19 Mart 2014 Çarşamba

ANA MUHALEFET

90’lı yıllar. Milliyet gazetesi bir anket yapıyor. Türk siyasal tarihinde ülkeye en çok zararı dokunan politikacılar kimlerdir.? Tabi ki ilk sırayı Kenan Evren alıyor. Peşinden Turgut Özal, Süleyman Demirel ve çeşitli yüzdelerle Adnan Menderes’e kadar iniyor liste. Bugün böyle bir anket yapılsa o yıllardaki liste gittikçe kabaracak. Ve sıralamada Ana Muhalefetteki birçok isim liste başı olabilecek konuma çıkacak bana göre. Çünkü muhalefet koltuğuna! öyle bir sarılmışlar ki iktidar olmak ya da halkçı söylemlerle, halkı yanlarına çekmek akıllarına gelmiyor hiç. Ve sürekli düşünmüşümdür neden böyle ? 1977’de barajsız d’Hondt sistemine göre yapılan seçimlerde 1. Parti olan CHP, % 41,4 oy oranı ile koalisyon kurmak zorunda kalmıştır. Bu oy oranı ile tüm oyların % 47,3’ünü temsil etmiş, temsil edilmeyen oy % 0,5’te kalmıştır. 2002’de Ülke barajlı d’Hondt sistemine göre yapılan seçimlerde ise 1. Parti olan AKP, % 34,3 oy oranı ile tüm seçmenin % 66,0’sını temsil ederek % 45,3 temsil edilemeyen oy ile tek başına iktidara gelmiştir. 2002 seçimleri neden önemli ? Ağır, aksak yürümeye çalışan demokrasimizin en büyük sorunu dokunulmazlıklar, seçim sistemi ve ülke barajıdır. 2002 seçimlerinde % 34 oyla iktidara gelen AKP’nin genel başkanı Erdoğan, siyasi yasağı nedeni ile seçimlere giremedi ve milletvekili seçilemedi. Bu yasağın kalkması için TBMM’ine bir yasa teklifi veriliyor ve yasa oy çokluğu ile kabul ediliyor. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer “öznel, somut ve kişisel” olduğu gerekçesi ile yasayı veto etse de, ikinci kez meclisten aynen gelince onaylamak zorunda kalıyor. 25 Temmuz 2007 tarihinde Zülfü Livaneli yazdığı yazıda; “Tayyip Erdoğan’ın parlamentoya girmesine yol açmakla iftihar ettiğini, bunu demokrasinin gereği olarak önemsediğini ve karşı çıkanları önemsemediğini” dile getiren ana muhalefet lideri Deniz Baykal’la –Erdoğan olayının perde arkasını anlatıyor. Uzun uzun bunları tekrarlamanın anlamı yok. Önemli olan çıkarılacak ders. Bir, parlamento içinden ve dışından uyarılara kulak asmayıp, “karşı çıkanları önemsemediğini” dile getirmek ki, bu karşı çıkanları önemsememe hastalığı şiddetini arttırarak kronikleşmiştir partide.. Kronik Hastalık; tıbbî tedavi ve rehabilitasyona rağmen hastalığın, veya herhangi bir özrün giderilememesi sonucunda rahatsızlığın süreklilik arz etmesidir . Sürekli bakım ve tedavi gerektiren hastalıklardır. Hele hele kişisel olmaktan çıkıp ta kurumsallaşırsa vay o toplumun haline. Düşünmek bile istemiyorum. Geçtiğimiz haftalarda Kılıçdaroğlu, grup toplantısında konuşurken, sözünü kesen bir partiliye, kürsüye yumruğunu vurarak verdiği yanıt, eleştirenleri önemsememenin kronikleşmesinin en güzel örneğini teşkil ediyordu. “Ben, bu partinin genel başkanıyım. Sen Genel Başkanının sözünü nasıl kesersin” Bu kişisel olsa kolay, psikiyatrlarımız, nedenleri bulur, tanı koyar, gerekli tedavileri uygular ve sorunu çözer. Partide kurumsallaşan bu kronik sorunun tanısı, ( özgürlük, eşitlik, adalet ve dayanışma temellerine oturan) Sosyal Demokrasi zihniyetinden uzaklaşmaktır kanımca. Olaydan çıkarılacak ikinci ders ise, demokrasi adına kaçan tarihi fırsat. Eğer Recep Tayyip Erdoğan’ın milletvekili seçilmesindeki bu uzlaşmada Deniz Baykal, demokrasimizin kanayan yaralarından biri ya da hepsini (dokunulmazlık, seçim sistemi, baraj) bu “öznel, somut ve kişisel” yasaya soksa idi ülke siyasal tarihinde, ülkeye en fazla yararı dokunan siyasetçiler listesinde birinci sıraya oturur, uzun yıllar birinciliği kimseye kaptırmazdı.

Hiç yorum yok: