3 Eylül 2014 Çarşamba

SİNEMADA AKIL SAĞLIĞI (Devam)

Bu gün iki film önerisi ile devam ediyorum.. Saklambaç (Hide And Seek) Yönetmenliğini John Polson’un yaptığı film 2005 yılında çekilmiştir. Başrollerinde Robert De Niro ve Dakota Fanning yer alır. Çoklu kişilik bozukluğu konulu filmlerden belki de en iyisi bence. Filmde küçük bir kız annesi öldükten sonra ciddi bir travma geçirir ve en az kızı kadar problemli babası David, kızını bu olayın etkisinden kurtarmak için küçük bir kasabaya yerleşir. Yeni evlerine geldikten sonra küçük kız Charlie adında hayali bir arkadaş edinir. Kızının yalnızlıktan dolayı böyle bir arkadaşı olduğunu düşünen baba, gün geçtikçe ortaya çıkan küçük sorunlardan dolayı kızını sorumlu tutmaktadır. Emily ise suçlunun Charlie olduğunu söyler. David, hayali olup olmadığından emin olmadığı Charlie’nin kim olduğunu araştırmaya başlar. Dissosiyatif Kimlik Bozukluğu “DKB” Filmde De Niro'nun yaşadığı psikolojik durumu incelediğimizde karşımıza çıkan psikolojik travmanın adı bu. Yani bir kişide ayrı kişiliklerin bulunması durumu. Yani içinizde, başka sizlerin olduğunu düşünün, fakat o sizlerden biri diğerinden tamamen farklı ve diğerinden habersiz. Çok muhafazakâr bir kişi olan siz yani orijinal kişiliğiniz' in yanında suça eğilimli ve günahkâr bir kişilik var olabilir. Bunun yanında on yaşında oyuncu ve şakacı bir çocuk kişilik de var olabilir. Bu kişilikler genelde orijinal kişiliğin ifade edemeyeceği duyguları ortaya koyarlar. Yani bir travma sonrasında oluşan bir durumdur. Etiyoloji (Nedeni inceleyen bilim dalı) de yine cinsel istismar Cinsel istismar yine sahnede, istatistiklerin en çok ortaya koyduğu ensest ilişkiler sonucu ortaya çıkan bu tablo genelde kadınlarda daha sık görülür. Baba, amca, dayı, komşu gibi yakınlardan gelen taciz sonucunda oluşur. Bunlar genelde gizli kalır ve kişilik bu durumla baş edemediği durumlarda, farklı emosyonları farklı kişilikler oluşturarark ortaya koyar. Dissosiyatif Füg Burada kişi beklenmedik uzun yolculuklara çıkabilir, fakat bu seyahatler başıboş dolaşmalar şeklindedir. Kişi kim olduğunu unutur ve yeni bir kimlik edinir. Davranışlarında ya da görüntüsünde herhangi bir gariplik yoktur yani her zamanki tanıdığımız kimyager Mehmet, avukat Mustafa olmuştur. Bu durum daha önceden de bahsettiğim Borderline “Sınırda Kişilik Bozukluğu” yanında bazı kişilik bozukluklarında ve yoğun alkol kullanımında görülebilir. Filmlerde, en çok esinlenen psikolojik durumlardan birinden bahsettik. Literatürde var olan diğer psikolojik bozukluklarla ilgili konuların işlenmesinin faydası büyük. Ayrıca, bilgi yaymada en etkili yollardan birinin de film-dizi gibi görsellerden faydalanmak olduğunu düşünüyorum. Yapımcılara duyurulur! Zindan Adası (Shutter Island) Shutter Island 2009 yapımı Martin Scorsese filmi. Yazarı Dennis Lehane olan aynı isimli romandan sinemaya uyarlanmıştır. Leonardo DiCaprio , Mark Ruffalo, Ben Kingsley, Michelle Williams belli başlı oyuncuları filmin. Boston açıklarında, içinde azılı akıl hastalarının bulunduğu ve dış dünyayla iletişimi tek bir noktadan sağlanan bir adada hastalardan birinin hücresinden kaçmasıyla başlar. Bu olayı araştırmakla görevli iki polis şefinin adaya gelmesinden sonra fırtına nedeniyle adanın ana karayla iletişimi kesilir ve herkes adada mahsur kalır. Bu basit girişten sonra fark edilebileceği gibi; filmin, temelinde yatan aldatmacaya rağmen, aslında basit bir hikâyesi vardır. Dört tarafı kayalıklarla çevrili bir adadan kaçan bir akıl hastası ve olayı inceleyen iki polis şefi… Bu basit hikâyeyi karmaşıklaştıran unsursa, insanın doğasında ve yaşadığı olayları algılayış tarzında gizlidir. Olayı incelemek için adaya gelen polis şefi Teddy Daniels’ın 2. Dünya Savaşı’nda Nazi toplama kamplarından birinde gördüğü manzaraları hatırlamasıyla başlayan insan doğasının karanlık yönüne yapılan vurgular ve sonrasında insan algısının göreceliğini ifade eden özne/nesne ilişkisindeki değişim, filmin yüzeydeki görece basit hikâyesini de tersyüz etmeyi başarır. Bu sayede, film içindeki hikâyede gerçekleşen özne/nesne ilişkisine benzer bir şaşırtmacayı eser de seyircisine/okuyucusuna yaşatır. Algılarıyla oynanan sadece polis şefi Teddy değildir; oyuna bizler de dahil oluruz. Teddy’nin bakış açısıyla birlikte bizler de yaşananları ilk elden deneyimleyerek, gerçekliğe yönelik algımızı sınamak durumunda kalırız. Psikoterapi ve insanın kötücül doğası Filmde Martin Scorsese’nin öne çıkardığı bir nokta da psikoterapi sürecinde izlenen metotlardaki farklılıklardır. Teddy’nin araştırdığı akıl hastanesinde bir grup doktor ilaçla ve eğitimle (psikodrama) akıl hastalarını tedavi etmek isterken, diğer grup lobotomi ve elektro şok gibi “barbarca” yöntemler uygulamak ister. Soğuk Savaş’a benzer şekilde psikoterapi alanında da iki karşıt görüşün savaşı sürerken; Teddy’nin geçmişinde yaşadıkları üzerinden insanın şiddete yatkınlığı da sorgulanan bir suale dönüşür. Gerçeğin düşle karıştığı ve paranoyanın ayyuka çıktığı bu anda, Scorsese bir de insan doğasının kötücüllüğüyle bizi baş başa bırakır. Geçmişinde önemli travmalar yaşamış Teddy karakteri kendi geçmişiyle yüzleşirken, işte bu noktada onun anıları aracılığıyla bizler de insanoğlunun kolektif bilincinde kısa bir gezintiye çıkarız. Teddy’nin verdiği kararlar ve geçmişinde yaşadığı olaylar iyi/kötü ayrımının da yapılmasını zorlaştırır ve insanın akli yanı kesintiye uğrar. Bu aşama, filmin bütün olay örgüsünden ve içindeki sürprizlerden daha büyük bir etki bırakır. Başkarakterle birlikte bizler de bir adada kapana kısılmış bir vaziyette bu sorularla baş başa kalırız. Gerilimin ve tedirginliğin esas kaynağı fiziksel sıkışmışlık hissinin ötesine geçer. Hitchcock karakterlerinde olduğu gibi Scorsese’nin karakterleri de iyinin ve kötünün ayrılamayacağı düzeyde birbirine karışırlar. İyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın, aydınlığın ve karanlığın, düzenin ve kaosun, rahatlamanın ve sıkışmanın ortasında kalırlar. Bu ortada kalma durumu, gerçekliğin göreceliğiyle de koşutluk oluşturarak; seyircinin yaşananlarda kendisine bir taraf belirleyememesine neden olur. Bakışı, başkarakterin bakışıyla sınırlanan seyirci, başkarakterin kendi geçmişinden dolayı yaşadıklarına karşı verdiği tepkileri sadece izlemekle yetinir. Son kertede bile bir şüphe hissi taşır. Akıl hastanesine girişte, Teddy’e bakıcılardan biri “delilik bulaşıcıdır” dediğinde, bu söz seyirci için bir anlam ifade etmez. Ama final itibariyle seyirci de o “delilikten” nasibini almıştır. Finalde doktorun mu yoksa Teddy’nin mi doğruyu söylediğinden emin olamayan seyirci, oyuna dahil olmuş ve iktidarını kaybetmiştir.Zindan Adası ustalıkla kurulan atmosferi ve sinemasal yetkinliğinin dışında, paranoya duygusunu seyirciye yaşatarak; seyirciyi de film bitmesine rağmen şüphe içinde ve iktidarından yoksun bir şekilde bırakmayı başarır. Deliliğin bulaşıcı olduğu bir yerde aslında hiç kimsenin hiç kimseyi tanıyamayacağı gerçeğiyle de yüzleşiriz.

Hiç yorum yok: