Sevgili Yalçın (Küçük) hocamız Aydın Üzerine Tezlerinde bu ülke aydınlarının tercüme odasında doğduğunu yazmıştı. Ne yazık ki haklı olmasını istemediğim halde son olaylar haklılığını ortaya koymaktadır. Bu yazımda aydın sorunsalımızı irdelemek istemiyorum açıkçası, çünkü çok kapsamlı ayrı bir tartışma konusu. Yinede ülkemizin en büyük sorunlarından biride bu. Diğer önemli gördüğüm sorunlardan biride STO'lar. (Sivil Toplum Örgütlerimiz) Bu konudaki düşüncelerimi geçen yazımda geniş kapsamlı olarak ele aldım. Bu iki konu hakkındaki en önemli ortak konu ise halktan kopuk olması. Hem aydınlarımiz, hem STÖ’lerimiz kesinlikle halktan kopuk.
Özellikle bu güne kadar Ergenekon hakkında düşüncelerimi yazmak gerçekten çok zor geldi bana.Çünkü tertibin amacı başından beri belli idi. Bu tertibin gerçek amaçlarını aydınlarımız olsun, o acıları yaşayan içerideki dostlarımız olsun gerçekten çok iyi biliyoruz. Fakat o kadar enteresan bir ülkeyiz ki ve o kadar enteresan bir sol’uz ki ve o kadar çok enteresan aydınlarımız var ki ikinci dünya savaşındaki rahip misali –son günlerdeki en moda hikaye- ancak ucu bize dokunduğu zaman ayağa kalkıyoruz. Ve hatta hala ayağa kalkamıyoruz. Son 12. dalgadan sonra bir kıpırdanma başladı. Bu 12. dalgaya gelinceye kadar tutuklanan aydınlar, öğretim üyeleri, şerefli ordumuzun muvazzaf veya emekli üyeleri, aydın ve laik kesimin aydınları bu ülkenin evlatları değil mi idi. Neden şimdi? Yaklaşık iki yıldır içerde özgürlükleri elinden alınmış laiklik ve Atatürk’ün izinden giden kişiler bu kadar değersiz mi idi.? Evet yanyana konulmaları düşünülmeyecek hukuk skandalı olan bu davada ne yaptık sadece yazmaktan başka? Yapmaya çalışan kişilere hangi oranda yardımcı olduk. Çünkü aydınlarımız tercüme odasından doğdukları için yaşam pratikleri yok. Bunu şu anlamda söylüyorum evet çok acılar çekildi, çok yaşamlar susturuldu bu ülkede darbelerle veya kışkırtmalarla. Ne yzaık ki geçmişten ders alamayıp yarınlarımızı kuramadığımız için bu günlere geldik. Halkın, senin, benim fikirlerim hiç önemli değil onlar için. Her zaman geri plana attıkları Mustafa Kemal’in tüm bu eylemleri yaparken tüm bu savaşları yaparken halkın desteğini almış olması. Başaramasa idi, halkın desteğini almasa idi oda şimdi bir hain olarak anılıyor olacaktı. Ki davanın savcıları! tarafından Ergonekon'a konularak zaten bu yapılmıyor mu.
Siyasetçilere hele hele Mustafa Kemal'in partisine girmek istemiyorum. Gönül isterdiki bir muhalefet partisi olarak bu tür bir organizasyonda başı çeksin. Sadece ergenekonun avukatı olmak yetmiyor, halka bunun gerekçelerinide açıklamak gerekiyor. Ama nerdeeeeeee.....CHP’nin kalesi olan Trakya’da bile kırsal kesimdeki vatandaşlarımız ergenekon hakkındaki düşüncelerinde yahu gerçekten suçlu iseler diye düşünebiliyorlarsa özür diliyorum ama bu partide bitmiştir bence. Sn.Baykal’ın şapkasını önüne koyup kazanan beldeleri ziyaret ve teşekkür etmesinden çok bu ergenekon tertibini açıklamak için ülke gezisine çıkmasını yeğlerdim açıkçası. Seçim meydanlarında ben bu davanın avukatıyım demekten ziyade bu davanın nedenlerini anlatsa idi seçimlerden dahada başarılı çıkardı. Geçtiğimiz günlerde Sn.Kılaçdaroğlu halkla daha içiçe olmamız şeklinde bir açıklama yapsada harekete geçirilmesi konusunda açıkçası umutsuzum.
Bu düşünceleri özellikle son günlerde 17 Mayıs taki eylem için yapılan girişimlerden ve bu girişimlerin Sn.Türkan Saylan'ın açıklamalarından sonraya almam gerçekten çok üzücü. İşte aydın sorunsalı derken kastedmek istediklerimden biride budur. Kendisine acil şifalar diliyorum yinede halk özellikle kendisi ve örgütüne reva görülen bu durumdan sonra eylem kararı alıyor fakat ne yazık ki örgütü adına yaptığı açıklamada örgüt bu eylemin dışında kalıyor. Yazık ki ne yazık. İnsanlarımız örgütü aradığında örgütü bu konu hakkında aradıklarında ve örgütün tavrını öğrendiklerinde ve çalışanların bu durum karşısındaki mahcubiyetleri ile karşılaştıklarındaki şaşkınlığı dile getirmektedirler.
Kısacası halktan kopuk hiçbir eylem başarıya ulaşmaz. Ama laik, sol, demokrat, Atatürkçü kesim olarak hala bunun ayırdında değiliz. Son zamanlarda eski yazılarımı yayınlamak gereği hissediyorum çünkü zamanımıza o kadar uyuyorki. İşte aşağıda on yıl önce kaleme aldığım ne yazık ki yayınlatamadığım bir hikayemi paylaşmanın zamanıdır diye düşünüyorum. Halkla içiçe yaşayan ve aydınlarımızdan çok daha etkili gerçek Cumhuriyet aydınlarının birinin bir hikayesi. Ve üzülerek söylüyorum ki gittikçe azalan aydınlarımızdan birinin hikayesi. Bir Cumhuriyet İmamının hikayesi.
İşte hikayemiz........................
..............................................................................................................................................................................................
Gominist İmam
“Dinimizin geri kalmasının en büyük nedenlerinin başında; yobazlar ve halkın aydınlanmasından korkarak halkı gütmek için bu ülkeyi karanlığa sürüklemeye çalışan siyasetçiler gelmektedir. Bakın ben ilkokul mezunu bir müezzin kayyım olarak imamlık yapmaktayım. Okumuş kültürlü insanlara ibadet yaptırmaktan başka ne verebilirim?! Hristiyan alemini örnek alın, klisedeki en basit bir rahip bile üniversite mezunu veya en az lise mezunudur. Şimdi en son din olan bu güzel dini halka babadan oğula, kulaktan dolma bilgiler ile ve namaz kıldıracak kadar dua ezberleyen imamlar mı daha iyi anlatır ,yoksa bizim dinimizden daha geri olan hristiyanlık veya diğer dinlerin kültürlü rahipleri, hahamları mı daha iyi anlatır. ”
“ Yobazlar dini, ekonomik nedenlerle kullanıyorlar. Doğumdan, ölüme hatta ölümden sonraya bile herşey para. Bunun yanında bu çıkar düzenleri yıkılmasın diye de halkın aydınlanmasına karşılar. Türkçe’ye karşılar. Dinimiz akıl dini, Allah Türkçe bilmiyor mu ki ille de Arapça. Tamam ibadet yanlışlık olmasın diye Arapça olabilir ama yakarış kul ile Tanrı arasındaki bir inanç meselesidir. Kalben yapılan, hangi dilden olursa olsun, tüm yakarışlar geçerlidir bence. Yobazlar anlamını anlamadan, halkın bilgisizliğinden faydalanarak ezbere okudukları arapça ile ekonomik çıkar elde etmektedirler. Siyasetçilere gelince imam hatip okulları açarak, sözde kültürlü din adamı yetiştirecekleri vadi ile kültürlü(!) yobazlar yetiştirerek bu ülkeyi karanlığa sürüklemektedirler. Dinimizde bir ruhban sınıfı yoktur ama yaşadıklarımız buna benzer bir yapı oluşturmuyor mu? Meslek hayatımda Ortaçağ papazları gibi camilerimizde Cennet’in anahtarları vadi ile yardım toplayan vaizlere, imamlara rastladım. Bunların semeresini ise siyasetçilerin bu tür tarikatları güçlendirmek için vakıflaştırarak yine Ortaçağ kiliseleri gibi siyasal güçlere dönüştürmüyor mu? Kısacası bu tür çıkar çevreleri Allah adına oluşturulan bu tür Vakıflar aracılığı ile din kisvesi altında ortaçağ karanlığındaki kiliseler gibi siyasal güç kazanma mücadelesi vermektedir. ”
Yukarıdaki sözler; Osmanlı’ya başkaldıran Rumlar tarafından babası öldürülüp 1914’lerde Selanık’ten ayrılan ve Medrese eğitiminin yetersizliğini anlayarak medrese tahsilini yarıda bırakıp küçük bir Trakya kasabasına yerleşen ve kendini yetiştiren bir Osmanlı aydınının oğlu olarak 1923 yılı ekim ayında doğan ve babasının mesleğini seçen bir Cumhuriyet aydını imama aittir.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yeni doğan bir ülke ile birlikte doğup tüm ülkede olduğu gibi yoksulluk içinde geçen bir çocukluk.. Geçim derdinde olan bir babaya tarlada yardım ederek kazanılan doğa sevgisi.. Gençlik yıllarından sonra Avrupa’yı kasıp kavuran o korkunç yıllarda, Kasımpaşa kışlasında geçen ve 46 ay süren askerlik.. Ve “Açız” diyen bir çocuğa “Sizleri aç bıraktım ama babasız bırakmadım” diyen Cumhuriyetin 2.adamına duyulan saygı ile Cumhuriyet’e bağlılığın artması..Askerlik dönüşü komşu kasabanın güzel kızlarından biri ile evlilik..
Aile genişlemiş tarla ve hayvancılık yetersiz kalmaya başlamıştır. Artık baba evinden ayrılıp kendi ayakları üzerinde durma vakti gelmiştir. Geçim derdi ile ticarete atılış.. Küçük bir tezgah ile kasaba kasaba dolaşarak pazarcılık.. Sonradan kasabada küçük bir dükkan.. Bu arada babadan alınan eğitim ile açılan sınavları kazanarak memuriyet hayatının başlaması.. 48-59 yılları arası peşpeşe gelen doğumlarla birlikte daha 1 yaşını doldurmadan ölen bebekler.. Hayatta kalan 4 erkek çocuk.. İşler düzene kondu derken yapılan şikayet üzerine ya ticaret ya memuriyet denmesi, tercih edilen baba mesleği.. Dükkan devredilmiştir ama çocuklar büyümekte, yaşam ağırlaşmaktadır. “Küçük Amerika yaratma” dönemleri.. Küçücük kasabalarda dahi fakirlere yardım adı altında oy avcılığının başlaması.. “Sizler isterseniz şeriatı bile getirirsiniz” denerek dini istismar etmenin başladığı yıllar. Kura ile gençler Kore’ye gönderilmektedir. Kura çekenlerden biride kayınbiraderdir. Kurayı kazanır ama kurada kaybeden için geri dönünceye kadar dualar edilmesi.. Eşinin ve artık büyümeye başlayan çocuklarının yardımı ile uzun yıllar ticaret hayatının evde devam etmesi..
1960’ların özgürlük ortamı.. Bu ortama gölge düşüren idamların çözüm olamayacağının düşünülmesi.. Hatta kasabaya uğrayacağı söylenen Cemal Paşa’yı saatlerce beklemenin ardından Paşa’nın bir ayağını arabasından çıkarıp sadece halka bir el sallaması ile, Trakya tatbikatları sırasında çocukken, komşu kasabaya gelen büyük önderin halkla kaynaşmasının izlenmesinin ardında ki hayal kırıklığı.. Çünkü Devrimlerin halkla başarıldığının bilincinde . Yine de vaazlar biraz daha özgürdür. Vaazlarda en büyük erdemin insan olmak olduğunun anlatılması.. Hani oğluna sürekli adam olamazsın diyen babayı sadrazam olup askerleri tarafından ayağına çağırtan oğula “oğlum ben sana sadrazam olamazssın demedim adam olamazssın dedim” hikayesinin vaazlara taşınması. En büyük ibadetin çalışmak olduğunun anlatılması.. Büyüyen çocukları ile yapılan tartışmalar.. Onlara en büyük erdemin dürüstlük olduğunun aşılanması.. Eve zamanını en ilerici gazetesi Akşam’ın alınması..
Artık kasabanın hatta çevre köylerin bile sevilen saygı duyulan bir insanı olmuştur. Çünkü çocukla çocuk, gençle genç, yaşlı ile yaşlı olunmaktadır. Ticaret hayatı yavaş yavaş terkedilmekte ;fakat bağ ve bahçe işleri devam etmektedir. Bu işler ticari kaygı ile değil doğaya olan hayranlıkla yapılmaktadır. Hocam hiç yaşlanmadın diyenlere “Tabi, sabahları bu havayı ilk soluyan en uzak camilere giden benim.“ yanıtı aslında düşüncelerinden dolayı sürekli kasaba içindeki tüm camilere sürgüne gönderilmesinin serzenişi. Verilen ceza dolaylı olarak işine gelmekte daha çok insana ulaşmasını sağlamaktadır.
Kasabanın aranılan imamından ziyade aranılan kişisidir de. Hatta kasabaya gelen asker, memur başı sıkıştığında “Hoca halleder“ denilerek kendisine gönderilmekte, sorunlar elbirliği ile çözülmektedir. (Tabi ki en büyük sorun da ev bulma konusudur. )
Bu arada düşüncelerinden dolayı ismi “Gominist imam’a” çıksa da tüm dini merasimlerin aranılan ismidir. Özellikle resmi nikahı olmayan veya olmayacaklara kesinlikle dini nikahın kıyılmaması.. Nikah öncesi evlenecek çiftlere dini sorular sorularak yanıt alınmazsa “bu soruları öğrenin gelin“ denilerek nükteler yapılması, çiftin şokunun ardından ise sizlerin öğreneceğinize inanarak nikahınızı kıyıyorum denilerek dini merasime geçilmesi. Veya yine düğün törenlerinde gençlerin masalarına çağırarak sohbet istekleri.. Masada içki varsa önce gençlere içkinin kötülüklerinin anlatılması, ardından sohbet isteklerinin “masanızda sizlere sohbet etmek isterim ama ben bu masada su dahi içsem yarın hoca içki içiyordu dedikoduları çıkar o yüzden bu sohbeti yarın namazdan sonra yapalım” diyerek inceden camiye davetle birlikte kibarca teklifi reddetmesi.. Bulunduğu toplantılarda anlattığı fıkralar sürekli yobazlıkla mücadele üzerinedir. Bir örnek gerekirse;
“Köyün birine üç yabancı gelir muhtarı ve imamı çağırtarak biri göklerin yedi kat üzerini, diğeri yerin yedi kat altını, üçüncüsü ise öbür alemi gördüğünü iddia ederek kendilerini misafir etmelerinin öbür dünyada kendilerine çok şey kazandıracağını iddia ederler. Aydın olan muhtar evine davet eder ve tavuklar keserek eşine üç tepsiye önce tavukları koyup sonra pilavla örtmesini diğer üç tepsiye ise önce pilav koyup üzerine tavukları koymasını tembih eder. Yemek vakti gelince kendisi, imam ve çocukları için tavukların üstte olduğu tepsileri alır misafirlere ise tavukların pilavla örtülerek hazırlanmiş tepsileri ikram eder. Bunu gören misafirler bir önlerindeki tepsilere bir diğerlerine bakarak muhtar efendi herhalde yanlış tepsileri verdin bizim gibi alimlere reva gördüğün yemeğe bir bak birde sizlerin yemeğine diyerek serzenişlerini belirttikleri gibi tavuklu tepsileride kendi önlerine çekmeye çalışmaktadırlar. Bunun üzerine muhtar misafirlerin önündeki tepsilerdeki pilavları açarak alttaki tavukları gösterir ve bre melunlar sizler önünüzdeki pilav altındaki tavukları bile göremiyorsunuz da nasıl göğün yedi kat üstündeki melekler ile yerin yedi kat altındaki şeytanı veya cennetü alayı görebiliyorsunuz diyerek misafirleri aç aç köyün dışına kadar kovalayıp köylüyede ziyafet çekiyor.”
Artık 12 Mart’lı günler gelmiş gençlerin isyanına duyulan içten destek ve ölümlerle birlikte sanki tümünü kendi büyütmüşçesine duyulan acı.. Hele hele idamların ardından yazılan son mektupların okunuşundan sonra hıçkırarak, ağlanarak okunan dualar..
12 Mart’ta şapkasını alarak çekilen imam hatip açma rekortmeni siyasetçinin kasabaya gelmesi konuşmasının ardından merkez camisinde Cuma namazına girerek dini aleni şekilde gösteriye dönüştürmesi, camide ki o kargaşa ortamını izleyerek son sürgün yeri olan 1300’lerde camiye çevrilmiş babasının da görev yaptığı cemaatsiz kilisede tek başına kılınan namaz.. Belki de gelecek kabus dolu günlerin düşünülmesi.. Ve o günden sonra hiç bir siyasetçinin önünde veya ardında namaz kılmama..
Son görev yeri olan camiye çevrilmiş klise ise belkide meslek yaşamının en yalnız günleri. Bunun yanında görev yeri ile ilgili tarihsel bilgilerin öğrenilmesi.. Belki de detayları bilen son kişi.. Çünkü burayı ziyarete gelen turist grubunun köşe bucak fenerle birşeyler aradığının kendisine anlatılması üzerine aradıklarının Meryem ve İsa freksinin olduğu ve soranlara yerinin gösterilmesi.. Kendisinden sonra burada görev yapan imamların define aramak uğruna yaptıkları tahribatların yaşanması ve müzeye dönüştürüldükten sonra tadilat adına yapılan daha büyük tahribatın ardından misafirlerine sadece dışarıdan göstermesi ve tarihsel bilgiler verilerek içine girmemesi..
70’li yılların sonlarında emekli olunmuştur. Artık konuşmalar kendi açısından dahada rahat, tartışmalar daha da özgürdür. Hatta meslek hayatında içinde ukte kalan mesleğe başladığı ilk yıllardaki gibi Türkçe ezan okumak fikrini gerçekleştirebilecektir artık. Çünkü meslekten men, sürgün sözkonusu değildir artık. Ne yazık ki mantıklı düşünülerek böyle bir eylemin kendisine meczup(!) damgasının vurulacağı düşüncesi ile vazgeçilmesi.. Ama dost ve aile toplantılarında türkçe ezan okunması..
Çocuklar meslek sahibi olmuş, kendi ayakları üzerinde durmaktadır. Hele torunlardan sonra zamanın çoğu onlarla geçirilmekte torunları, dertleri ile uğraşılmaktadır.
Bu tür düşünen bir insanın Siyasi düşünceside merak edilmektedir. Fakat emekli olana kadar hangi partiye oy verdiği bilinmediği halde emekli olduktan sonra artık bu konudaki fikirleri de aleni anlatılmaktadır. Hatta 1980 faşist darbesine kadar ki siyasi tahlilleri ise ilginçtir. Kendisine hangi partiye oy verdiği sorulduğunda şunlar anlatılmaktadır; “Istanbul,Ankara İzmir şehirlerini ele alalım. Bunlar ülkenin aynası bir yerde. Vekil ve Belediye başkanlığı seçimlerini sürekli sol parti (CHP) kazanmaktadır. Bu şehirlerde oturanlar kimler. Bürokratlar, bilim adamları kısacası okumuş, kültürlü insanlar. Bu insanlar sol’u seçtiklerine göre bir bildikleri vardır mutlaka. O halde ben niye gericilerden medet umayım.” Ne yazık ki 1980 sonrası yükselen değerlerle birlikte kendisininde aklı karışsa bile hiç bir zaman sağa oy verilmemesi.. Hele İnönü’nün oğlundan sonra Karaoğlan defterinin kapanması.. Çünkü artık o 1977 yılı Nisan ayında kasabaya gelen en ön sıralarda dinlenip alkışlanan, ezan okurken konuşmasını keserek saygı gösteren ama hemen camiye koşmayıp konuşmasına devam eden Karaoğlan artık o Karaoğlan değildir. Hele hele Karaoğlanın, Gülen yakınlaşmasının ardından belki de Emekli vaizin vaazlarını dinlemesinin etkisi ile de artık Karaoğlanın adı bile anılmamaktadır. Çünkü artık o da oy kaygısı ile dini siyasete alet etmiştir.
Hele hele konusu bilinen Zübük filmini kasabaya çekmeye gelen film ekibine hiç tereddütsüz dış mekan çekimleri için evinin açılması.. Çünkü titiz olan eşe saygıdan dolayı iç mekanlar için ekipten özür dilenmesi.. (Bilindiği gibi bu film tipik Türk siyasetçisini anlatmaktadır.) Meslek hayatında olsun emekli olduktan sonra sinemaya gitmekten çekinilmemesi.. Özellikle çocukluk dostu Kahya ile Türkan Şoray ve Fatma Girik filmleri kaçırılmaz. (Dostu Türkan Şoray Kendisi Fatma Girik hayranıdır.) Ve de Yılmaz Güney filmeleri hiç kaçırılmaz.
Yobazların öcü gibi kaçtıkları radyo, Tv gibi teknolojileri kasabada evine sokan ilk kişilerden olması , yadırgansa da, yadırgayanlara Avrupa’nın bilim ve teknoloji ile ilerlediğinin anlatılması ve hatta “Acaba Edison mu cennetlik, sabah akşam ibadet edipte insanlık için bir düşünce dahi üretmeyen yobaz mı cennetlik” sorusunun sorulması.
Artık emeklilikten sonra anlatılan hikayeler –çünkü dinleyicinin dikkatini çekmek için konuşma dini hikayelerle süslenmektedir sürekli- daha da çeşitlenmektedir. Mesela “Çölde seyahat eden bir yobaz susayınca bir kuyu başında mola verir. Bir köpek ise kuyunun etrafında dört dönmektedir. Kuyu biraz aşagıda kaldığı için suya ulaşamamaktadır. Yobaz köpeğe tekme atıp suyunu içerek yoluna devam eder. Ardından bir hayat kadını aynı kuyuya varır. Köpeğin halini görünce ayakkabısı ile suyu alarak önce köpeğe içirir ardından kendi içerek yola koyulur.” Burada doğa, hayvan ve insan sevgisi olmayanların Allah katında makbul olmadıkları ifade edilmektedir. Bunun yanında 1950’lerde kendisine Diyanet Işleri Başkanlığı teklif edilen bir din bilginin bunu kabul etmeyişinin nedeninin açıklanması.. Çünkü bu bilgin adam “Ben başkan olursam ilk yapacağım işlerden biri Hac’cı yasaklamak olacaktır. Bizim ülkemizin petrol zengini araplardan daha çok paraya ihtiyacı var. Bu da bulunduğum makamla çelişir” Burada bazı ibadetlerin insanlık yararına revize edilebilinileceğinin ima edilmesi.. Kısacası dinimizin reforma ihtiyacı olduğunun açıklanmaya çalışılması..
Yaş ilerledikçe hala dinç kalmasının nedenleri sorulduğunda “Insanlar emekli olduktan sonra ne yazık ki büyük bir boşluğa düşmektedir. Ama ben emekli bile olsam, hiçbir sorumluluğum bile olmasa ibadetimi yapıyorum , dini veya dünyevi merasimlere çağırılıyorum, kısacası halen çalışıyorum. Hatta şu an daha büyük bir zevkle çalışyorum.” denilerek çalışmanın erdemlerinin anlatılması..
Doğa tutkusundan dolayı her mevsim sürekli mevsim çiçeklerinden bir demet çiçekle eve gelinmesi belkide dünyanın hiçbir kadınının ulaşamadığı bir mutluluk vermiştir eşine. Çiçek bulunamazsa bir ağaç dalı bile yetmiştir ona. Hepsi doğadan ama çiçek dalında güzeldir misali ile kurumaya yüztutmuş çiçekler koparılmıştır ki diğer goncalar daha güzel açsın diye. Son yıllarda kardelen tutkusu başlaması ve tüm bahçenin kardelenlerle donatılması..
Hiçbir zaman kadınların din öğretisinde olduğu gibi 2. Sınıf olduğunun düşünülmemesi.. Her zaman kadınıyla el ele yaşam mücadelesi verilmesi gerektiği inancı ile hiçbir zaman kadınınını arkada yürütmemesi. Yinede babanın bir özdeyişinin hatırlatılması “Kadınlar çok zalımdır ama çokta lazımdır” Tüm yaşamı boyunca kullandığı bir söz vardır ki hayalle yaşayan aptallara ithaf etmiştir bunu: “Levlakel hülya levlakel budala”
Hayatı boyunca belkide tüm dostlarını, kardeşlerini, sevdiklerini toprağa vermenin etkisi ile ölümden korkulması.. Ve bunun şairin dediği gibi “ne ölümden korkmak ayıp nede ölümü düşünmek” misali özgürçe açıklanması.. Hatta son günlerinde o sıkıntılı günlerinde sıkıntısı sorulduğunda “nasıl olurda ayakta bir insan ölebilir” diyebilmesi.. Veya “bu güzel insanlar nasıl bırakılabilir” diyerek yaşama bağlılığın belirtilmesi..
Evet 21 Şubat 1999 tarihinde bu güzel yaşam sona erdi. Bu ülkede hala, dini bu güzel insanlar uğruna 5+5’lerle kullanan, imam hatip açma rekortmeni, devletin rutin işler dışına çıkabileceğini belirten, kanunsuz tesisleri açan hukuksuz Cumhurbaşkanlarına ve buna çanak tutan 12 Eylül faşist darbesinin mimarlarından bir olarak tarihe geçecek olan Başbakanlarına rağmen laiklik devam ediyorsa, bunu birazda bu güzel isimsiz yaşamlara borçluyuz. Ruhun şad olsun güzel insan ‘Gominist imam’.
İhan VARDAR
Mayıs 1999
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder