayır henüz dünya dışında yaşam bulmadık araştırıyoruz. Fazla uzağa bakamadık galaksimiz bu kadar biz ancak küçük bir kısmına bakabildik. Ama araştırıyoruz. Peki dünya üzerinde ki yaşam… neden oluşması zor olsun ki. Bizim bir laboratuvarda oluşturamıyor olmamız doğanında sıkıntı yaşadığı anlamına gelmez. Belki de bu bilgi ile beraber, ve her yerde bulunabilen doğru malzemeler ile belki de yaşam kaçınılmazdır. Kompleks kimyanın kaçınılmaz bir sonucu. Eğer öyle ise kendi güneş sistemimize bakıyoruz, Marsa bakıyoruz oradaki bütün kanıtlar gösteriyor ki Mars bir zamanlar ıslak verimli bir yerdi. Bir vaha. Kurumuş ırmak yatakları var, taşkın ovaları, nehir deltaları, menderesler… Hepsi köküne kadar kurumuş. Marsta kötü bir şeyler olmuş. Onun ortamında bir şeyler ters gitmiş ve şu anki haline getirmiş. Venüs tede bazı şeyler ters gitmiş. Sera etkisi. Venüs 464 derecelik bir yüzey sıcaklığına sahiptir.. İnsanlar diyorlar ki burada yerde para harcamak yerine neden yukarıda para harcıyalımki. Çünkü yukarıdan burası hakkında bir şeyler öğrenebiliriz. Burada ki sera etkisini incelemek istemiyorum. Venüs bizim güneş sistemimizde ki kötüye giden gezegenlerin en iyi örneği. İlk önce onun hakkındaki bilgileri öğrenelim. Öğrendik ki bir gök taşı çarptığında etrafa kaya parçaları saçabiliyor. Uzaya doğru kaçış hızıyla. Yani fırladığı gezegen geri dönmemek üzere. Eğer Mars bulgularınında doğruladığı gibi dünyadan daha önce ıslak ve verimli bir yerse ve eğer mars dünyadan önce yaşam barındırıyorsa bu uzaya fırlayan kaya parçalarının çatlaklarında bazı kaçak bakterilerin bulunması muhtemeldir. Dünyada hali hazırda bildiğimiz bazı dirençli bakteriler var. İnanılmaz sıcaklıklarda, basınç altında, kupkuru donmuş ortamda, radyasyonda ayakta kalabiliyorlar. Uzayda ki ölümcül ortam bu bakterilerin bazılarına dokunmaz bile. Belki de dünyadaki hayatın tohumları bu Marstan gelen kaya parçasındaki kaçak bakteriler tarafından ekildi. İşte bu “panspermi” diye akla yatkın bir senaryodur. Yaşamın bir gezegenden diğerine transfer olması. Eğer böyle olduysa bu hepimizin atalarının Marslılar olduğu anlamına gelir. Şimdi izin verin sizi rahatsız edici bir fikir vereyim ve orada bırakayım. Genetik olarak insanları en yakın akrabalarımıza, şempanzelere bakarsak %98 in üzerinde özdeş DNA’yı paylaşıyoruz. Şempanzelerden zekiyiz. İnsanları özgün kılacak bir zekilik ölçüsü icat edelim ve diyelim ki zekilik ; şiir ve senfoni yazabilmek, sanat yapabilmek, matematik ve bilim yapabilmek olsun. Bunu zekiliğin anlamı olarak kabul edelim şimdilik. Şempanzeler bunların hiçbirini yapamıyor. Yine de onlarla DNA’larımız %98, % 99 ortak. Yaşamış en parlak şempanze belki biraz işaret dili yapabiliyordu. Bizim bebeklerimizde bunu yapabilir. Beni çok derinden endişelendiren şey şu: Bizi şempanzelerden ayıran her şey DNA’ larımızdaki %1 farktan doğuyor. Öyle olmak zorunda çünkü fark bu kadar. Hubble Teleskobu bu %1 in içinde. Belki de bizlerde olupta şempanzelerde olmayan her şey şempanzelere göre düşündüğümüz kadarda zeki değil. Belki de bir Hubble teleskobunu inşa etmek ve fırlatmak ile bir şempanzenin işaret dili olarak iki parmak hareketi yapabilmesi arasında ki fark belki de aradaki bu fark o kadarda büyük değil. Biz kendimize büyük olduğunu söylüyoruz. Kitaplarımıza optik illizyonlar diye isim verdiğimiz gibi. Farkın çok olduğunu kendimize söylüyoruz. Belki de nerede ise hiç yok. Buna nasıl karar verebiliriz. Başka bir yaşam biçimi düşleyin. Bizden %1 farklı olan bizim şempanze ile olan farkımızla aynı yönde düşleyin. Onlardan %1 farkımız var ve biz Hubble teleskobunu inşa ediyoruz. %1 daha ilerleyin biz onlara göre neyiz? Onların yanında salya akıtan tam birer aptal gibi görünürdük. Stefan Hawkink’i alır ve araştırmacı öğrencilerinin önlerine geçirip “bu onların arasında en parlak olanı çünkü astrofiziğe benzer bir şeyler yapabiliyor.” Ayyyy çok tatlı bizim ufaklık John’da yapabiliyor. Hatta John’i geçenlerde yapmıştı dur getireyim buz dolabına asmıştık. Bunu ilkokulda yapmıştı. Bir düşleyin ne kadar zeki olurlardı. Kuantum mekaniği onların bebekleri için içgüdüsel olurdu. Çocukları senfoniler yazabilirdi ve dediğim gibi buzdolabı kapılarına asarlardı. Tıpkı bizim makarna kolajları gibi. Zeki bir yaşam formu bulacağız ve onlarla iletişim kuracağımız düşüncesi. En son ne zaman durdunuz ve bir solucanla muhabbet ettiniz. Ya da bir kuşla. Tamam belki muhabbet etmişsinizdir ama bir cevap beklediğinizi düşünmüyorum. Dünyada ortak DNA’larımız bulunan bir canlı türü ile iletişim kuramıyoruz. Ve bir zeki yaşam biçiminin bizimle iletişim kuracak kadar ilgilendiğine inanıyoruz. Hubble teleskobuna bakıp diyecekler ki “aaaaaa bak ne yapıyorlar ne kadar ilginç değil mi” geceleri uyanık yatıyorum ve düşünüyorum. Acaba araştırdığımız evreni anlayabilmek için bir canlı türü olarak çok mu aptalım. Belkide %1 daha zeki bir türe ihtiyaç vardır ki sicim teorisi sezgisel olsun, evrenin bütün gizemi kara madde, kara enerji, yaşamın başlangıç noktası ve düşüncelerimizin temellerini onlar sezgi ile algılasın. Bu olasılığı kıskanıyorum çünkü bütün bu buluşlar yapıldığında bende bulunmak istiyorum.

Hiç yorum yok: